• ilk defa, sosyal bilimci olan (bkz: lester brown)'un (bkz: dünyayı nasıl tükettik) adlı eserinde tanımlayarak literatüre soktuğu devlet-millet ikileminde bir sendromdur.

    şöyle ki bu sendrom aslında bir nevi bizim ülkemizi anlattığı için ilgi çekicidir. daha çok nüfus yoğunluğu sonucu tarımı bırakıp da sanayiye yönelen ülkelerin dışarıdan tahıl ithal eder duruma gelmesini, sanayileşmeyle birlikte sonradan görme hale gelen insanlığın artan geliri aşırı tüketim sendromuna finanse etmesiyle birlikte bir de doğanın yaptığı, yapacağı acımasızlıkların önümüzdeki yıllarda doğuracağı ''doğal yoldan üretilen tahıl kıtlığı'' üzerine durmasıyla tam bir tetikçi komplo teorisyeni görevini yerine getirmektedir abimiz. halihazırda bu ekol komplo teorilerine alışık fakat kesinlikle haksız değiller. malthus'un 2 kere 2 dört eder teorisini insanlar pek ''vicdanlı'' bulmasalar da adam doğruyu söylüyordu. nüfus aynı hızda artmaya devam ettikçe insanın doğasını bilen bir insan olarak ve güce sahip bir insanın yapabileceklerini tahmin eden her orta düzey iq'ya sahip varlıklar olarak 2025 yılında bizim dahi 92 milyon nüfusa ulaşacağımızın tahmin edildiği bir dünya, çok da pembe olmayacaktır.

    japon sendromu'na dönersek de bu biziz. fakat biz çok da yoğun nüfuslu bir ülke değiliz. sanayimiz de son yıllarda yükselmekte. tarım da bir o kadar düşmekte. coğrafi konumumuzun getirileri sonucu fındık birinciliği, incir birinciliği, üzüm ve zeytinde söz sahibi bir ülke olmamızın yanı sıra zihni derin'in katkılarıyla da dünya çay üretiminde 5. sıradayız fakat yurt dışından tahıl ithal ediyoruz. çünkü biz de birçok hükümette gördük ki kazandığımız, bize hibe edilen( amerika, truman, marshall vb.) paraları dahi yol, köprü, traktör gibi yatırımlar uğruna plansız bir şekilde sürekli harcadık. ha, bu 1950'de işe yaradı mı? yaradı. ekili toprağımız katlandı, çiftçinin cebi para gördü, türk ürünü ihraç edilir oldu, iç ticaret canlandı fakat plansız olunca bir yerde para bitti. işte bugün dahi devam eden sınırlı tarım yatırımı arkasında devam eden sınırsız betonarme yatırımı bizi tarımda kendi kendimize yettiğimiz yanılgısına sürüklüyor. fakat biz dışarıdan tahıl, hayvan, yem, gübre, tohum ne ararsan ithal ediyoruz. işte az gelişmiş, gelişmekte olan ya da zıplayarak gelişen( kısa süre içerisinde büyüyen japonya, g.kore, mao'dan sonra çin gibi) bu sendroma kapılabiliyor. fakat az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri, zıplayan ülkelerden ayıran şey tüketim sendromu noktasında oluyor. binlerce dolar kazanan japonlar bizdeki en düşük ücreti alan ailelerin kaldıkları evlerin yarısından az metrekareye sahip yerlerde kalırlarken, kendi ürettikleri üstün teknolojileri ucuz olmalarına rağmen kullanmazlarken biz, eşek yükü para ödeme pahasına o teknolojilere saldırıyoruz. bu sendromun tedavisi günümüzde pek basit denemez. bir israil gibi çöllerde tarım kentleri kurup, bu tarım kentlerinde susuz yetiştireceğimiz gdolu soya, mısır, pamuk, kanola vb. şeylere yönelmedikçe zor. ki günümüzde organik tarımın da ne denli imkansız olduğu yüzlerce araştırmaya konu olduğu için (yağmur, gazlar, yan komşu gübresi, atıklar, pislenmiş sulama suyu vb.) önümüzdeki çeyrekte fao, wfp, ifad gibi örgütlere konuşmaları** ve bir şey yapmamaları için bolca malzeme çıkacağının kanıtı. biz yine sözde organik besinlere ederinin 10 katı ücretler ödüyor olacağız tabii...
hesabın var mı? giriş yap