47 entry daha
  • 91. sahnenin ardından şöyle bir düş girer görüntünün arasına. zihinde bir canlandırmadır. öykü, kaldığı yerden devam edecektir bir an sonra:

    bir resim.

    çok eskilerden kalma, dikkatli bakıldığında, dış cephesini meydana getiren taşların yer yer aşındığı, ama buna karşın heybetinden hiçbir şey kaybetmemiş dev bina, eskilerin "tanrı'nın evi" dediği eskimiş taht.

    binanın dışında, cümle kapısına ulaşan devasa büyüklükteki merdivenlere bakıyordu gözlerini dikmiş. sonra gözlerini yavaş yavaş yukarıya kaldırdı. her santimetre karesini aklında tutacağı büyülü bir resme dönüştürmek istiyordu sanırım. belki renkleri ezberliyordu, belki, onu buraya getiren şarkının melodileri geçiyordu aklından, yoluna ışık veren. orada, öylece durarak ne kadar zaman geçirdiğini kimse bilmiyor. zaten bilmek isteyenleri de içinden çıkamayacakları bir zaman kavramı bekliyor. bambaşka bir gerçeklikte zamanın neye göre aktığını kim bilebilir ki? sezyum atomlarının dilini konuşmak zorunda mı kendi gerçekliğinin içinde? 3 ay, ya 3 yıla eşitse? atomlar daha büyükse? 3 kat mesela? 3 bin kat ya da? ya da 10'da biri kadar ufaksa? kim bilebilir ki düşlerin, şarkıların, zihnin, ruhun içinden geçen zamanın ne olduğunu ondan başka?
    biz bunları düşüne duralım merdivenlerin başında. yukarıya doğru adımlarını atarken izleyelim, sırtına astığı, tuhaf bir şekilde sarılmış, ne olduğunu kimsenin bilmediği acaip şekilli bir cismin, asal'ın yürüme hızıyla uyum içinde hafifçe kımıldayışını seyredelim, silahlarını sırtalarına astıkları bir kının içinde taşıyan eski çağ savaşçıları gibi. sahi, hangi çağda geçiyor öykü? kim bilir? büyücü bilir mi? belki...

    yavaş ve güçlü adımlarla, zamanın içinden geçen hiçbir şeyi gerçekten umursamadan, yüzüne yerleşmiş serin bir gülümsemeyle, usulca çıktı merdivenleri. birbiri ardına eklediği adımları hiç sekmedi. rüzgar usulca esiyordu ardından. sanki içeriye, koskocaman binanın bir o kadar büyük kapısından içeriye hafifçe itermiş gibi.

    merdivenleri tırmanmayı bitirdi. kapının önünde kısa bir süre durdu, ve soluğunu verdikten sonra, bambaşka bir boyuta adımını atıyormuş gibi heyecan içinde içeriye doğru yürüdü.

    rüzgar kesildi. binanın mermer zemininde ilerliyordu şimdi. kapının girişinden sonra gideceği yol sağlı sollu mumlarla aydınlatılmış olmasına rağmen içerisi loştu. gölgelerin, sıcak sarı mum ışığında, tanrısal sessizliğin hüküm sürdüğü, duyma eşiğinin üstünde devam eden o sessiz müziğin ritmiyle dans ettiğini görmek mümkündü. gözleri ışığın ardında bakabilenler, düşsel şarkıları işitebilenler bilecek belki bu anlattıklarımı. bilenler, bilmeyenlere anlatsın diyelim o vakit ve geri dönelim mermer zemin üzerinde ilerleyen adımlara. öyle sessizdi ki içerisi, asal'ın yola uygun yumuşak yol çizmelerinin zemine dokunduğunda duyulmayan sesi, şimdi neredeyse yankılanıyordu binanın içinde. hadi biz buna kathedral diyelim, bazılarının dediği gibi.

    yolun sonunda, koridoun bittiği tarafta sağa keskin bir dönüşle birlikte, karşılıklı gelen ikinci koridorun da keskin bir sola dönüşle birleştiği noktada, salonun hemen önünde uzan altara doğru yöneldi asal. zeminden bir parça daha yüksek bu bölüme girdi ve işaretlenmiş bölümün hemen hemen tam ortasında durdu ve başını kaldırdı yukarıya doğru. yüzüne ışıklar düşüyordu.

    ...

    yolun ilerisinde, hızla olduğumuz yere doğru yönelen bir toz bulutu yükseliyordu. öylesine bir buluttu ki bu, biraz daha uğraşsa sanki toz yağmuru yağdırabilirdi şehrin üstüne. en azından bu uzaklıktan görülen bulutun büyüklüğü, sanki olduğumuz noktaya ulaştığında şehri kaplayabilirmiş gibi görünüyordu.

    toz bulutu yaklaştı. yaklaştıkça, bulutun, tepenin üzerinde alçalmış ve sanki oraya yapışmış gibi duran bulutlarla içiçe geçmiş olduğu için olduğundan daha büyük göründüğü ortaya çıktı. şimdi, kabul edilebilir boyuta inmiş olan buulutun, ya da biraz daha dikkatli baktığımızda siyah, simsiyah, karanlıktan daha da karanlık diye tasvir edilebilecek kadar siyah bir atın üstünde, yine siyahlar içinde birinin, koşturan atın çıkardığı toz bulutunun içinden çıkıp geldiğini görmek mümkündü. bu gelen her kimse yüzü görünmüyordu. tozu solumamak için olsa gerek kapalıydı yüzü.

    toz bulutu önümüzden geçip gitti.

    ...

    kızıl saçlarını tarıyordu aynanın önünde. dışarıdan süzülen ışık teninde dansediyordu, tıpkı müzik vücuduna dokunduğuna onunla yaptığı akıl karıştırıcı dans gibi. gözlerini çevirerek geceye doğru baktı, yüzünde, belki bir kaç saat önce damarlarına doğru yola çıkmış olan alkolün verdiği rahatlığın yansımasını görmek mümkündü.

    saçlarını taradığı fırçayı aynanın önüne bıraktı. birkaç kızıl tel parıldıyordu şimdi fırçanın üzerinde.

    yüzünü aynaya yaklaştırdı, bir an gözlerine dikkatle baktı ve gülümsedi. oturduğu yerden kalktı, kenara koyduğu kızılın her tonunun altın sarısıyla karıştığı şalını aldı, kapıyı açtı ve odaya doğru bakarak dışarı çıktı. nereye gittiğine bakmadığı aklına bile gelmemişti şüphesiz.

    ...

    fısıldadı durduğu yerde. "bir".

    ...

    toz bulutu, suya doğru yaklaşıyordu. önünde aşılması imkansız bir engel gibi duran, bu hızlar gittiğine göre, etrafından dolaşması gerektiği için şüphesiz yetişmesi gereken yere geç kalmasının kaçınılmaz olduğu koca su kütlesi. yörede göl diye bilinen ama bir deniz kadar büyük olduğu rivayet edilen su...

    toz bulutu suyun kenarına doğdu yöneldi, atın üzerindeki yüzünü kapatmış kişi gemleri hafifçe kendine doğru çekip atını durdurdu. tam gölün kıyısında duruyordu şimdi, neredeyse atın bacaklarına dokunacaktı su.
    bir an etrafına bakındı. bir anlığına ardına baktı. sonra yüzünü tekrar önüne çevirip kısa bir süre düşünceli düşünceli ufka doğru baktı. baktığı tarafta olması gereken kıyıyı görmek için boş bir çaba gibi görünüyordu göze bu seyir.

    ayaklarını hafifçe açtığını ve topuklarındaki mahmuzlarla atın gövdesine vurduğu görüldü bir anlığına. sonrası mı? sonrası pek beklenmedik ya da görülmedik oldu. o kapkara at, ölüme susamış ve kana kana içmek için sabırsızlıkla öne atılmış bir şekilde fırladı ileri doğru. göle doğru, gölün ortasına doğru. gölün üstünde... az önce atın etrafını kaplayan toz bulutu, şimdi su bulutuna dönüşmüştü.

    yol bitti. suyun üzerinde uçarcasına devam eden yolculuğun sonuna geldi gece kadar karanlık atın üzerindeki yolcu. kıyıya adımını atan at, ardında dipsiz bir uçurumla kalıverdi. ya da biz kalıverdiğini sandık, kalıvermesi gerektiğini düşünerek... at, boşluğa adımını attı. ve gördüğümüz tek şey bu oldu, ardında duvar kadar kalın sislerin içinde kaybolmadan önce bilinmez yolcu...

    binanın dışında, cümle kapısına ulaşan devasa büyüklükteki merdivenlere bakıyordu gözlerini dikmiş. sonra gözlerini yavaş yavaş yukarıya kaldırdı. atından indi, ve yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladı. büyük binanın kapısından içeri girdi.

    binanın mermer zemininde ilerliyordu şimdi. kapının girişinden sonra gideceği yol sağlı sollu mumlarla aydınlatılmış olmasına rağmen içerisi loştu.

    yolun sonunda, koridorun bittiği tarafta sağa keskin bir dönüşle birlikte, karşılıklı gelen ikinci koridorun da keskin bir sola dönüşle birleştiği noktada, salonun hemen önünde uzan altara doğru yöneldi. asal'ın şimdi durduğu yere. altar'ın gerisinde durdu ve konuştu:

    "beni bekliyordun"

    yüzünü dönmedi asal.

    "gidelim"

    "gidelim"

    nereye olduğunu biz bilmiyoruz. ne onların, ne de kapının ardına bilmeden adımını atan kızıl saçlı'nın. asal biliyor.
27 entry daha
hesabın var mı? giriş yap