• ''halikarnas balıkçısı'nın bodrum'a her gelişinde dükkanlardan, evlerden, sokak köşelerinden adamlar koşagelir, eline sarılırlar, öpmek isterler, kolunu koparırcasına sallarlar:

    ''hoşgeldin cevat bey, nasılsın?''

    aşırı saygı ve sevgi belirtilerinden hem sevinen, hem sıkılan balıkçı da:

    ''eh, nasıl olacağız, iyiyiz'' deyip bir merhaba ile sıvışır.''

    (bkz: azra erhat)
    (bkz: mavi yolculuk)

    böylesine sevilmek, zaten ancak balıkçı gibi büyük bir hümaniste layık olurdu.
  • - en sevinçli anınızı anlatırmısınız.
    +bütün bodrum benim için cok sevinçli bir anıdır. ama bir örnek gerekse vereyim. prosper mérimée’ nin karmen türkceye çeviriyordum.
    -esmer güney kızı karmen cigaracı dükkânından bir mimosa demetiyle çıkar dükkândan. bunu çevirirken, neden benim esmer bodrum kızlarım saçlarına birer mimoza demeti takmasınlar diye. hemen paris’den mimosa (cins) tohumları yetiştirdim. sokaklara diktim. çiçek açtılar. iki bodrumlu fukara kızı gördüm birgün, başlarına kopardıkları mimosa çiçeklerini takınmışlardı. geçdiler sevindim.. içimden yaşayın çocuklar dedim. onlar için yetiştirmiştim,

    cumhuriyet gazetesi, 23 ocak 1979
  • merhaba ey can dost, merhaba gene ve gene.
    (...)

    büyükada’daki evde ben beş altı yaşındaydım. mutfağın yanında büyük havuz vardı. mutfağın da çocuk yaşında bir çırağı vardı. onunla beraber bir tahta parçasını kayık
    edinmiştik, oynuyorduk. ama d3ir beyzade ahçı çırağıyla hiç oynar mı!» dediler. oynamakta direnince de benle çırak güzel bir dayak yedik. çırak bir beyzadeyi kendi dengi saydığı için, bir beyzade de pis ahçı çırağını kendi dengi saymakla alçaldığı için. ebeveyn sayılan baba ana benden dört beş misli büyük devlerdi. biz iki çocuk gökkuşaklarından ibaret bir cennette yaşıyorduk. bu devler dumanlı olimposlanndan, şimşek salarak ve gök gibi gürleyerek geilp kayığımızı kırarlar, gelin kuşaklarından yapılma âlemimizi başımıza yıkarlardı. bizlere — yani iki çocuğa — «yaramaz» derler. yahu biz iki çocuk mu yaramazdık? 0 kayığımızla okyanuslara meydan okuyorduk. gidip amerika’yı keşfediyorduk. yıldızlara çıkıyor, onları pantolon ceplerimizdeki leblebilermiş gibi buluyor, yiyorduk. dünyada bundan daha yararlı iş mi olur? yaramaz ha! yahu «si jeunesse savait, si vieileesse pouvait», yani «gençlik bilse, yaşlılık yapabilse» derler ya, tersini söylemeli: «gençlik yapabilse, yaşlılık bilse». yaşlılık yapma gücüyle güzelim dünyayı ilk dünya savaşından beri
    kendi suratına benzetti, yani cehenneme! yok cezayir savaşları, kore savaşları, vietnam savaşları vb. hitler’in savaşına ikinci dünya savaşı dediler. ne gezer! birinci dünya savaşı başladı ve bitmedi. hastalığın nöbetli devirleri ve kronik devreleri gibi sürüp gidiyor. beş yaşmda çocukken, atina'nın yanmda faler var ya, orada deniz kıyısında evimiz vardı — babam atina sefiriydi o yıllarda. orada deniz kıyısında
    yanağıma bir tokat yemişim gibi akdeniz’in büyüsüyle çarpıldım. sonra ada’da, bir de boğaziçi’nde — robert kolej’ deyken — yaşadım. ama oraları akdeniz değildi, açıklıkları yoktu. marmara'nın köpüğü bana hep sabun köpüğü etkisi yaptı. herhalde giritlilikten mi ne, bende galiba bir akdenizlilik var, bir bizans ve bizantinizm nefretiyle. kalebent olarak bodrum’a gidesiye dek, büyükada’da mutfağın yanmda topuk altında çiğnenip kınlan kayığım yamyassı ezik kaldı.

    (balıkçının sabahattin eyuboğlu'na son mektubundan alıntıdır.)
    16 haziran 1962
  • aşırı hür bir adam. ruhu mavi.
  • ikinci dünya savaşının dayanılmaz sıkıntıları ve zorlukları, onun bodrum'da zaten çok kısıtlı olan maddi imkanlarını daha da kötü hale getirmiş, adeta beş parasız bırakmıştır balıkçı'yı. bir içki sofrasında valiye küfrettiği gerekçesiyle hayatında üçüncü kez mahkum edilerek bir süre daha hapis yatmış olan balıkçı, çocuklarının da büyümüş olması ve bodrum'da ilkokul dışında bir okul olmaması hasebiyle, çaresizlik içinde, canından çok sevdiği bodrum'dan ayrılarak 1947'de izmir'e taşınmıştır.

    bodrum kalesi bünyesindeki sualtı arkeoloji müzesi'nin ilk müdürü olan haluk elbe beyefendi, bodrum ekspres gazetesinde 15-28 ocak 1982 tarihleri arasında yayımlanan ''yeşil sürgün'' adlı köşe yazıları dizisinde şöyle der: ''bir gece armaları sökülmüş olarak bir kenara terkedilmiş sevgili emektar ''yatağan''ına sarılıp öperek vedalaşır ve ceplerine doldurduğu tohumlarını da bodrum'un dört bir yanına son kez serptikten sonra ayrılıp, izmir'e yerleşir''.

    zeyl: yatağan, balıkçı'nın sayesinde - zaten buralarda hemen hemen her güzel şeyin müsebbibi balıkçı'dır - muğla'nın bir ilçesine adı verilmiş olan balıkçı kayığının adıdır.
  • bilmeyene zor anlatılır balıkçı'yı dinlemenin ne demek olduğu. derin mağaralara kapatılmış rüzgârların birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat sanırsınız. ama gerçekten bir rüzgâr olur balıkçı konuşurken. yıllar yılı içinde birikmiş yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle akdeniz, yaşanmış , tadılmış mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri,bütün bunlar içinde öpülesi, dövülesi .övülesi sövülesi insanlar .yaratan ve sömüren insanlar balıkçının ciğerinden palas pandıras, üfürüle tükürüle, çevrile savrula dökülür ortalığa. balıkçı adalar denizine nereye nasıl bakacağını bilen bir çift dünyaya açık, uyanık, ışıklı göz götürmüş ve bu gözleri yirmi otuz yıl anadolu'nun akdenizle en sarmaş dolaş kıyılarına dikmiş. bizim geçmişimizle birlikte italyan, ingiliz ve fransız kültürleriyle yüklü türk kafası balıkçıyla gitmiş o kıyılara. insan , balık, yıldız ne varsa görmüş , acı tatlı, alt üst, eski yeni ne bulduysa tatmış,akla karayı, yeşille maviyi seçmiş balıkçı o dünyada .

    süngerci nasıl yaşar bodrum'da, balıkçıya sor; ama soğukkanlı bir anlatış, aslına tıpa tıp uygun bir süngerci bekleme balıkçı'dan. sevgisi bilgisini hamur gibi yuğurup dilediği şekle sokuyor. içindeki yakamozla aydınlatıyor gerçeği. en eski ve en yeni kaynaktan, tabiat anadan yana çeker bizi balıkçı, öteyi, yüceyi onun koynunda göstermek ister bize. ne kadar uzağız hâlâ tabiattan bunca kılavuzlara ve bunca güzel sabahlara rağmen... tabiatı hâlâ can bahasına keşfediyoruz.

    anadolu gibi yurdun olsun, balıkçı gibi dostun.

    balıkçı'nın küreği, güm güm eder yüreği.

    balıkçı'yı cennete götürmüşler, hani cova demiş.

    sözün rengi olsa, balıkçı'nınki mavi olurdu.

    dünyanın sisini pusunu ne temizler, poyraz bir, balıkçı'nın merhabası iki.

    balıkçı gezmez,gezdirir.

    balık uyur, balıkçı uyumaz,

    halikarnas 'ı balıkçı' ya sor, balıkçı'yı halikarnas'a.

    ölülere can vermekten daha zor ne var, diye sormuşlar balıkçı'ya; canlılara can vermek demiş balıkçı.

    balıkçı'nın öteleri, insanlığın gelecekleridir.

    balıkçı yosun, pas ve para tutmaz.

    hoca'nm üfürüğüne karşı balıkçı'nın üfürüğü bire birdir.

    balık tükenir, balıkçı tükenmez.

    denizin, dağın, ağacın, kökün kabuğu soyulur mu ? balıkçı soyar.

    balıkçı'ya her şeyi söyle, ağlamaklı türkü söyleme.

    balıkçı'dan mektup gelir sel gibi, merhabası püfür püfür yel gibi

    yüreği hep akdeniz'den yakamoz, saçar dünyaya cömert bir el gibi

    sabahattin eyuboğlu

    milliyet sanat, 13 ekim 1972
  • balıkçı, sürgüne gönderilmezden evvel istanbul'da çeşitli dergilere ve gazetelere yazılar yazmış, illüstrasyonlar çizmiş birisi. yazıhanede çalışırken de durmadan cigara içiyor. fakat cigarasının dumanı gözlerine, burnuna geldikçe dumanla boğuşmaktan yazı yazamaz oluyor. bunun üzerine arkadaşı naci sadullah, ''cevat, seni bu dertten kurtaracağım'' deyip ertesi gün iş yerine bir buçuk metre uzunluğunda bir sivas ağızlığı getirmiş. gerisini balıkçı anlatsın:

    ''ağızlık bir buçuk, benim kollarım birer metre. cigarayı taktım, yakacağım. ben kovalarım, ucunda cigara olan ağızlık kaçar. gazetenin içinde dört dönüyorum. yok, olacağı yok. anlaşıldı, naci böylece bana cigarayı bıraktıracak. ağızlığı kıracaktım, ''dur kafasında kırayım'' dedim. hiddetle naci'yi buldum, durumu anlattım, ağızlığı kafasında kıracağımı söyledim. naci, ''dur bre cevat'' deyip önce cigarayı yakıp ağızlığa takmaz mı? şaşırdım kaldım, ''dünyada ne akıllı adamlar var yahu'' dedim. naci de salondakilere, ''cevat tarihi, kültürü, sanatı yutmuş ama bu basit şeyi akıl edemiyor'' dedi...''

    ah güzel balıkçım benim..
  • ''hapishanede idama mahkum olanlar bile bile asılmaya nasıl giderler?'' başlıklı, resimli ay'da çıkan yazısı nedeniyle evinden bir akşamüstü ansızın gözaltına alınıp karakola götürülürken hissettikleri.. henüz neden götürüldüğünü bilmiyor.

    mavi sürgün'ün başlangıç noktası..

    ''üsküdar tepeme yıkılmıştı. hiçbir zaman o kapı, kapının çerçevesi, kapının önündeki basamak ve basamağın önündeki kaldırım taşları, bugüne kadar gözüme bu kadar tatlı görünmemişti. içimde şu yazıyı yazmak, bu resmi çizmek için kaç kez gündelik angaryalarımın tamamlanmasından duyduğum iç rahatlığıyla o basamağa basmıştım. eve getirdiğim fukara, şu bu yiyeceklerin sevinciyle o kapıyı nasıl çaldığımı ve o eşiği nasıl aştığımı, hoşbeş etmek üzere gelen dostun adımlarını ve seslerini duyunca kapıya nasıl koştuğumu görür gibi oldum.

    bunlardan başka, daha birçok masum şeyler gözlerimin önünden geçti. başımı kapıdan çevirdim.

    batan güneşte benim ve memurların beş uzun gölgesi önümde yürüyordu. yaşamımda o anki güne kadar yaptığım ve yapamadığım şeyler aklıma geliyordu.''
  • bütün dahiler gibi çok çocukludur. üç evliliğinden beş çocuğu ve çocuklarından da dokuz torunu olmuştur.

    ünlü şahsiyetler, ressam-grafiker-gravürcü aliye berger ve ressam fahrelnisa zeid balıkçının kız kardeşleri, seramikçi füreya koral da balıkçının yeğenidir. cevat şakir'in ressam ve illüstratör olduğunu da eklemeden geçmeyeyim.
  • bodrum'u neden bu kadar çok seviyordu?

    çünkü o, kendi düşüncesinde ve hayalinde yaşattığı ortamı arıyordu. mert, saf yürekli, insancıl kişiler ve eşsiz güzellikte bir doğa.

    benim gibi..
hesabın var mı? giriş yap