• kirli ağustos kitabından bir edip cansever şiiri.

    jale : acı bir oyundu sonunda
    ölümsüz olmadığımı unutmak
    güzdü, adaçayı yakıyordu gemiciler
    ay ışığında güvertede
    dipsiz bir denizin üstünde. kokusunu duyuyorum.
    cengiz : gözü dönmüş bir tanrı
    eline aldığı gibi kargıyı
    hançer sanarak
    saplayınca ayağına…
    jale : acı bir oyundu sonunda…
    selim : içimdeki bütün öldürdüklerim. ölüm
    ölüm ne?
    sesini duyuyorum bir kartal sürüsünün içinde
    kartal kanatlarının. ölüm
    ölüm ne?
    telefon mu çalıyor? hangi telefon?
    ışık mı? evet! birden ses gibi düşüyor yere
    ses gibi düşüyor da ışık
    sabah akşamı doğuruyor, akşam sabahı
    iniltilerle
    böyle
    iniltilerle iniltilerle.
    jale : gece olsa gece olsa!
    ellerimsem beklesem
    yüreğimsem kuytuda.
    cengiz : yaratılmaya gidiyor
    kim?
    ne?
    saat altı, dönüp durur tarla kuşu gecede
    bir sap yeşil fidan bulsun diye kendine
    tarla kuşu gecede.
    (sessizlik.)
    tarla kuşu gecede.
    jale : karıştırmışlar gene çantamı
    kim karıştırdı benim çantamı?
    bulamıyorum neyi bulamıyorum, onu da.
    cengiz : su karıştırıyorlar konyağa, bu kaçıncı!
    jale : bir çantayla bir başka çantadan
    başka ne olabilirm ki ben
    bir çantayla başka bir çantadan?
    selim : neden? bir bardak da olabilirsin pekala. içinde
    iyi hazırlanmış bir içki…
    cengiz : nerde hani o becerikli tanrı.
    kırmasın da yaratırken bardağı…
    jale : zincirine iki göz takılı
    olsa olsa bir anahtarlıksın sen de.
    selim : hangi kapıyı açacak? üstelik
    diyelim açtı
    açmakla biter mi cengiz’in kapıları?
    cengiz : bütün odalar birbirine benzer de ondan
    biri sizi çağırır, girersiniz
    beklersiniz bir süre. ne kadar mı?
    bilmem! kimse de bilmez ki zaten
    yoktur ki orada zaman kavramı
    yalnızca çağrılırsınız, o kadar
    bir odadan bir başka odaya
    derken binlerce, yüz binlerce yazı makinesi
    tutuşturur bir o kadar evrağı elinize
    bir türlü anlamazsınız da ne olup bittiğini
    sorup durursunuz kendinize: yani ben
    bir evrak çantası mıyım, yoksa
    bir araç mıyım insan sesiyle işleyen?
    jale : ne düşünüyorum, biliyor musunuz
    toplayalım üçümüzü bir vitrinde.
    cengiz : ve bir de öfkeden fırlayacak bir düğme!
    jale : o selim mi ne?
    cengiz : selim de olabilir, ben de
    hiç tanımadığımız biri de olabilir.
    jale : peki, satışı kim yönetecek, kim kime ne satacak?
    selim : kendimiz kendimize…
    jale : öyleyse bir gece elbisesi isterim ben, genç kızlar için
    etekleri simle işlenmiş…
    selim : yok o senin istediğin şey bizde!
    jale : bir rugan pabuç da mı yok, ya da
    açık pembe renkli bir kurdele
    masada vişne reçeli, çiçekler
    yaz çiçekleri
    sahi, ben kiminle konuşuyorum pencerede?
    selim : yok, hiçbiri yok bunların!
    cengiz : bir türküydü anımsıyorum
    “derler ki şubat temmuza vurmuş
    soğuk lekesi üstünde
    yitirmek için mi buldum seni ben…”
    tam böyle değilse bile
    istersem bunu isterim ben de.
    selim : aşkın da, sevginin de!..
    jale : neden kızıyorsun peki, anlamıyorum
    önemsiz bir oyundu bu, o kadar
    sadece oyalanıyoruz.
    cengiz : kim bilir neler ister selim de
    ama söylemez.
    jale : o hiçbir şey istemez! o hiçbir şey istemez!
    selim : garson! bana bir votka daha versene!
    jale : bozdu oyunu…
    selim : hayır! bozmadım, benimle yatar mısın bu gece?
    jale : seninle?
    gece değil ki şimdi… baksana
    gün ışıdı çoktan.
    selim : gün ışıdı, yani…
    jale : ama dur! neden olmasın
    evet, olabilir de…
    selim : istemem, geri alıyorum sözlerimi.
    jale : sahi mi, neden?
    tam övecektim şimdi cömertliğini.
    selim : sevmiyorum göğüslerini
    bacaklarını da
    biliyor musun, yaşlısın da üstelik.
    jale : çirkinim! çirkinimde değil mi?
    selim : çirkinsin!
    jale : düşler mi acaleci olan, bilmem ki
    öldükçe ölüyor bir yerlerin senin de.
    cengiz : çıkalım isteseniz, sıkıldım
    çıkalım! yoruldum artık kendimden.
    jale : kıskanıyor musun yoksa bizi?
    cengiz : iğrençliğinizi mi? elbette.
    selim : çıkalım çıkalım!
    jale : ama nereye?
    cengiz : biz bilir miyiz nereye, ben bilir miyim?
    selim : dün gördüm, boş çelenkler vardı bir çiçekçide
    ölüler için
    kendimize bir çelenk ısmarlayalım.
    cengiz : kalınca bir ip de alalım.
    selim : jale bol zehir ister.
    jale : bana sorarsınız havagazı en iyisi
    ucuz da olur üstelik
    yeter de artar bile üçümüze.
    cengiz : hadi şerefe!
    ölümün şerefine, ölümün!
    jale : bıktım artık bu ölüm sözünden
    ben ölürsem size ne
    siz ölürseniz bana ne?
    cengiz : hiiiç! kalküta’da bir budist
    londra’da bir homoseksüel
    amerika’da bir beyaz
    daha da beyaz duysun diye kendini
    vurmuş da alnının ortasından bir zenciyi…
    selim : sussana! nerdeyse kusacağım şimdi…
    cengiz : ve o gün bugündür amerika’da…
    selim : (kusar)
    cengiz : eh, biraz açıldın mı bari?
    (sessizlik)
    selim : garson! gelir misiniz?
    garson : efendim?
    selim : neden hep aynı plağı koyuyorsun deminden beri?
    garson : ben koymuyorum ki, bitince yeniden başlıyor
    bitiyor, yeniden başlıyor işte
    ben istesem de istemesem de.
    jale : doğrusu pek anlamadım
    o kadar anladım ki belkide
    düşünemiyorum…
    selim : peki, ya biz gelmeden önce
    hep aynı plak mı çalıyordu gene?
    yoksa…
    garson : siz gelmediniz ki, buradasınız
    öteden beri
    kaç gündür buradasınız
    özür dilerim ama, kaç yıldır
    burdasınız hep
    baksanıza traş bile olmadım
    tıraştan geçtim, gömleğimi bile değiştiremedim
    ya giysilerim! nasıl da eskidi bilseniz
    doğrusu yaşlandım da
    ne yalan söyleyeyim, adımı bile unuttum.
    cengiz : yani bu akşam gelmedik mi biz?
    garson : hayır!
    cengiz : desene burda doğduk, ya da
    burda olmamızı bizim
    sahneye koyuyorsun kendince.
    garson : yok canım, o kadar da değil
    tanımıyorum bile sizi ben
    bildiğim, her zaman burdasınız, yalan mı?
    bir de bir çift geliyor işte, bakın
    tezgâhta oturuyorlar şimdi
    belli bir saatte gidiyorlar, onları anlıyorum
    yeniden geliyorlar bir başka akşam
    yeniden gidiyorlar sonra
    bir gidip bir gelmek bütün işleri
    çocukları da oluyor bazan
    adam ölüyor arada bir
    bir kez denizde ölmüştü, bir kez de trafik kazasında
    sizin anlayacağınız bir süre dul kalıyor kadın
    siz deyin on yıl, ben diyeyim yüz yıl
    derken evleniveriyor bir gün, ne denir
    yeniden çocukları oluyor
    adam dönünce işler düzeliyor mu sanki
    elbette
    birlikte gidip geliyorlar gene
    baksanıza yüzlerine, nasıl da durmadan değişiyor
    kimi zaman ikisi de yaşlı
    kimi zaman ikisi de genç
    kimi zaman da biri genç biri yaşlı
    her neyse…
    size gelince… doğrusu tanımıyorum ki sizi
    ne ölmeyi biliyorsunuz, ne ölmemeyi.
    (sessizlik)
    başka bir isteğiniz var mı?
    olursa çağırırsınız beni
    olmazsa çağırmazsınız
    ben işte gidiyorum
    şuraya gidiyorum
    orada duracağım
    çağırırsanız gelirim
    çağırmazsanız gelmem
    bazan çağırmasanız da gelirim
    şuna inanın ki, plakla hiçbir ilgim yok
    nasıl olsun ki hem, o kendini yönetiyor
    ben de kendimi
    size gelince, siz de kendinizi yönetiyorsunuz
    ve dönüp duruyorsunuz kaskatı bir aydılığın çevresinde
    siz yok’la yok’un arasında
    ben yok’la yok’un üstünde
    plaksa… ne diyeyim bilmem ki
    öyle bir uyum katıyor ki ilişkimize
    bence önemli olan bu
    yani kim ne derse desin buradayım işte
    sizlerde buradasınız
    cenaze taşıyıcıları da burada
    sırmalı yakaları
    deriden şapkaları da
    onların elbiselerini diken terzi de burada
    terziyi ilk yıkayan kadın da
    gerçekte kalabalık bir aileyiz, değil mi?
    kaldı ki, daha çoğunu saymadım
    saymadım ya, ben cenaze taşıyıcılarını çok severim
    onlar da beni sever
    elbette, siz ne zaman isterseniz
    birinci sınıf bin lira
    ikinci sınıf derseniz beş yüz
    sahipsiz çiçekler için de yüz lira
    siz bana bakmayın, ben nasıl olsa beklerim
    yüz yıl da deseniz beklerim
    bir sürü işim var görülecek, saymakla bitmez
    örneğin kira borcum var. gerçi
    pek önemi yok ya bunun
    inanın ki daha ev sabihinin yüzünü bile görmedim
    ne alacağını istiyor, ne adresi belli
    o kadar güç durumdayım ki, dayanılır gibi değil
    düşünün, bir evim olduğunu anlayamıyorum artık
    ne yatabiliyorum içinde ne oturabiliyorum
    siz bakın ki bir de bir elbise diktireyim dedim kendime
    bilmem söylemiş miydim demin
    kaç yıl oldu, daha dün gittim ilk provaya
    dedi ki terzi: “o kadar erken geldiniz ki
    sakın gücenmeyin, gelecek yıl haziranda
    şöyle bir uğrayın isterseniz
    elimde değil, öyle uzun takmışım ki iğneye ipliği
    tek dikiş bir ayımı alıyor
    oysa siz geniş yaka seversiniz
    iki de yırtmaç istersiniz, düşünün
    yelek, pantolon derken
    anlıyorsunuz ya
    hiç kesin bir tarih verebilir miyim sizce?
    sonra kaç müşterim var sizin gibi…”
    dedi de terzi
    kesmedim umudumu gene de
    hem neden kesecekmişim, zaman dediğin nedir
    nedir ki terzi dediğin.
    (sessizlik)
    hep kendimi anlatıyorum, gelelim size…
    selim : sen bırak bizi! dört votka daha versene!
    jale : dördüncü kim, anlamadım…
    garson : dedim ya, çağırmasanız da bazan gelirim
    unuttum söylemeyi, biri sizi aradı bu gece.
    selim : ne dedin?
    garson : biri sizi aradı…
    cengiz : bizim adlarımız ne? hani tanımıyordun sen bizi?
    garson : yormayın kendinizi
    tanımıyorum gene de…
    jale : öyleyse?
    garson : yok gereği adlarınız, alt tarafı bir yanıt bu
    kim kimi sorarsa “yok!” diyorum
    jale : kim kimi sorarsa, öyle mi?
    garson : elbette, bence susmaktan daha iyi
    ne de olsa bir ses işte: yok!
    cengiz : kalkalım!
    jale : kalkalım! aaa! baksanıza kim geldi.
    cengiz : oğuz değil mi o?
    jale : ta kendisi oğuz’un.
    cengiz : yalpalıyor, çok içmiş gene.
    jale : biz de çok içtik.
    selim : neden olmasın, o da içecek biz de
    doyumsuz bir ayin bu alkolün çevresinde
    garson : (kendi kendine)
    aydınlığın çevresinde aydınlığın
    bakalım kim düşecek.
    oğuz : merhaba çocuklar! bir dakika oturabilir miyim?
    hep
    birden : elbette!
    jale : sanki bu çekingenlik neden?
    oğuz : bilmem, günlerdir hiçbir yere yakıştıramıyorum
    kendimi.
    cengiz : bu votka senin olmalı.
    oğuz : hem benim hem de değil
    ama içerim
    (sessizlik)
    nursen’e uğradım bu gece…
    garson : hayır uğramadı nursen’e!
    oğuz : önce buraya uğradım, sizi aradım.
    jale : yokmuşuz ki biz…
    garson : (kendi kendine)
    evet, burada bir garson olduğuna göre…
    oğuz : (garson’a)
    sizdiniz! yok, hayır, siz değildiniz.
    garson : bendim, size öyle geliyor.
    oğuz : neden “kimse yok!” dediniz öyleyse?
    garson : farketmez, size yok denildi ya.
    oğuz : bana yok denildi ya… doğru
    eve yollandım ben de
    baktım kapısı aralıktı, itiverdim.
    selim : çoktandır görmedik biz de.
    oğuz : bundan böyle sanmıyorum göreceğinizi.
    cengiz : ne dedin?
    oğuz : nursen intihar etti!
    jale : nursen intihar mı etti?
    oğuz : evet, bu gece!
    garson : (kendi kendine)
    sakın ha, inanmayın!
    ölümünü görmek istiyor yüzünüzde
    sizin yüzünüzde… bir tortu gibi emmek istiyor onu.
    cengiz : neden acaba? bir bakıma hepimizden neşeliydi.
    selim : kim kimi tanıyor ki… ayrıca
    vaktimiz çok anlaşmaya.
    oğuz : sıkılıyordu
    taşıyamıyordu sanki kendini.
    (sessizlik)
    uzanıp kalmıştı odanın ortasında. avucunda.
    jale : bir mektup filân?
    oğuz : yoktu. sadece
    salovanter tipi bir tabanca!
    cengiz : bir tabanca mı?
    oğuz : evet! bir de
    bulanık bir fotoğraf vardı öteki elinde
    yüzü silinmiş bir kadın
    tuhaftı doğrusu
    belki silinmemişti de, bizim hiç görmediğimiz bir
    anlatım
    öyle bir yaratık gibi duruyordu yüzünde.
    garson : (kendi kendine)
    çıkarıp göstersene, çıkarıp göstersene!
    jale : öyle şaşırdım ki, ağlamak bile gelmiyor içimden.
    oğuz : iyi günler size, iyi geceler!
    garson : (kendi kendine)
    iyi ölüler, iyi ölüler!
    jale : rujumu bulamıyorum şimdi de. selim, sende mi?
    bir şeyler çiziyordun demin peçeteye.
    selim : sanırım geri verdim. vermedimse
    çok uzaklardadır. çünkü o
    ters oyulmuş bir kurşun yarasıydı belki de.
    garson : (kendi kendine)
    ters oyulmuş bir kuşun yarasıydı… doğru söylüyor.
    ama nursen’de değil, az sonra oğuz’un beyninde.
    cengiz : gidelim mi görmeye?
    selim : gidelim.
    jale : gece yarısı, dedi, öyleyse
    ölü morgdadır şimdi
    kilitlemişlerdir bir kasaya
    iyi biliyorum, küçüktüm
    göstermişlerdi bana annemi
    kim bilir, uyduruyorum belki de
    cinayet! bu herkesin ölüsüdür.
    saat : saat tam yediyim ben.
    masa : bitti son votkalarınız da.
    kapı : bekleyin, birini yolluyorum size!
    cengiz : korkunç bu! sanrı mı görüyorum yoksa?
    baksanıza kim geliyor…
    garson : nursen’e benziyor mu, ne dersiniz
    sürüyor mu oğuz acı habercilerini üstünüze?
    jale : nursen değil mi o, nasıl olur?
    cengiz : nursen de ne kelime, elbette o.
    garson : siz bakın ki, asıl
    oğuz koydu ölümünü sahneye
    koydu ve gitti
    hadi davranın bari, gömün ölünüzü bir güzel
    ona yaraşır bir törenle
    size yaraşır bir törenle, gömün
    gömün hiçliğine. çünkü bir mutluluktu hiçlik
    onun için
    daha bir derinliğine yaşasın bundan böyle.
    nursen : kötü bir haberim var size!
    jale : sen ölmedin miydi? işler çok karıştı gene.
    nursen : ben mi? eğleniyor musunuz?
    ben işte karşınızdayım, az önce
    oğuz intihar etti.
    selim : oğuz buradaydı demin. o da…
    nursen : benim bildiğim boylu boyunca
    uzanıp kalmıştı odanın ortasında.
    sımsıkı
    kavramıştı bir tabancayı…
    selim : anlatma, yeter!
    jale : ben gidiyorum.
    cengiz : ben de.
    selim : beklesenize!
    garson : bir sır vereyim mi size
    terzi telefon etti demin
    bitivermiş bizim elbise
    iyi günler, iyi geceler!
    beklerim gene
    elbette, tabiî, beklerim
    ve bu akşamdan tezi yok
    yepyeni bir elbiseyle.
    (hep aynı müzik tekrarlanmaktadır.)
hesabın var mı? giriş yap