• "üçlü" onları tanımlamaya yeter.

    (bkz: simone de beauvoir/@mimiko)
    (bkz: jean-paul sartre/@mimiko)
  • öğlene doğru plaja gidiyorduk ve sartre bana yüzme öğretiyordu: suyun üstünde durmayı başardım ama hiçbir zaman on metreden fazla yüzemedim. sartre bir kilometre yüzebilirdi; ama tek başına açıktayken, koskocaman bir ahtapotun suyun dibinden alarak onu dipsiz derinliklere sürükleyeceğine inanıyordu: sağlam toprağa hızlı kulaçlarla geri dönüyordu. bütün panjurlarını kapatmış olduğumuz villanın gölgesine saat ikiye doğru dönmek hoşuma gidiyordu.

    simone de beauvoir- olgunluk çağı ıı*
  • konusacaklari, anlatacaklari bitmemis olacak ki, paris'teki montparnasse mezarliginda yan yana yatiyorlar.
  • yirminci yüzyılın entelektüel ve gözünden sakınansı açık ilişkisidir.

    simone, mektuplarında "ufaklıkların en hası" diye hitap eder sartre'a ; sartre ise "kunduzum" der, simona.

    beauvoir mektuplarının bir bölümünde sartre'a olan şefkatini ve tutkusunu şöyle ifade ediyor:

    "sizin yanınızdayken hiçbir şey bana önemli gelmiyor. hatta sizden ayrılmak bile! ama sizden uzaktayken en küçük dert bile çekilmez oluyor... sizi hafif trajik ve biraz da kendini bırakmış bir biçimde seviyorum.

    kunduzunuz"

    *simon de beauvoir’den sartre'a mektuplar
  • hayata bakışımı komple etkilemiş ilişkidir.

    sanırım 15 yaşında olmalıyım, önce sartre okumaya başladım. ilk okuduğum kitabı, akıl çağı'ydı. o yaşımda bile epeyce hissetmiştim otobiyografik bir tarafları olduğunu. ufak ufak araştırmaya başladım, ve voila, de beauvoir'la tanıştım. sonra bir adım, bir adım daha, ilişkilerinin mahiyetini anlatan yazılarla karşılaştım. ki varoluşçulukla daha yeni hemhal oluyorum, varoluşum özden önce gelirmiş, özümü ben inşa edebilirmişim, hatta toplumu külliyen yapısöküme uğratıp öyle inşa edebilirmişim. ne saadet! nasıl bir özgürlük kapısı açmıştı bana bu “keşfim”. bu bile çok güzelken, bir de aşkı sahiplenme ve mülkiyet üstünden tanımlamayan, aşkın “özü”yle ilgilenen bir ilişki anlayışıyla tanışmak… işte -15 yaş heyecanıyla düşününüz!- benim düşündüğüm, “keşfettiğim” fikirlerimi, o çok başka fikirlerimi meğer benden on yıllar önce düşünen birileri varmış! hatta düşünmekle kalmamış, pek güzel teorize de etmişler. “onaylanmış” hissediyorum kendimi; ilişkilerin basit bir sahiplik yarışına çevrilmesinin, kendiliğinden gelişen sadakat harici beklentilerin aşkı kirlettiğini düşünen benden başkaları da varmış, hem de koca koca felsefeciler! oh, ben tuhaf değilmişim, böyle düşünen mühiiiim isimler de varmış!

    sartre ve de beauvoir'a ithaf edilen bir hikaye vardır ki, gerçekten doğru mu yanlış mı olduğunu öğrenmeye hiç çaba harcamadım, hatta bilakis bundan kaçtım. belki bu hikaye kafamda bozulsun istemedim, kim bilir. denir ki, gerçek sadakatin verdiğin sözü tutmak, sözüne sadık kalmak olduğunu düşünen sartre ve de beauvoir bir konuşma esnasında, “bir yıl sonra bugün, tam saat 12:00'de, eyfel'in önünde” diye sözleşirler ve bir daha bunun lafını etmezler. bir yıl sonra kararlaştırdıkları saatte eyfel'e giden de beauvoir, sartre'ın beklemekte olduğunu görür ve “sadakat budur” der.

    kesin olan şeye gelelim: ikili arasındaki muazzam entelektüel aşk. cinsel anlamda başkalarını arzulamış olabilirler, misal sartre'ın kırdığı fındıkların yanında de beauvoir'ın pek derinlikli ilişkileri vardır (tamam sartre'a laf sokmayacağım!), ama ölene dek muhtemelen birbirlerinin yazdıklarını ilk okuyan, ilk eleştiren, her konuda fikir alışverişi yaptıkları ve söylediklerine güvendikleri insanlar aynıdır: sartre için de beauvoir, de beauvoir için ise sartre. dürüst olayım, bundan daha büyük, daha özel, daha yüce bir aşk modeli hayal edemiyorum. çünkü arzu geçicidir; tensel istekler, heyecan, merak, hepsi zamanla azalır. zamana karşı koyabilen nedir ya? içimizdeki dünya (evet, aynı zamanda mükemmel bir turgut berkes şarkısı, esgeçmeyelim!) sartre'ın gerçi de beauvoir'a “bir an bile durmazdım burada/ güzelliğin olmasa / gördüklerim aynası ömrümün” demiş olması çok muhtemel olsa da -zira muazzam güzeldir de beauvoir, kantara vurulsa sartre'ı en az ona katlayacağı da muhakkak!- biz “bir ömür bu rüya” kısmına odaklanalım. zihinleri öyle bir ritme kavuşmuş, birbirlerine öylesine entelektüel bir aşık, dost, sırdaş, editör, yoldaş olmuşlar ki bu aşkı kıskanmamak mümkün değil. böyle aşkın bir ilişkiye kaç kişi sahip olmuş olabilir? evet, karşılığında acılar çekilmiş, kıskançlıklar yaşanmış, bedeller ödenmiş midir? şüphesiz. (önceki entry'lerde değinilmiş, girmeyeyim o kısmına.) ama değer miymiş? bana sorarsanız evet. ben olsam, ben de o bedeli öderdim, son kuruşuna kadar.

    zira hayatınızda kaç kere o dili tutturabilirsiniz allaseniz? resmen dünya üstünde kimsenin konuşmadığı bir dili konuşan son iki kişi olmak gibi bir şey bu, ki hayali bile cihana değer!

    ilişkilenmenin çok yolu var, ilişkileri biricik kılan çok şey var (iyileştirici yönü, içerdiği şefkat dozu, verdiği güven vs.) ama sorsanız bir numara ne diye, işte paylaşılan o zihin, işte entelektüel aşk derim. çünkü bunun sınırları yok, arzu sönse de, yaşlansan da etkilenmez bu entelektüel aşk, ilelebet sürer. bundan daha muazzam ne olabilir ki?
  • görsel

    sevgi neydi? sevgi emekti.
    bu lafı sartre ve simone de beauvoir çiftinin karşısına geçip söyleyecek olsak herhalde ikili akşama kadar katıla katıla gülerdi. öyle ya neyin emeğiydi sevgi? verdiğin emeğin karşılığı olarak bir beklenti miydi? beklenilen neydi? dayanışma mı? peki ne için dayanışma? sürekli birinin varlığına ihtiyaç duymak? kendini başka bir insan üzerinde tanımlamak? bir bedene tamamen sahip olmak? durup dururken neden emek veriyorduk? ne bekliyorduk? bu beklentin karşılığında ne alacaktık? bunlar bu emeğe dahil miydi? bu nasıl bir emekti?

    sevgi emek falan değildi. emek başka bir şeydi, sevgi başka bir şey… bir defa durup dururken aşkın adı neden sevgi olmuştu da sonra bir de sevgi emek olmuştu? gönlün başka adamdayken ihtiyaçlarını başkası karşıladı diye mi? gönlün başka adamdayken sen ne yaptın? neden diğer adama – kadına muhtaç kaldın?

    20. yüzyıl düşünce hayatının en önemli iki ismi olan sartre ve simone de beauvoir, 1929 yılında sorbonne’da tanıştılar. sartre toplu derslerde gördüğü simone’dan öylesine hoşlanır ki, onunla tanışma isteğini, ortak arkadaşlarından birinin aracılığıyla gerçekleştirir. ilk karşılaşmalarının üzerinden birkaç ay bile geçmeden jean-paul ve simone ayrılmaz bir ikili olacaklardır.

    büyük aşk böylece başlar.

    tanışmalarının ardından dünyaya, hayata aynı pencereden baktıklarını görmeleri bir rastlantı değildi.düşünce ve yazılarında daima birbirlerinden etkilendiler. sorbonne üniversitesi’nde felsefe eğitimi yaparken ona ‘le castor’ kunduz, adını taktılar. sartre, simone’nin elini tutarak ona “kunduzcuğum bizim aşkımız hep bu güzelliğiyle ve gücüyle sürecek, bunu hissediyorum. lütfen kesinlikle evlenmeyelim” diyordu.

    devlet, toplum ya da aile gibi kavramları reddediyor, bireyin kendi kaderini kendisinin tayin ettiğini savunuyorlardı.

    sorbonne’dan sonra her ikisi de değişik liselerde felsefe dersleri vermeye başladılar. her gün ya yazıştılar, ya görüştüler, ya da bir şekilde bağlantı kurdular.

    jean paul sartre ilk romanı olan bulantı’yı (1938)öğretmenlik yıllarında yazdı. toplum karşıtı düşüncelerle sonradan sartre’in felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer verdi.

    evlenmediler, aynı evde yaşamadılar ama her gün mutlaka görüştüler, hiç çocukları olmadı. evli çiftler gibi birbirlerine yalan söylemeyi reddettiler, cinsel hayatlarında sınırsız özgürlüğe sahiptiler; ama birbirlerine bu konuda her şeyi anlattılar.simone de beauvoir aynı nelson’a mektuplarından birinde “artık seni o kadar çok seviyorum ki, lütfen beni daha az sevmeye başlama” gibi aşkın en yalın ve kırılgan cümlelerinden birini de yazmıştı.
    sadakat ne demek, birbirleri dışında başkalarıyla birlikte olmamak mı? yoksa her konuda birbirlerine şeffaf olabilmek mi? belki de sadece tam olarak dürüst olmak demek…

    özgürlük ve bağlılık arasında akılcı bir denge kurmayı başarmışlar. ilişkilerinin dinamiğide buradan geliyor. yazdıkları, yaşamlarında birşeyler yer değistirdiğinde meydana geliyor.

    sartre, 1943 yılında felsefi alanda en ünlü eserlerinden biri olan, varlık ve hiçlik kitabında; “insan bazen özgür, bazen köle olamaz” ana fikrinden yola çıktı. insan bilincini, varlık ya da nesnelerin “şeyleri” karşısında bir “hiçlik” olarak yorumladı.

    “biz birbirimizin aynısı iki insandık ve aşkımız biz var oldukça sürecekti, ama geçici ilişkilerin kazandıracağı zenginliklerin de yerini dolduramazdı.''

    kalıplaşmış değerleri bir kenara atarak, yepyeni bir felsefe yaratmak için duvarları yıkarak yaşamak. aralarındaki ilişki, tek eşli değildi. sadakat kavramı sadece dürüstlükten geçiyordu. yaşadıkları “her şeyi” birbirlerine anlatarak “saydam ve yalın” olmayı kararlaştırmışlardı.

    evlilik kurumunda parmağa takılan bir yüzükle bağlılık gösteren ilişkiler, onların dünyasında dürüstlükle güvence altına alınıyordu. kimine göre ahlaksız bir aşk, kimine göre aşkın adını kirleten bir aşk, bana göre ise sadece aşk.

    klasik toplum düzenine karşı direniş

    iki asi insan, bir ilişkiyi paylaşıyor. inandıkları, söyledikleri ve yaşam şekilleri toplumu derinden sarsmaya yetiyor. politika, ikilinin hayatında önemli bir yer tutuyor. karşı oldukları burjuva düzene rest çekebilmeleri için bir araç olmakla birlikte, aynı zamanda savundukları özgürlükçü yaşamı destekleyebilmek ve kadın haklarına da dikkat çekebilmek için sokak protestolarında, ön safhalarda verdikleri mücadeleler. bir de yetmezmiş gibi aşklarını sonuna kadar, diledikleri gibi yaşayabilmek. cesaret gerektirir.
    “başkalarına olan duygularınızı kıskanmıyorum. başkalarının size karşı olan duygularını kıskanıyorum.”

    kendisini feminist olarak sınıflandırmasa da beauvoir hayatı boyunca özgürlüğünden ödün vermemiş, jean-paul ile süren ilişkisi, hayatına başka kadın ve erkeklerin girmesini engellememiştir.

    bu maceraların en çok iz bırakanı bir amerika seyahati sırasında chicago’da tanıştığı yazar nelson algren ile yaşadığı ilişkidir. ikisi de kırklı yaşlarına girerken chicago’nun kenar mahallelerinde, sokak barlarında geçirdikleri üç gün simone’u çok etkiler. birçok kereler yeniden buluşsalar da nelson’un paris’e gelmek istemeyişi, simone’un sartre’dan kopmayı göze alamaması bu tutkulu aşkın sonunu getirir ve nelson tüm ısrarlarına ve yakarışlarına rağmen simone’u terk eder.

    beauvoir, nelson algren’e olan aşkı ve sartre’a olan bağımlılığı arasında ikilemde kalır…

    birbirlerinden kopmamış olsalar da, hayatlarını birbirlerine adayamazlardı.

    “kendimi o kadar özgür hissediyorum ki, bu neredeyse beni mutluluktan ağlatacak” diyen simone bir aşka esir düşemez, sartre’inden vazgeçemezdi.

    “hiç değilse aşk mektuplarının bir mahremiyeti olmalıydı.”

    bu sözlerin sahibi nelson algren’a aitti. 1960 yılında yaşadığı aşkları, sansürsüz bir şekilde otobiyografisinde kaleme alan beavoir, sartre tarafında açıksözlü olarak değerlendirilse de, eski sevgilisi nelson için aynı şeyler söylenemezdi.

    ''dünyanın her yerinde genelevlere gittim, ama her fahişe beni içeri aldıktan sonra odanın kapısını kapatırdı. beauvoir bunu bile yapmadı.” diye tepkisini gösterdi.

    beauvoir’ın, 1949yılında kaleme aldığı ikinci cins adlı kitabına ilham olur nelson ile yaşadıkları. kitabi ilk feminist yazar olma özelliğini kazandırır, kadın doğulmaz kadın olunur prensibini ele alır.

    bu ne demektir? kadın olmak doğal bir gerçek değil, medeniyet tarihinin bir ürünü, umududur. kadının fiziksel güç olarak erkekten daha zayıf olması gibi farklılıkların vurgulanması, “kadın aleyhine eşitsizliğin” bahanesi olduğunu söyler.

    o, filozoftur, yazardır, gazetecidir ama en önemlisi kadın’dır.

    sadece erkek değildir kadını ezen. kadının kendisinin, kendisine eziyet ettiğini düşünür. kadının kim olduğuna ve olacağına karar vermesi gerektiğini, kendi hayatından yaşanmışlıklarla yazıya döker; bir genç kızın anıları (1958) adlı kitabında.

    feminizmin en önemli düşünürlerinden olan simone de beauvoir ve varoluşçuluğun kuramcısı jean-paul sartre’ın ilişkileri her dönem dünyanın en çok merak edilen ve konuşulan aşk hikayesi oldu. ikisi de dünyadan ayrıldıktan sonra gizli kalmış mektupları didik didik edildi, ancak meraklı gözer kendilerini tatmin edecek pek birşeye rastlayamadılar. çünkü ikili sözlerini tutmuş ve birbirlerine hep açık olmuşlardı. düşünceleriyle birbirlerini besleyip yüzyılın önemli eserlerine imza attılar.

    varlıklarını birbirlerinden faydalanmak üzerine değil geliştirmek üzerine kurdular. her konuda gerçeği aradılar. yazdıkları sayesinde dünyanın dört bir yanında tanınır hale geldikleri halde asla gül bahçesinde yaşamadılar. sartre’ın evi fransa’nın cezayir’de yaptıklarını katliam olarak nitelendirdiği için iki kere bombalandı.

    simone de beauvoir “hayatımdaki tartışılmaz en büyük başarı sartre ile olan ilişkimdir. 30 seneden fazla süren beraberliğimizde sadece tek bir geceyi dargın geçirdik. yıllarca konuşmaktan hiç sıkılmadık.” demişti. ölümün ardından adettendir, ebediyete dair cümleler beklenir ya hani, o beklentiye karşılık “öldü, ben de öleceğim ve ölüm bizi buluşturmayacak. böyle işte! beraberliğimize gelince, tek kelimeyle harikaydı” diyerek konuyu kilitlemişti.

    sartre’nin 15 nisan 1980 yılında ölümünden altı yıl sonra simone de beauvoir de dünyaya el sallayarak gitti. montparnasse mezarlığında sevgilisi sartre’nin yanına gömüldü. öldüğünde parmağında bir diğer aşkı olan, okyanusunun diğer ucundaki amerikalı sevgilisi nelson algren’in hediyesi olan yüzük vardı. parmağında algren’in yüzüğüyle yazdığı son eser sartre’ın anısına olan “adieux – sartre’a veda” oldu.
    hayatın bittiği yerde tekrar buluştular…

    adı aşktı… herkesin kaldıramayacağı, kolay kolay kabullenemeyeceği türden. sınırlar yoktu, kuş kafesten çıkmış özgür olmuştu.

    belki de aşk böyle bir şeydi?
  • “sen bana gereklisin” diyordu sartre, önce iyi bir arkadaş olmakla başlıyor her şey, sonrası uzun uzadıya bir yoldaşlık..
  • 20. yüz yılın en marjinal ilişkisi ..

    evli olalım ama aynı evde yaşamayalım , çocuk yapmayalım , birbirimize hiç yalan söylemeyelim kimle nasıl seviştiğimizi de anlatalım , sınırsız özgürlüğe sahip olalım .simon'un nelson 'a mektuplarında “seni o kadar çok seviyorum ki lütfen daha az sevmeye başlama !”diyor aşkın en kırılgan haliyle ..yuhh..sartre de biliyor bunu ..
    kısaca;
    dayanışma yok,
    sürekli birinin varlığına ihtiyaç duyma yok.
    başka bir insan üzerinde kendini tanımlamak yok.
    aidiyet yok , bedenler üzerinden sahip olmak yok .
    peki ..
    gönlün başka adamdayken nasıl adı aşk olur ki ? ya da başka kadınlarla yatarken..
    sadakat yok yahu !

    ama aralarındaki mektuplar güzel hoş bir sada bırakmışlar .
    yani simon ve sartre ..belki de ben anlamıyorum feminist değilim varoluşçu bir sevgilim de olmadı bilemiyorum ben aidiyet seviyorum,kıskançlık seviyorum ..yani kalıplaşmış kavramları bir kenara atıp yeni bir felsefe yaratmak ..sadakat kavramının salt dürüstlükten geçtiğine inanmak ..yine de dilediğin gibi yaşamak cesaret ister ..ne denilebilir ?
    fantastik ve cüretkar ..
hesabın var mı? giriş yap