• düşün ki zamanda bir ileri bir geri giderken rastlamışım varlığına seni tanımazken fiziksel dünyada. ruhum yoksunluğunu çekmiş zamanın sensiz akan yanılsamalarında.

    bir yol çizmişim bilmediğim haritaya ulaşmak uğruna. kapatmışım gözlerimi, kalbimi koymuşum ortaya. bilmeyenin anlamadığı, anlayanın anlatamadığı ıssız çölün ortasında varmışım köhne bir mağaraya. fırtına dinene kadar beklemiş, usulca sakinleştirmişim gecenin sessizliğini.

    açmışım kalbimi ardına kadar ve ondan almışım gücümü. bırakmışım kendimi hayatın akışına, rast getirsin diye seni bana ve dinsin diye yıllardır süren hasret.

    bir varmış bir yokmuş zaman tüm yanılsamaların ardında gizlenen bir kum tanesi misali.
  • çarşıda dolaşmaya başladım. özellikle uzun süre gölgede kalmış ve hafiften esen sokakları geziyordum tekrar tekrar. tam evin yoluna yönelmişken, önümden bir köpeğin telaşlı bir halde yürüdüğünü görünce şaşırdım. koşuşturan insanların arasında telaşlı bir köpek, acaba ne gibi istekleri ve planları vardı? bir randevuya yetişmek ister gibi heyecanla yürümesine rağmen kaldırımdaki insanların arasından dikkatli bir şekilde ilerliyor, önünde yavaşlayanlar olunca da onların durumunu anlamak için beklemeye başlıyordu. gözden kaybolacakken daha fazla dayanamayıp peşine düştüm onun. hızımı biraz arttırmam yetişmem için yeterli oldu. fakat yine de belirli bir mesafeyi koruyarak yürüyordum. böylece bir müddet ilerledik. dışarıya üç beş ufak masa atmış bir köftecinin önünde durup karnını doyuranları izlemeye koyuldu. sonra biraz daha yaklaşıp başını eğerek, masadakilerin yüzlerine bakma saygısızlığında bulunmadan sadece beklemeye başladı. gözlerinin içinde kuvvetli bir yansıma vardı. bu ışık dolu gözlerle uzun uzun bakmasına rağmen insanlardan onu fark eden ya da fark etse de üzerinde duran biri çıkmadı. onlardan umudunu kesince başını çevirip yavaşça uzaklaştı oradan. ara sokaklardan geçerek insan sürüsünden kurtuldu. böyle bir süre daha yürüyerek çarşıdan çıkıp çevre yoluna doğru ilerlemeye başladı. bu sırada duraksayıp geriye bakınca da beni gördü birden. kendisine baktığımı hissetmişti ki etrafımdaki insanların arasından sadece bana yöneltmişti bakışlarını. bir şeyler söylemeye çalışıyor gibi bir hali vardı. başını kaldırmaya zorlukla cesaret ediyor, dikkatli bakışlarla bakıyor ve pek uzun da tutmadan ara ara kaçırıyordu bu bakışları benden. bir beklenti içerisinde olduğu anlaşılıyordu ama ümidi olmasına rağmen yine de muhtaç olmanın utancıyla gururu harekete geçiyor ve sanki bu yüzden uzun süre bakamıyordu yüzüme. ama ara ara çekinceyle bana bakan bu gözler, daha önce hiçbir insanda görmediğim güçlü bir anlam ile doluydu. iç ezginliğini, hazlara ulaşma çabasının bedelini, tüm canlıların içine düştüğü bu çukurdaki çırpınışında yaslanabileceği bir yoldaş bulamayışının burukluğunu yansıtan bu bakışlar, içimde derin bir yara açmaya yetmişti. sevgiye değer görülmeyişinin yazgısını taşımakla yükümlü, evrende yapayalnız yaşayan ve sonsuz gecelerde yıldızlardan başka kimsesi olmayan bir canlının bakışlarıydı bunlar. bu halde uzun uzun baktıktan sonra tekrar yoluna döndü. ama yine de ara ara duraksıyor ve çekingen bakışlarını yöneltiyordu bana doğru. bir kavşağa yaklaşınca durdu, iki yön arasında kararsız kaldığı belliydi. ilerlemeye başladığı yoldan vazgeçip diğerine saptı. bu kararsızlıkları neredeyse her yol ayrımında tekrarlanıyordu. gün batımına doğru geniş bir beton borunun içinden geçip kayboldu ki kısa bir süre sonra ileride, otoyola çıkan bir tepede tekrar gördüm onu. şehri terk ederken bir nokta kadar kaldığı yerden son defa görmek ister gibi tekrar dönüp bana doğru baktı. güneş batıyordu artık günün hareketi, devinimi bitmiş akşamın sessizlik ve sakinliği duyulmaya başlanmıştı. o gözden kaybolunca ben de sanayi yoluna doğru dönüp, toprak yolda dağılan tozun içinde yürümeye devam ettim.
  • genç kız bir hemşire yeni gelmiş kasabaya güzel alımlı çekici. kimse ile ilgilenmez adı çıkar bir süre sonra bakire değil kendi memleketinden bu yüzden kaçmış diye. bakirelik önemli bakirelik kutsal rahatsız o çiğ bakışlardan o köşede ki fısıltılardan derken tanışır bir yaşlı adam ile adam genç sayılmaz ama kendi halinde iki göz bir odası var yaşlı adam yalnız. konuşur anlaşır evlenir yaşlı adam genç hemşire ile aslında kız temiz el değmemiş söylenenler hep iftira hep yalan dolan yaşlı adam mutlu gencecik hemşire artık karısı geçer aradan haftalar genç kız ister yatakta çılgın saatler ama yaşlı adam bitkin genç kız bir bakar yaşlı adam uyuyor. geceler uykusuz güzel hemşireye bir de bakıyor yaşlı adam hala uykuda....
  • yaşlı adam dertli kadın mutsuz hoş beş muhabbet güzel de yatakta karışık işler. yaşlı adam bir gün kahvede önünde bir bardak çay kafası derin düşüncelerde derken geliyor yanına kasabanın eczacı kalfası selam hatır derken oturur yanına çayıyla yaşlı adam anlatır derdini o genç adama adam akıllı getirir ona hemencecik mavi renkli habı der ki uyumadan önce içersen sana yatakta olmaz sabahlar sen mutlu kadın mutlu. yaşlı adam alır mavi habı koşar eve kadın gelmiş sofrada sıcak bir çorba ile bekler onu. düşünür yaşlı adam evlilik ne güzel evde yemek pişer elbiseler yıkanır ütülenir sürekli sıcak çay olur ocakta dünya güzeli eş kucakta yenir yemek içilir çaylar gelir uyku zamanı alır içer yaşlı adam o çocuğun verdiği mavi habını derken kadın mutlu yaşlı adam mutlu yatağa güneş doğdu ah bir de bu eve doğsa bebekli güneşler. yaşlı adam bir hayal kuruyor evin içinde kızlar oğlanlar....
  • yaşlı adam mutlu etmek istiyor genç kadını güzel bir yemek yapıyor onun için yıllarca yalnız yaşamış haliyle biliyor yemek yapmayı. genç kadın eve geliyor yorgun gözler kan çanağı gibi bütün gün koşturmuş çalışmış görünce yemeği gözleri canlanıyor mutlu oluyor sevildiğini hissediyor yemek yerlerken veriyor mutlu haberi genç kadın yaşlı adama genç kadın hamile bebekleri olacak yaşlı adam mutlu hayalleri gerçek oldu bu yaştan sonra baba olacak bazı şeyler yolunda gidince huzursuz oluyor yaşlı adam ya bozulursa ya güzel kadın onu bırakıp giderse diye düşünmeden edemiyor. derken aylar ayları kovalıyor ve o büyük gün geliyor gecenin bir vakti belki ikisi belki de üçü bir sancı ile uyanıyor genç kadın bu bebeğin geleceğinin mesajı yaşlı adam kalkıyor hemen ebe geliyor eve zaman duruyor yaşlı adam kışın ayazında kapının önünde oturmuş bekliyor ve bir çığlık bebek çığlığı ne güzel bir ses yaşlı adam mutlu o artık baba oldu minik bebek büyüyecek ona baba diyecek....
  • yeni hayatımın ilk gününe merhaba. sahi bir insanın kaç hayatı olurda bilmem kaçıncı yeni hayatıma merhaba diyordum. yaş ilerlerlerken bir çok şey değişiyordu. fakat hisler kontrolsüzce içini ele geçiriyor. çocuk gibi şen mi yoksa kaygılı mıydım? “bu değişiklik senin için iyi olacak!” cümleleri işitiyordum. kime göre iyi olacak yada iyi olacağını nereden biliyorsunuz? yada şu anım kötü mü? ben neden halen bazı soruların cevabını veremiyordum, yoksa büyümedim mi hala yada büyüdüğüm için mi sorularım cevapsız kalıyor?
    yeni hayatımın ilk gününde yeni bir insanla tanıştım, her şey bağlantılı mıydı yoksa bu sohbeti yaptığım için mi bağ kurdum? neler diyorum ben. her neyse… hiçlik ve değerler üzerine konuştuk. bir maddeden ibaret olduğumuzu savunurken, bunu özümseyemediğimizi düşünüyordum. bir madde bu kadar kendini önemser mi yada gecenin 3.30'unda ne anlamlı olduğu bu yazıyı yaza mı? bazı şeyleri savunurken ne kadar özümsüyoruz yoksa hayatımız laf kalabalığı üzerine mi kurulu?

    mutlu olan kim?
    mutsuz olan kim?
    huzurlu kim ?
    yada
    huzursuz kim?
    bunların ne olduğuna kim karar veriyor ve kime göre neye göre ?
  • gece oldu yine. yorgun bedenin dinlenmek için kendini yatağa fırlattı, kapıyı kapattı, perdeyi çekti. şimdi etraf sessiz ve ışıksız. uyuma ritüelleri bir bir gerçekleşti, işte şimdi hazırsın uyumaya. derken… düşünce balonları sıralandı, acaba insan neden geceleri daha çok düşünür?, unutma bu yarının araştırma konusu olsun, dedi ve devam etti. yine kapısını çaldı geçmişin acabaları ve kendince yüzleşmenin gerektiğini düşündüğün pişmanlıkları. ne değişecekti? aslında biliyorsun değişen pek bir şey olmayacaktı ama gerçekleşmemiş olaylar üzerinden beklenti sarmalı kurmak insanin kendini kandırarak aldığı bir zevk.
    önce olanları düşündü, sonra galeriye girdi yıllar öncesinden kalan bir fotoğraf aradı ama her şeyi acımasızca silmişti. sonra sordu kendine “insan zamanla unuturken, zamanla daha çok canını yakmayı nasıl başardın?” cevabı yoktu. diğer birçok soru gibi.
    içten içe kendine kızıp, kendine mahçup ve acır hislerle gecenin işlevini yani uyuma ihtiyacını gidermeyi bekledi. biliyordu sabah olacak ve gece zihnin üzerinde gezen bulutlar dağılıp günlük yaşamının keyifli anlarına devam edecekti. sonra tekrar gece ve tekrar aynı yorgun zihin. belki bir gün, belki bir gece keşkelerini düşünmeden uyuyacağı bir gün olacaktı. işte o gün çok güzel bir uyku uyuyacaktı…
  • insanın kendinden bile sığındığı vakittir, gece.
    öyle ki insanoğlu yalın ayak yürümeye çalıştığı günlerde cam kırıklarını ayaklarından toplamaktan başka bir şey yapmaz. hayat bu geçer, hayat bu devam eder. geçmez, geçmiyor, takılıp kalır ve yeniden yürüyedurmak için sebepler arar. üçüncüler, müdahaleler, elinde olmayan sebepler, itinayla mutluluğun düzenini bozar ve mutsuzluk çemberine iter seni. güçtür...öyle ki güçtür bazı şeyleri kavramak. zordur...var ki zordur sonuçlarına katlanmak. sebebi olmadığın sonuçlara çare aramak. öznesi olmadığın hikayenin çözümü olmaya çalışmak. en nankörü sevgidir bu öznelerin, şarktan garbe kadar her şeyi çözmeye yeteceğine inandığımız bu his, bazen de yorulur ve kaçar nihayetinde son sözüm hayat, onca uğraşa onca çabaya karşın, nerde senden alacaklarım?
  • as the warm yellow light cast its glow from his behind he bowed his head watching his dark deep shadow stretch.

    irish: oiii !!! ya thinkin' 'bout chocolates, luv?

    no. not his voice. not now...

    irish: oiii, talk to me! answer, will ya?
    dawn: ...

    if there was such a thing as a devil. it was him. his face stretched long, cheekbones ready to pierce through. crimson brows jutted from his prominent forehead, ever furrowed.

    irish: "dawn" what a load of rubbish name is it? what kind of parent names their kid like that? is it dark, light?
    dawn: back off...
    irish: cryin' to me mammy? ya got some nerve, ya posh git. let's settle this in the ring. just don't be surprised when ya find yerself kissin' the mat.
    dawn: shut your trap, you wretch.
    ırish: am i the wretch? i'm the devil of ireland. you git...
    dawn: oooh... that's rich... comin' from a dirty street rat like you.

    the irishman darted three unprecedented steps and leaped into the ring.

    irish: ya think ya stand a chance, ya pompous git? keep dreamin'. but hey, if ya feelin' lucky today step into the ring and let's see who's left standin'
    dawn: ya ain't gonna shut up, aren't ya? fine! if you wanna dance in the ring, let's make it done.

    dawn pondered "why? why did i agree to this?" he was good. far more than good. a big show. dawn had watched his 13 fights, never lost one. he was a devil... who crushed his opponents with hatred. unpredictable. no rules like a mad animal. he was chaos. destruction an abomination. his steps led him to the ring, dawn thought "i need to start my infinity engine... calculate every steps and move"

    the devil was left-handed... with long arms, long legs and lightning speed. suddenly, dawn noticed his lean body there was nothing to slow down his blows he had no fat on his body... yes this is it... this is his weakness. dawn need to break one of his ribs...

    he watched him closely in previous fights. he couldn't use his right foot. yes! he needed to disable his left leg... the first move should be this... cripple his right calf or knee then work on his chest and break a rib...

    his thoughts were over as he took three steps towards the ring and he jumped into the ring.

    irish: gonna bury yer sweet littl' nose in yer face. *with disgusting smile
    dawn: shut yo'r gut, ya ginger fuck. let yer fists do the talkin', not your cheap gut...

    someone behind had turned on music.

    irish barks two times... dawn was on the brink of losing his concentration, but quickly regained his focus. seizing the opportunity, the irishman launched an attack.

    "dawn" began to lightly bounce on his feet following the rhythm of the music. with the notes and rhythm divided in his mind into twos, fours, eights, 16s and 32s. he moved gracefully almost as if dancing perfectly synchronizing his movements with the music as he initiated his strikes with a harmony like a martial dance.

    stepping into the center of the ring with years of experience and skill the irishman took calculated steps forward. while the englishman tried to continue his plan... closed in step by step. ireland devil threw his first punch fiercely but the englishman swiftly evaded before the blow couldn't connect. however, englishman's strategy was to damage the devil's right leg and he kept pressing on to achieve this with serial low kicks.

    the movements in the ring became faster. the irish devil pushed the englishman's defense with powerful punchs with his long arms but the englishman managed to evade them with his agility. yet the devil's watchful eyes observed his opponent's weak spots and he continued with his strategy.

    suddenly, a voice from behind distracted dawn's attention. the englishman momentarily froze in half of a second. seizing the opportunity the irishman landed a powerful lightning fast punch hitting his mark. the englishman's jaw dislocated...
  • bir imkansızın hikayesi
    gözlerimi açtığımda, yüreğimdeki o ince ama derin sancıyı tekrardan hissettim. unutmamış olmanın verdiği mutlulukla yataktan kalkıp, kahvemi doldurdum. sahi, gittiğinden beri, çay içmez olmuştum. oysa ne çok severdim eskiden. gözlerimi kapatıp, kendimi televizyondan gelen anlamsız cızırtı seslerine bıraktım. yine başlıyordu, yine gözlerimin önünden tek tek kareler, bir film şeridi gibi geçip gidiyordu...
    henüz 21 yaşındaydım, üniversitede okurken, aynı zamanda yarı zamanlı bir işte çalışıyordum. isteyerek başlamamıştım, bana kalsa arkeoloji okurdum. ailemin de baskısıyla, işsiz kalırsın dikteleriyle, tıpı seçmiştim. dersler pek de umurumda değildi açıkçası, hatta ilk sene sınıfta bile kalmıştım. ailem de para desteğini sınıfta kaldığım için kestiğinde, bir işe girmiştim. okulu kırıp işe gittiğim de oluyordu bazen, patronla aramız iyiydi. bir gün, bana ortaklık teklif etti, hem tam zamanlı çalışırsın, hem devamlı aşçımız olursun şeklinde bir öneri sundu. kabul ettim. okulu 2.sınıftayken dondurdum, kafeye ortak olup tam zamanlı çalışmaya başladım. ailemin haberi yoktu, söylemeyecektim de zaten. amacım para kazanıp kendi dükkanımı açmaktı, ortak da olsak, çoğunluk hala patronun elindeydi, ve hala çok çalışmam gerekiyordu. 1 yıl bu şekilde geçti, hem aşçılık, hem de ara sıra paket dağıtmaya çıkıyordum. akşam dükkanı temizleyip kapatıyordum. bir gün bir kermes gördüm, okul için bağış toplanıyordu. aklımda birkaç ışık yanıp söndü, düşüncelerim resmen akıyordu. hem dükkanın reklamı, hem de çevredeki kafelerden müşteri çekebilme ihtimali oldukça güzel ve kazançlı duruyordu. o gün akşam, oturup düşündüm. aklıma konu için parlak bir fikir gelmemişti. sosyal medyada dolaşırken, kanser hastalarına peruk yapılması için saçını bağışlayan birini gördüm. işte bu dedim içimden, neden olmasın? kanser hastalarına saçını bağışlamayı kabul edecek, ve bir şeyler satın alarak peruk yapım ücreti için katkı sağlayacak kişiler olacaktı kermesin amacı. ertesi gün koşa koşa patronun odasında aldım soluğu, fikrimi anlattım. çok güzel bir fikir demişti, kermese özel başka ürünler de satışa çıkarabiliriz diye ekledi. bir kuaförle konuşmak da mantıklı olur dedim, saçlarını bağışlamak isteyenlerin saçlarını keser. olur dedi, sor bakalım birkaç kuaföre, kim kabul edecek? paket dağıtmaya çıktığımda birkaç kuaförle konuştum, nurgül abla kabul etmişti. kuaför tamamdı, patrondan izin de almıştım, geriye bu işin reklam kısmı kalıyordu. afiş asmayı düşündüm, ve kendi sosyal medya hesaplarımdan paylaşıp arkadaşlarıma haber verdim. afişleri bastırıp sokak lambalarının direklerine, bizim kafeye, bulduğum her boş yere astım. müşterilere de kendim söyledim, çok heyecanlıydım. kermes günü gelip çattı, üniversiteden arkadaşlarım, bazı müşterilerimiz, ve tanımadığım insanlar katıldı. yiyecekleri biz hazırlamıştık, masalarda hepsi düzenli bir sırayla alıcılarını bekliyordu. nurgül ablanın kuaför koltuğunu ve masasını getirmiştik, o da bekliyordu ziyaretçileri. oldukça güzel bir katılım sayısıyla, gün ortasına doğru zaman geçiyordu. sarma tezgahının başında beklerken, bir kız geldi. gördüğüm anda dilim tutulmuştu, beni büyülemişti. ayağa kalktım, buyurun, hoşgeldiniz dedim kekeleyen bir sesle. sarma almak istediğini söyledi, ve saçlarını nerede kestireceğini, bağışlamak istediğini belirtti. nurgül ablanın yerini gösterdim. gülümseyerek teşekkür etti, nurgül ablaya doğru yürürken beline uzanan kızıl saçlarına takılıp kaldım, ta ki başka bir müşteri gelene kadar. porsiyonu ne kadar sorusuyla irkildim, ve kızı unutup işe devam ettim. akşam patronla buluştuk, karı hesaplayıp işleri hallettik. çok yorgundum, nurgül ablaya ne kadar saç bağışlandı diye sormadan evin yolunu tutup, yatağıma uzandım. sabah dükkandan önce nurgül ablaya uğradım, ne kadar saç kesildi diye sordum. 100 kişi geldi dedi gülümseyerek, kolilere koyduğu saçları gösterdi. hepsinin peruk yapılmasını istediğimizi söyledim, ücreti konuştuk, kabul edip dükkanın yolunu tuttum. ocağı yakıp işe başlayacaktım ki, kızıl saçlı biri girdi içeri. garson henüz gelmemişti, siparişini almak için oturduğu masaya gittiğimde, yüzü beni afallatmıştı. dün gördüğüm kızdı, şimdi yine gülümseyerek bana bakıyordu. çehresine baktıkça kendimden geçtiğimi hissediyordum, ama bunun sebebini henüz anlamamıştım. kahvaltı tabağı istediğini söyledi, donup kaldığımı farketmiş olacak ki, dalgınsınız sanırım, dün biraz yoğun geçmiş olmalı, ne istediğimi sormadınız bile dedi. haklıydı, yorgundum hala. afedersiniz dedim, hemen hazırlıyorum. mutfağa geçip tabağı hazırlamaya başladım, ama hala şaşkındım. neden geldiğini düşünüyordum hala. o dalgınlıkla ve düşüncelerimle boğuşurken, yanlışlıkla elimi kestim. alışıktım, bir peçete alıp sildikten sonra yıkadım. ecza dolabından bir yarabandı alıp parmağıma alelacele doladıktan sonra tabağı hazırlamaya devam ettim. garson gelmişti, tabak da hazırdı. kendim götürmek istemiştim, kızın yanına gidip servis ettim. teşekkür ederim dedi, kulağına kadar kısalan saçlarını ancak farketmiştim. afedersiniz dedim, dün kermese gelip saçınızı kestirdiniz mi? evet dedi gülümseyerek, hatta size sormuştum yerini. hatırlıyorum dedim, kermesimize katıldığınız için teşekkür ederim deyip mutfağa geri döndüm. diğer müşteriler geldikçe, aklımdaki düşünceler yerini yetiştirmem gereken yemeklere bıraktı. aradan 1 hafta geçti, kızı neredeyse unutmuşken, markette karşılaştık. uzanamadığı raftaki paketi alıp ona uzattım. biraz şaşırmış gibiydi, masmavi gözleriyle anlamsızca baktı yüzüme. sizi bir yerden tanıyorum sanki dedi. gülümsedim, evet dedim, kermeste karşılaşmıştık. ha evet, hatırladım dedi. burada mı oturuyorsunuz diye sordum, evet diye cevapladı, kafeye birkaç kez daha geldiğini, ama beni göremediğini söyledi. mutfaktayım genelde dedim, bazen de paket dağıtmaya çıkıyorum. anladım dedi, iyi akşamlar deyip ayrıldık. eve gidip yatağıma uzandım, ve ismini bile bilmediğimi farkettim. canım sıkılmıştı, düşüncelerim beynimi kemiriyordu. ailem okulu sorup duruyordu, bıraktığımı bile söyleyememiştim. işler iyi gidiyordu ama, bu kızın bilinmezliği ve ailem beni bunaltıyordu. düşünmemek için dışarı çıktım, bir çay alıp sahil kenarına oturdum. çöken karanlığı seyrederken zihnimi boşaltmaya çalıştım, her ne kadar başaramayacağımı bilsem de. 2 gün sonra düşüncelerimde haklı olduğumu anladım, ve ailem çalıştığım kafeye geldi. hoşgeldiniz faslından sonra babam buz gibi okulu bıraktığını neden söylemedin dedi, gidip öğrenci işleriyle konuşmuşlar, ve okulu dondurduğumu öğrenmişlerdi. olanları anlattım, dükkana ortak olduğumu, iyi kazandığımı, kendime ev tuttuğumu söyledim. zaten tıp okumak istemiyordum diye ekledim, para biriktirip kendi dükkanımı açacağımı anlattım. kabul ettiler, etmeseler de zaten dinlemeyecektim. kafamı dağıtmak için çatı katına çıkıp camı açtım, çektiğim sigara ciğerlerimi doldururken elinde iki çayla o kız geldi. artık onunla denk gelişlerimizde şaşırmıyordum, neredeyse her yerde görüyordum. nasılsın dedim, teşekkür ettim çay için. o da ailesiyle sorunlarını anlattı, ben de biraz bahsettim. sanki çok eskiden aşinaydık birbirimize. çayı bitirdikten sonra aşağı inmem gerektiğini söyledim, kolay gelsin dedi. tam merdivenleri inerken kafamda bir şimşek çaktı, hala kızın adını sormamıştım. tekrar yukarı çıkıp sordum, bu arada adın ne dedim. güldü, sahiden ya dedi, o kadar karşılaştık, konuştuk ama hala adımızı bilmiyoruz. ben selin dedi, ben de murat, memnun oldum diyerek elini sıktım. bu akşam sahilde yürüyelim mi, tanıdığım çok güzel bir köfteci var dedim. mustafa usta mı dedi, evet dedim gülerek, duymayan kimse yok herhalde diye ekledim. olur, ben de gitmeli uzun zaman olmuştu, deniz kokusu iyi gelir bana da dedi. akşam 8’de sözleştik, ve işime geri döndüm. ama odaklanmak ne mümkün, selin hanım çoktan dikkatimi dağıtmıştı bile. akşam erken çıkacağımı söyleyip 7’de dükkandan ayrıldım ve yola koyuldum. eve uğrayıp üstümü değiştirdim, en sevdiğim parfümümü sıkıp sahile yürüdüm. saat tam 8’de köfteci mustafa’nın taburesinde oturuyordum. selin’i beklerken bir çay söyledim ve denizi seyrettim.10 dakika sonra gelmişti, ayağa kalkıp elini sıktım, hoşgeldin dedikten sonra oturduk. köfteleri söyleyip sohbet etmeye başladık, arkeoloji okuduğunu söyledi. gözlerim parlamıştı, sahiden mi diye sordum. evet dedi. hayalimi anlattım, benim de eskiden arkeolog olmak istediğimden bahsettim. üzülmüştü, sağlık olsun dedi. öyle diyerek konuyu kapattım. yemeğimizi yedikten sonra sahil boyunca yürüdük sessizce. saat 10’a geliyordu, ailem merak eder diyerek vedalaştı. gitmeden önce durdurdum, bir daha ne zaman buluşuruz? diye sordum. gülümsedi, bilmem, bakarız diye kaçamak bir cevap verdi. numaranı alabilir miyim dedim, hem yarın bir planım var, ondan bahsederim. ne planı dedi, sürpriz olsun o da dedim muzipçe. tamam dedi gülerek, numarasını aldım. eve vardığımda yarın sabah 10’da kafeye gelir misin diye mesaj attım, tamam dedi. nurgül ablayı arayıp peruğun hazır olup olmadığını sordum, hazır dedi ve gidip aldım. kızıl saçları ne güzel görünüyordu öyle. onun saçlarından yapılan peruğu aldım, sokağımızdaki lösemili kızın evinin kapısını çaldım. ailesine olayı anlattım, büşra’ya bir sürpriz yapmak istiyorum dedim. kabul ettiler, yarın 10’da kafeye geleceklerini söylediler. teşekkür edip ayrıldım, günler sonra rahata kavuşmuştum. aileme durumu açıklamıştım, işler iyiydi, selin de çok mutlu olacaktı. mutlu uyudum, sabah dinç şekilde kalkıp kafeye gittim. selin tam 10’da gelmişti, beraber çay içtik. eee, sürprizin nerde? diye sordu, ve tam o sırada büşra ve ailesi içeriye girdi. hemen kalkıp karşıladım, bizim masamıza aldım. onlara da bir çay aldıktan sonra, gidip peruğu getirdim. selin anlam veremiyordu, ama poşetten çıkardığım kızıl peruğu görünce gözlerime bakıp mutlulukla baktı. büşra’ya kızıl peruğu taktıktan sonra ikimiz de ona sarıldık ve ona pasta kestik. selin, büşra’ya dolu gözlerle bakarak benden daha çok sana yakıştı dedi. büşra mutlulukla, ben de saçlarım çıkınca çoook uzatacağım, ve ben de selin abla gibi saçlarımı bir çocuğa vereceğim dedi. selin minnetle baktı büşra’nın gözlerine, olur bitanem dedi, çok güzel olur. büşra ve ailesi gittikten sonra selin birden bana sarıldı, çok teşekkür ederim dedi boğuk ve ağlayan bir sesle. sıkıca sarılarak ben teşekkür ederim dedim, bak büşra’yı ne kadar mutlu ettin. kokusu burnumu bir cennet bahçesine çevirmişti, ve o an, gerçekten de o hissettiğim duyguya anlam bulduğumu hissettim. aşktı bu, anlamsız sandığım kalp çarpıntıları hep bu yüzdendi. her gece onu düşündüğümü hatırlayıp gülümsedim. masamıza geri oturup bir çay daha içtik, ve kalkması gerektiğini söyledi. tamam dedim, görüşürüz. 2 ay bu şekilde geçti, buluştuk, konuşmaya devam ettik. sonra bir gece karnının çok ağrıdığını söyleyip hastaneye gitti, yanına gittim. doktor sabahı burada bekleyelim, müşahade altında kalsın dedi. tamam dedik, elini tuttum, yanındaki koltuğa oturup el ele uyuduk. sabah başka bir doktor geldi, biyopsi ve mr istediğini söyledi, korkmaya başlamıştık. istediği tetkikleri verdikten sonra bize biraz daha beklememiz gerektiğini söyledi. selin korkuyordu, ben de korkuyordum. ama ona belli etmemek için sımsıkı tutuyordum ellerini, sorun çıkmayacağını söylüyordum. ertesi gün doktor hissiz bir yüz ifadesiyle odaya girdi. selin’in pankreas kanseri olduğunu, sinsi ilerleyen bir tür olduğundan dolayı kendini belli etmediğini söyledi. selin ağlamaya başlamıştı, doktor tedaviye hemen başlamamız gerektiğini söyledi. ailesini aradı, onlar da apar topar hastaneye geldiler. doktor olayı ailesine de anlattı, tedaviye hemen başlayalım dedi doktor da. o gün ilk kemoterapisini aldı selin, midesi fena bulanıyor, sürekli kusuyordu. ailesi belli etmese de, annesinin gözleri kızarık kızının elini tutuyordu. ilaç bittiğinde çok bitkindi, zar zor yürüyordu ve çok yorgundu. doktor eve gidebileceğini, ama haftaya tekrar gelmesi gerektiğini söyledi. tamam diyerek ayrıldık hastaneden, selin’i eve bıraktıktan sonra vedalaşıp ayrıldım. 2 kırmızı alıp sahile oturdum, düşünmek bile istemeden yalnızca içtim. biralarım bittikten sonra eve gidip sabaha kadar ağladım, pankreas kanserini araştırdım, en iyi doktorlar, en iyi hastaneleri bulmaya çalıştım. patronu arayıp izin istedim, 1 hafta gelemeyeceğimi söyleyip olayı anlattım. anlayışla karşıladı, halledeceğini söyledi. teşekkür edip kapattım. uykusuz bir halde evlerine gittim, ailesi beni hiç sorgulamadı bile. sanırım kısıtlı zamanları iyi değerlendirmeye çalışıp, kızları ne isterse onu yapacaklardı...
    odasına gittim, kapısını çalıp içeri girdim. kızarık gözlerini silmeye çalıştı, hiçbir şey söylemeden sarıldım. kısacık saçlarını okşayıp hepsinin geçeceğini söylediğimde ağlamaya başlamıştı. durdurmadım, gömleğimi ıslatana kadar, rahatlayana kadar sustum yalnızca. başını boynuma gömüp seni çok seviyorum diye fısıldadı, ben de seni çok seviyorum diyerek karşılık verdim. okumadığım tıpa lanetler saydırıyordum içimden, keşke daha çok şey bilseydim, keşke okula devam etseydim diye düşünüyordum. sesi kesildi, sarılmayı bırakıp ellerini tuttum. araştırdım ve istanbul’da çok iyi bir doktor varmış, bir de oraya gidelim dedim. ne fark eder ki dedi umursamazca, zaten ölmeyecek miyim? boğazım düğümlendi, ama güçlü durmalıydım. hayır dedim, ne ölmesi? çatık kaşlarıma merhametle baktı, kurtulacağıma inanıyor musun gerçekten diye sordu. ümitsizdi sesi, kırgındı. evet dedim, sonsuz inanıyorum hem de. gözlerini silip yüzünü okşadım, her şeyin yoluna gireceğine söz verdim. ailesiyle konuştuk, istanbul’daki doktor olayına onlar da olumlu baktı. ertesi gün yola koyulup istanbul’a gittik. doktor raporlarını inceledi, oldukça olumlu şeyler söyledikten sonra burada devam edelim diye ekledi. tamam dedik, yatışını gerçekleştirdik. 3 ay oldukça iyi ilerledi, hatta tümör küçülmeye bile başladı. ben ara ara yanına gidiyordum selin’in, iyi de görünüyordu. çalışmaya devam ediyordum, ailesine söylemeden doktorla konuşup masraflara yardımcı oluyordum. doktor ameliyat olması gerektiğini söyledi, kapsamlı bir ameliyat olduğu için oldukça pahalıydı. sonucunda kurtulabileceğini, yaşam kalitesinin artacağını söyledi. ailesi parayı denkleştiremedi, ben tüm biriktirdiğimi parayı koyup kredi çektim, patrondan da borç istedim. arabasının anahtarını uzattı, minnetle teşekkür edip arabayı aldım. parayı denkleştirmiştik, hemen istanbula gidip doktora ödemeyi yaptım. ertesi gün ameliyata alındı selin, hepimiz korku ve heyecanla bitmesini bekliyorduk. 8 saatin sonrasında doktor gülümseyerek çıktı, iyi geçtiğini söyledi ve derin bir nefes aldık. 2 hafta daha hastanede kaldıktan sonra kemoterapiye devam etti selin, ben de işe döndüm. her gece onu düşünüyordum, boğuk hastane odasında beraber güldüğümüz zaman bile orası benim için dünyanın en güzel yeri oluyordu. kazıttığım saçlarıma bakıp gülümsedim, doğru kişi olduğuna öylesine emindim ki. 1 ay sonra taburcu olabileceğini söyledi doktor, arayıp mutlulukla konuştuk.
    hayat, biz planlar yaparken gülen kaderin oyunudur derler, eskiden inanmazdım, ama ne yazık ki gerçekliği tattım. seline evlenme teklif ettim, 1 ay sonra, taburcu olunca düğünümüzü yapalım dedik. çok mutluyduk, beraber çay içerek kutlamıştık. ama sonra, kader yüzünü gösterdi ve selin tekrar kötüleşti, doktor artık bir şey yapılamayacağını söyleyip, yalnızca ağrısını kesmeye yönelik bir tedavi uygulayabileceğini söyledi. duvarları yumrukluyordum, ağlıyordum sessizce. seline bunu söylememe kararı aldık, son zamanlarını iyi geçirecekti. dayanamıyordum çaresizliğe, ölümün bu denli ensemizde olma ihtimali bile mahvediyordu beni. raporlarını başka doktorlara gönderdim, ve hepsinin cevabı aynıydı. verdikleri yoğun ağrı kesiciler iyi hissetmesini sağlıyordu, ve biraz olsun dışarı çıkabiliyorduk. 2 ay böyle sürdükten sonra, bir gece kalbi durdu, ve bize veda etti selin. mutlulukla girdiğim hastaneden, ruhumu bırakarak çıktım. cenazesinde ölü gibiydim, sanki ben de onunla beraber gömülüyordum. alyansımla oynayıp duruyordum, ve beraber çektiğimiz fotoğrafları getiriyordum gözlerimin önüne. o güzel kalbini, saçlarını, gülüşünü, her detayını aklıma kazıdığım yüzünü hatırlıyordum. o gece mezarında kaldım, saatlerce karanlığın içinde ağlayarak selinle konuştum. sabahladım orada, uyuyup kalmışım. sabah bekçi uyandırdı, iyi misin kardeşim sorusuna diyecek bir şey bulamadan kalkıp dükkanın yolunu tuttum. hayat bomboş geliyordu, neler olup bittiğine doğru dürüst anlam bile veremiyordum. 1 sene daha kafede çalıştım, patrona arabasını geri aldıktan sonra işi bıraktım. okula geri döndüm, tıpı bitirip onkolojide uzmanlaştım. okuyarak sanki, keşkelerimi geri almaya çalışıyordum. sanki hastalığını daha iyi öğrendiğimde onu geçmişe dönüp yaşatabilecekmişim gibi...
    aradan yıllar geçti, ve ben artık 48 yaşındayım. birçok kanser hastası gördüm, ve hepsinin yüzü farklı olsa da, hep seline benzeyen taraflarını buldum. geçen zamanla, pişmanlığım azaldı, ben elimden geleni yapmıştım çünkü. ancak kederim hiç azalmadı, hala içimde bir yarayla selini anımsıyorum. hala çaya elim gitmiyor, onsuz içtiğim ancak katran olur bana.
hesabın var mı? giriş yap