• --- spoiler ---

    bana "seni seviyorum" dedin.
    ben sana "bekle" dedim.
    "al beni" diyecektim.
    sen bana "git" dedin.

    --- spoiler ---
  • jim ve catherine' in öpüştükleri, ama bütün dikkatlerin arkada gezmekte olan sineğe takılı kaldığı sahne, amelie filminde de yer alır; hanım kızımız sinemada otururken, filmlerde kimsenin fark etmediği şeyleri görmeyi sevdiğinden bahseder ve ardından bu sahne görülür. aslında o kocaman sinek fark edilmeyecek gibi değildir, o ayrı.
  • kadını filtresiz, örtüsüz, olduğu gibi, süzme halinde anlatan bir filmdir, ileri derecede arızalı bir kadının iki ya da daha fazla sayıda efendi erkeği nasıl yerlerde süründürebildiğinin gerçekçi öyküsüdür. aklıselim erkekler için korku filmi tadı taşır, benzer yapıdaki sorunlu sevgililerden yeterince çekmiş olanların içini karartır.
  • iki adet entelin fettan bir kadına karşı 1910 larda yaşadıkları amansız aşk diyerek söze gireyim .
    bir alman ve bir fransızın araya savaş ve kadın girmesine rağmen bitmek tükenmek bilmeyen , saygıdeğer dostluğunu da anlatır öte yandan ..
    gercekten aşık bir adamın nasıl olduğunu gösterir jules karakteri` .:godoştur nihayetinde`
    jim ise yakışıklı, çapkın ama durulmak isteyendir..
    catherine se.. nasıl ki truffaut catherine i ilk gördüğümüzde 3 5 farklı açıdan gösterir yüzünü, öylesine dallı budaklı bir karakterdir catherine .. aşkı deneye yanıla bulmaya, deneye yanıla yaşamaya karar vermiştir.. aşkın nasıl bir şey olduğunu bilmediğinden, ulaşamadığını düşünerek yok olur.. ama sorar bi yerde "biz mutlu muyduk senle jules ?" diye .
    zaman, mekan bu üç karakteri birbirine bağlamak dışında pek bir işe yaramaz.. tesadüfler anlamszıdır.. nedensizdir.. aniden giden jim aniden çıkar jules ün karşısına.. kamera hareketli mi hareketlidir catherine gibi.. oraya buraya zoom yapar, sağ sola pan yapar, belli bir ritm duygusu yoktur ne kurguda ne kamerada.. canı nasıl istiyosa, canı ne kadar istiyosa, o kadardır tıpkı catherine gibi..
    catherine in bu özgür halini tüm kalbiyle kabullenen jules onun egemenliğinde yaşamayı aşk farzeder, ama ölünce rahatlar..
    veya jim catherine in bu özgür halini kabul edemez, çünkü kendi de öyledir, ama vazgecer, ödün verir özgürlüüğünden mantığa garkolmak ister..
    catherine dünyadışı bi varlık gibidir, insani özellikleri had safhadadır, meşumluğu alışılmamış omasından kaynaklanır, tüm insani özellikleri en doğal haliyle adeta bir arketip gibi resmeder.. bir emanuelle değildir kesinlikle , o tüm sıfatların bi arada bulunduğu doğru adamı aramaz, doğru adamın sıfatlarını teker teker bulur, gider , alır .. ama sonuçta bunları bütünleyecek gücü yoktur onun da..
    jim i kendisiyle beraber ölüme götürmesi, jim in birlikte ölmeye layık biri olduğunu düşünmesindendir.. yoksa birlikte öleyim sevdiğimle sonsuzluğa erelim, gibi varoş düşünceler değildir zihnindekiler..
    truffaut nun filmi kristale benzer.. çok güzel işlemiştir.. bir çırpıda biteceği gibi, aslında her türlü ayrıntı özenle yaratılmış gibidir .. yepyeni bir film tekniğini izlenebilir ve hatta hayran olunası kılmak olağanüstü bir başarıdır ki böyle bir hikayenin klasik bir anlatımla aktarılması da oldukça mümkündür.. ama bu haliyle, çabucak yargıda bulunma gücümüzü elimizden alır, bir çok kez düşünmemizi ister karakterler hakkında truffaut..
    çok çok iyi bir filmdir kısaca yalnız kafa iyiyken izlenmemelidir..
  • sonsuz dostluk ve askin oykusu. bir insan karisini hala gorebilmek icin dostundan onunla evlenmesini istiyorsa, bu kocaman bir dostluk, kocaman bir asktir.

    --- spoiler ---

    bir de filmde jim ve cathrine'in opustukleri sahne var ki kafamda binlerce soru isareti birakti. arka planda pencerede bir bocuk var, geziniyor ve adeta cathrine'in agzinin icine giriyor. truffaut bunu kacirmis olamayacagina gore, bilincli bir sahne.

    --- spoiler ---
  • catherine karakterinin en iyi anlatımlarından biri filmdeki şu diyalogta saklıydı:

    jules: catherine her şeyi sonuna kadar götürür. o kendini felaketlerle ifade eden bir tabiat olayıdır. her koşulda kendi aydınlığı ve uyumuyla, masumiyet duygusuyla yönlenerek yaşar.
    jim: bir kraliçeden bahseder gibisiniz.
    jules: o zaten bir kraliçe! açık konuşacağım, catherine ne çok güzel ne de çok akıllı ve dürüsttür. ama gerçek bir kadındır. o hepimizin sevdiği kadın, bütün erkeklerin arzuladığı kadın. bu kadar aranılan catherine niye ikimizi onurlandırıyor? ona kraliçe gibi davrandığımız için!

    kısaca: (bkz: guzelligin on para etmez su bendeki ask olmasa)
  • sevgili catherine,

    sana bu satırları 2015’in istanbul’undan yazıyorum. 1912’nin paris’ine ne zaman ulaşır, bilinmez.

    jules ve jim” ile tanışanlar, en çok sana haksızlık ediyorlar diye yazmaya karar verdim. sana biraz da bizi anlatacağım, ki duyduğun sözlere kulak asıp, ta oralardan bize içerlemeyesin. sana türlü çeşit sıfatlar yakıştırıp, seni suçlayanlar oluyor biliyorum... bu, ne yapıyorsan, gözümüzün önünde yaptığın içindir. biz gayrimeşru işleri severiz çünkü; aldatmaları, kimin eli kimin cebinde belli olmayan ilişkileri, zoraki yürütülen evlilikleri bahane edip yaşanan gizli kapaklı kandırmacaları severiz. ama en önemlisi; tüm bunları yaşarken, başkalarına “ahlak bekçiliği” yapmayı daha da çok severiz. o yüzden seni tanıdıkları gibi; “ne istediğini bilmeyen bir kadın” diyecekler, istediklerini ancak bu şekilde yaşayabilenler. bakma sen, burada da kimse ne istediğini bilmiyor. biz sadece senin yapamadığın şekilde rol yapabilmeyi öğrendik. senin hiçbir zaman tenezzül etmeyeceğin türden oyunlar oynuyoruz, kendimize ve çevremize, ne istediğimizi bilmediğimiz belli olmasın diye... köşeye çok sıkışırsak da, “tamam, belki ne istediğimi bilmiyorum ama en azından ne istemediğimi biliyorum” gibi beylik laflar ediyoruz. edebiyatı bile kötüye kullanıyoruz.

    belki hikayede, senin yerinde bir adam olsaydı, ve iki kadın etrafında... onu sevmek daha kolay olabilirdi, biliyor musun? çünkü, şimdilerde böyle hikayeler çok tutuluyor. tüm ekranlar; net olmayan, ne sevdiğini ne sevmediğini söylemeyen, imalarla ömür çürüten, aynı anda birden fazla kadını etrafında tutan adamlarla dolu. üzgünüm catherine... sen cesur bir kadın olmanın ve ne hissediyorsan olduğu gibi yaşamanın cezasını çekiyorsun. ne mutlu sana!

    biz ise, karşısına çıkamadığımız, korkaklık ettiğimiz her şey adına nefret ediyoruz senden. bir zamanlar “seni seviyorum” dediğimiz insandan bir telefon mesajıyla (whatsapp ve facebook yazarak kafanı daha da karıştırmak istemedim catherine) ayrılabilen insanlarız biz, dokunduğumuz her güzel duygunun iliğini kurutuyoruz, acı çekerken başkalarının üzerine çullanıp acımızı onlara da bulaştırıyoruz, intikam alıyoruz. üzgünüm catherine... şu halimizle, sevmeyi ve sevilmeyi sana öğretebilecek durumda değiliz. ne mutlu bize de!

    catherine, sen ilişkilerine sıfırdan başlamayı ve peşin ödemeyi ilke edindin (ilke’lerini çok kıskanıyorum). biz ise, yanımızda sürüklediğimiz çözülmemiş geçmiş meseleleri ile taksit taksit ödemeyi ve ödetmeyi seçtik.

    sen tanışmaya cesaret edemediğimiz bir kadını anlattın bize. bir sahnede; “ya yağmur yağıyor, ya da ben rüya görüyorum?” diye soran jim’e verdiğin cevap gibiydin; “belki de her ikisi birden!”. sen aynı anda ikisini birden yaşamış bir kadınsın. jules’te gördüğün ve sığındığın yağmurdu. jim’de gördüğün ise; rüya... hangisinin diğerinin içinde olduğunu umursamadan üstelik. bunun için, kim suçlayabilir seni? işte bu yüzden, jules ve jim’i ne birbirlerinden, ne de senden ayıramıyorum ben de.

    jim’in bir sahnede senden bahsederken dediği gibi, “korkarım bu dünyada hiç mutlu olmayacak”sın. korkarım, ben de öyle. bazen, keşke sizin zamanlarınızda yaşasaydım diyorum catherine. daha mutlu olacağım için değil, yaşanan her şey daha naif olduğu için. mutsuzluğun bile hakkını vermenizi çok seviyorum. hani savaş sırasında, bir tren yolculuğunda tanıştığı kıza cepheden mektuplar yazan bir asker varmış ya... mektuplar yazarak, kızı kendine aşık etmiş, yavaş yavaş. cephede ülkesi için savaşırken, her gün ölüm duygusu yanındayken, kendi kişisel savaşını da vermiş, aşk için. "göğüslerin sevdiğim tek obüsler” demiş kıza, son mektubunda, göğüslerini hiç görmediği halde. ben de, o kız olmayı isterdim catherine (ne istediğine dikkat et dolls). evet, kesinlikle isterdim.

    bu filmde, senin hikayende, jules ve jim’de, hiçbir kötülük göremiyorum. senin jules’a, jim’in sana, jules’un jim’e duyduğu tek şey; sevgi. nefrete dair gelişen, büyüyen, kötüleşen hiçbir duygu bulamıyorum. sadece bunun için bile sevebilirim sizi.

    ama bir sebep daha var, ki onu en sona bıraktım (buraya kadar bana dayanabilmiş olanlar için de hediyemdir); barış bıçakçı... en sevdiği filmlerden biri bu olmasaydı, senden, jules ve jim’den etkilenmeseydi, kitaplarında sizden bahseder miydi hiç?

    şüphesiz ki; “jules ve jim'in dostluğunun aşkta karşılığı yoktu. onlar en ufak şeyden kusursuz bir haz duyarlar, aralarındaki farkları sevecenlikle ortaya koyarlardı. dostluklarına ta başından beri don kişot ve sanço panço adı takılmıştı” sözlerinde, biraz ender ve çetin vardır *.

    sulhi ile hasan’ın dostluğunda da, şüphesiz biraz jules ve jim bulunur; “sulhi’ye sorsanız gördüğü en iyi film 'jules ve jim'di, oysa seyretmemişti o filmi, hasan’dan dinlemişti. bir yıl kadar sonra seyrettiğinde düşüncesi değişmeyecekti ve ikisi birlikte, aralarına sonradan katılan yalçın’ı ayaklarından tutup kampüsün çimenliğinde elleri üzerinde dolaşmaya zorlarken, deli gibi bağıracaklardı: “gördüğün en iyi filmin ‘jules ve jim’ olduğunu söyle! haydi yalçın söyle!”” *.

    catherine; sen jules ve jim’den tek bir adam yaratıp sevmeseydin, ve içinin karmaşasını, gel gitlerini, korkularını, çocukluğunu, dengesizliklerini, zayıflıklarını, cesaretini, aşkını, sevgini, hiç saklamadan bizimle paylaşmasaydın, biz şu an jules ve jim’den bahsediyor olamazdık. senin iki kere, korkusuzca daldığın o nehirin, biz ancak kenarında dolaşabiliyoruz. senin saklamadan yaşamak istediğin ne varsa, biz kapalı kapılar ardında yaşamaya çalışıyoruz.

    yaşamak istediklerini bunca sene sonra, sana hâlâ yasak edebildiğimiz için üzgünüm;

    “catherine, hep küllerinin tepeden rüzgara savrulmasını istemişti... ama bu yasaktı”

    ama bil ki, hep sevildin ve hep sevileceksin.

    bir dolls.
  • yönetmeninin deyimiyle mümkün olabilecek en rezil durumdan bahsederek en saf aşkı anlatan film. filmden öte ellerimizin arasından akıp giden güzelim bir şiir olarak değerlendirilebilir. bir şiirin sahip olması gereken her şeyi taşıyor hatta daha fazlasını taşıyor çünkü: diyalogları, kamera açıları, özellikle birinci yarısında zamanın akışı, afişi, hikayesi...

    şaşırtıcı olan bir başka nokta truffaut'nun bu filmi daha 30 yaşına bile gelmeden önce çekmiş olmasıdır; belki de gençliğin şiirselliğindendir filmin pırıltısı; tıpkı lale müldür'ün "gençken renkli bir cepken sevgilim" demesi gibi. truffaut, filmle ilgili bir röportajında "catherine karakterini gerçek hayatta tanımış olsak, sadece hatalarını görürdük" diyor. bunu söyleyerek aslında fark ettirmeden kendi dehasına dikkat çekiyor ; zira filmin ardından kadından nefret etmek yerine büyüleniyorsak burada yönetmenin payı büyük. bir roman muhtemelen bunu sağlayamayacaktı; anna karenina da olduğu gibi biraz acıyacak, biraz kızacaktık belki de. ama truffaut bunun önüne başarıyla geçiyor ve filmde anlamadığı bir yeri soran gazeteciye de samimiyetle "nedenini ben de bilmiyorum" diyor ve ekliyor "romanda öyleydi; yazarı 73 yaşındayken yazmış bu romanı, bense 30'umda bile değildim çektiğimde, sorgulamadım." ayrıca çektiği filmin romandan daha bağnaz olduğunu da belirtiyor. bense bu film bağnazsa romanı düşünmek bile istemiyorum.

    sadece periyodik aralıklarla izlenmeli diyorum, hafızalar tazelenmeli, replikler ezberlenmeli. henri pierre roche'un romanından uyarlanmıştır bu arada; daha önce yazıldı mı bilmiyorum ama.
  • filmdeki kadın karakter (catherine*) üzerine ne kadar tartışılsa azdır kanaatimce. kimine göre (filmde de söylendiği gibi) aşkı icat etmeye çalışıyordur. kimine göreyse basitçe tatminsiz, yetinmesini bilmeyen bir sürtüktür. jeanne moreau'ya birçok eski kuşak insanın meşum kadın demesi de kanaatimce boşuna değildir.

    jules biraz tuhaf bir almanca isimdir bu arada. en azından, eğer viyanalıysa (yani anadili ve adı almancaysa), yules (hadi olmadı yul) filan diye okunması gerekir. gerçi jim için "fransızca gibi okuma, ingilizce gibi cim diye oku" biçiminde bir muhabbet geçer filmde. onu öyle oku bunu böyle oku, karışık işler...
  • popüler kültürden, sinema tarihinin sonradan gelmiş bütün aşk üçgeni filmlerine onlarca filmi gizliden gizliye etkilemiş, sadece konusu ve müthüş anları ile değil, bir haber bülteni gibi olay anlatan dış sesi ve serbest anlatımı ile de birçok filmin üstü kazındığında altından çıkan, pırlanta değerinde ve güzelliğinde, iç açıcı, ilaç niyetine trufo eseri.
hesabın var mı? giriş yap