• önce bu > link < açılsın (filmden bir parça)

    filmi dün gece izledim. pek iyi gitti. epey bir sevdim. nedense böyle filmleri (ki bu tarz filmler için "şöyle bir filmdir" tanımı yapamamaktayım ve de bunu yapamıyor olduğuma da sevinmekteyim. yapamıyor olmamı sağlamaları da onları ayrı bir yere yerleştiriyor gözümde.) izledikten sonra değişik bir persfektif, ayrı bir referans noktası kazandığımdan, yine severek izlediğim o efektli, popcorn holivut filmleri iki boyutlaşıyor gözümde. izlerken her tür ruh haline girebiliyor insan. mutlu da oluyor, hüzünleniyor da. yer yer kızıyor, minnet de duyuyor. aynı hayatın kendisi gibi. o yüzden bu filmler için "hayat gibi" demek en yakın tanım olacaktır. seviyorum bu filmleri yaratan kafaları. zaten filmin içindeki genel kafayı, karakterlerin o algılama kafasını çok seviyorum. özeniyorum. içinde kalıp, çıkmak istemediğim kafalar bunlar. ben de öyle yaşamak istiyorum. çevremdeki insanlarla bu tarzda etkileşim halinde olmak istiyorum. şu hayatta intihar etmiyorsam tek sebebi; bir gün hayata bu şekilde bakan bir insanın elini tutarken ve (de) bu tarz bakan diğer insanlarla birbirimize sarılırken, yüksek bir dağ kenarında oturup, manzaraya bakarken, konuşmaya bile gerek duyulmayan bir senkronize halinde, en fazla manzaraya karşı sevgisel çığlıklar atarken, üzerimize yağmur bile yağsa bunu umursamadan, o mental ve ruhsal minnet anı seviyesine erişeceğime inanmamdır.

    benzer hisleri uyandıran filmler olarak (yer yer birbirlerinden epey uç noktalarda da dursalar (ki buna çok takılmayın derim)) şunları sayabilirim, aklıma ilk gelenler olarak;

    man up [bu listeye 19.11.15 editi ile eklenmiştir.] [film ile alakalı entry]
    garden state (eve dönüş)
    the fault in our stars (aynı yıldızın altında)
    the perks of being a wallflower (saksı olmanın faydaları)
    juno
    mr. nobody (bay hiçkimse)
    little miss sunshine (küçük gün ışığım)
    eternal sunshine of the spotless mind (sil baştan)
    synecdoche new york (new york yanılsamaları)
    being john malkovich (john malkovich olmak)
    adaptation (tersyüz)
    the science of sleep (rüya bilmecesi)
    be kind rewind (lütfen başa sarın)
    the weather man (fırtınalı hayatlar)
    cashback (zamana güzellik kat)

    gibi. ve bu filmler hiç bitmesin istiyorum izlerken. "the end" yazısını görmek hiç istemiyorum. filmler ekranda/beyazperdede hiç kararmasın ve değersiz hayatıma tekrar geçiş yapmayayım istiyorum. bu entryi okuyan insanlar arasında, bu filmleri seven, benzer hisler yaşayan, güzel kalpli insanların olduğunu da biliyorum. ve sizleri de seviyorum. (aklıma şu an hatırlamadığım başka filmler gelirse listeyi editlerim. hatta sizler de "şu da var", "bu da olabilir" şeklinde önerilerde bulunmak isterseniz, çekinmeden yeşillendirebilirsiniz. çok sevinirim.)

    kahmut nickli yazara da teşekkür ediyorum elbette bu başlık altındaki entry'si adına. filmin tüm müzik külliyatını ortaya dökmüş. ben de onların hepsini (ki zaten filmlerden bağımsız olarak, asıl değerlerini de tatmak adına, müzik albümlerini sonradan dinlemeyi sevdiğimden) linkleştirdim.

    harry nilsson - everybody's talkin' [ link ]
    brian eno - the big ship [ link ]
    brian eno - on some faraway beach [ link ]
    explosions in the sky - remember me as a time of day [ link ]
    roy orbison - in dreams [ link ]
    aradia ensemble and chorus - jubilate, o amoeni chori, rv 639 (antonio vivaldi) [ link ]
    bernard herrmann - scene d'amour [ link ]
    brian eno - golden hours [ link ]
    brian eno - dead finks don't talk [ link ]
    ennio morricone - main title from the motion picture for a few dollars more [ link ]
    jean constantin - generique et car de police [ link ]
    brian eno - burning airlines give you so much more [ link ]
    lou reed - street hassle [ link ]
    the gotobeds - ny's alright [ link ]
    cologne chamber orchestra and dresden chamber choir - mass in b minor, bwv 232 (j.s. bach) [ link ]
    ennio morricone - main title from the motion picture navajo joe [ link ]
    cat stevens - trouble [ link ]
    cluster & eno - ho renomo [ link ]
    lythion music - kartoffeltornado [ link (henüz bulamadım)]
    brian eno - zawinul/lava [ link ]
    richard wagner - ride of the valkyries [ link ]
    hevy floe - love sonnet [ link (henüz bulamadım)]
    indiana state university faculty winds - music for the funeral of queen mary, z. 8601 (henry purcell) [ link ]
    brian eno - i'll come running [ link ]
    david shire - theme from the motion picture the conversation [ link ]
    ezio bosso - minuetto 'jeux d'enfance from the motion picture rosso come ıl cielo [ link ]
    brian eno - here come the warm jets [ link ]
    james ft. brian eno - burn the cat [ link (henüz bulamadım)]
    jacques offenbach - barcarolle fantasy [ link ]
    jean constantin - trinite et finale from the motion picture les quatre cents coups [ link ]
    landon thomas - lsd [ link (henüz bulamadım)]
    ra ra riot - dance with me [ link ]
    brian eno - always returning [ link ]

    filmin en sevdiğim yerlerinden birisi de, tıpkı be kind rewind (lütfen başa sarın) filminde olduğu gibi, film izlemeyi seven, sinemayı seven (bir anlamda film/sinema fetişistliği) insanlara özel bir hediyeymiş gibi bünyesinde barındırdığı, o "amatör film" çekme sahneleriydi. keşke o filmleri bluray'in içine ayrıca ekleseler de izlesek dedim. ayrıca filmin görüntü yönetmenliği çok başarılıydı. sıkıcı hiç bir kamera açısı yok. hepsine epey özenmişler. insan izlerken, filmin sırf o yönünü bile gözlemleyip mutlu olabiliyor. evin babası, tarih öğretmeni, kızın annesi gibi süper kafa karakterler vardı. "kafa" olayına takmış gibi göründüğümün farkındayım. (ki tam olarak aktarabildiğimi düşünmüyorum gerçi, olsun) mesela kızla oğlanın filmci-kitapçıda birşeyler aradıkları sahneyi düşünün. kaç kişi o anda, onlar gibi davranabilir ki? çoğu ya aradığı şeye odaklanacaktır, ya da çevre faktörünün altında ezilecektir. arkadaşıyla konuştuğu şeyi, arkadaşıyla olan etkileşimi 2. plana atacaktır. mış gibi yapacaktır. sanırım "anda kalma" olayını da simgeliyor bu kafa hali. algısal olarak yanındaki insan/lar/la tam senkronize olmak ve başka bir şekilde davranmamak. arkadaşlarınızla sıradan bir avm'nin sıradan bir cafe'sinde kahve içerken bile çoğunuz/çoğumuz o şekilde bir "salmışlık" haline girememekteyiz. ego tabanlı iletişim sisteminin malesef ki biz/ler/e prangasıdır işte bu. haliyle o şekilde işlevsiz bir sosyalliğe de girsek ne olur, girmesek diye düşünmeliyiz. ben'i anlatmak için mi oradayız? yoksa ben'leri kendi haline bırakıp, bu bırakmışlığın akışıyla biz oluşlarını gözlemlemek için mi?!...

    editlemeler;
    - film listesine man up eklenmiştir. [19.11.15]
  • --- spoiler ---

    film boyunca greg'in iki defa "ona bir şey olmayacak, ölmeyecek" demesini nedense anlamlı buldum. bu tıpkı gerçekten kanserden ölmek üzere olan birine "iyi olacaksın, sana inanıyoruz, başaracaksın" demek gibi bir şeydi. herkesin içten içe bildiği onun aslında ölüyor olduğu gerçeğini yok saymak gibi, bir çeşit avuntu yani. tabi hepimizi buna inandırdı, o ayrı konu.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    + yalanabilir teknoloji. sandviçten mesaj atabilirim mesela. telefonların geleceği bu.

    + eskiden babamla sokakta yürür, sincapları sayardık.
    - niye? baban sincap nüfus sayımında mı çalışıyordu?

    + lise, üniversite derken hayatımızın bazı yıllarını hiçbir ortak noktamızın olmadığı rastgele seçilmiş insanlardan oluşan gruplarla yaşamaya zorlanıyoruz. tam bir kabus. aksini söyleyen herkes yalan söylüyordur.

    + ne sesi bu? -pişman kutup ayısı. kutup ayıları hayvanlar alemindeki en saf pişmanlık ifadesine sahiptir. ne kadar rahatsız edici ve üzüntülü ses çıkardıklarını dinlesene.

    http://i.hizliresim.com/xja3vr.jpg

    http://i.hizliresim.com/agaxmp.jpg

    +peki ya öldükten sonra da birini tanımaya devam etmek?

    http://i.hizliresim.com/d0pn5v.jpg

    --- spoiler ---

    sockwork orange, sincaplar, makaslar, merdivenler.

    çok güzel film.
  • tek başına the fault in our stars'ın mızmız yanından yoksun olduğunu bilmek bile bu filmi güzel yapan detaylardan. sen, ben ve diğer herkes kanseri biliyor bir şekilde. ne yaşandığını, neler hissedildiğini sayısız defa kendi hayatımızda, filmlerde ve kitaplarda gördük bugüne dek. filmin isminde bangır bangır bağıran ölüme rağmen, yönetmen kolaya yönelip gereksiz duygusallığın cezbediciliğinden kaçınmayı başarmakla kalmayıp, hikayeyi yavanlaşmaktan kopartan detaylarla da izleyici tatmin etmeyi deniyor ve bunda da gayet başarılı olduğunu söylemek gerek.

    elbette filmin eksik kalan yönleri yok değil. rachel'ın* hikayeden bir anda çıkıp uzun bir süre görünmemesi veya greg ve earl'in favori öğretmeninin bir türlü perdeye tam yansımayan potansiyeli ilk akla gelenlerden. her şeye rağmen, ara ara wes anderson filmlerini hatırlatan çekimleri, klasiklere çaktığı selam, sadeliği ve dürüstlüğüyle gayet güzel bir film çıkmış ortaya.
  • seattle film festivali'nde en iyi yonetmen ve en iyi aktor odulunu alan film amerikalilarin little miss sunshine'dan sonra yaptigi populer indi'ler icinde en guzeli olabilir. replikleri cok vurucu, karakterleri siradisi, hikayesi derinden vurucu. izledikten sonra saatlerce etkisinden cikmadim. bir de yonetmen surekli izleyiciyi ters koseye yatiriyor. daha bir tadindan yenmez oluyor.
    keske jurassic park, fast and furious, terminator'u dolduran o kalabalik bos izleyici kitlesine supriz yapip bu filmi izletseler de dunya daha guzel daha bilincli bir yer olsa.
  • ajitasyon yok, vıcık vıcık romantizm yok. kanserin ne olduğunu çok iyi bilen biri olarak kanser tam olarak bu.
    tertemiz. işte bunu arıyorum lan. kılçıksız film. bir hikayesi var ve bu hikayesinin filmini çekmiş adam. çok basit. ne kadar güzel ya. bu lan işte bu.

    rachel'ın kel halini bi tek ben mi v for vendettadaki natalie portmana benzettim?
  • çok tesiri altında kaldığım film. tamam greg, rachel, earl, greg'in babası, hocası filan da hep tesir etti de en çok madison koydu bana.

    hani bu seksi hatun kişiler hep geyik gibi salina salına dolaşırken, erkişileri sincap gibi üstüne basa basa hep eziyorlardı ya. bu metefordan artık gına geldiğini hisseden greg yemekhanede can havliyle bir hamle yapıp madison'un ayakları altından yana sıçradı. işte ben bugün bunu uyguladım:

    -müdürden fırça yemeden önceki bölüm

    bizim de işyerinde seksi gibi uzunca boylu, irice memeli bir hatun var. adı yasemin. her ne zaman işi düşse madison gibi salını salını gelir ve yasemin bizden, ki biz bir grup am budalasıyız, ofiste ne isterse anında yerine getirilir. bu zalım karı yine bugün, ahenkle dans eden saçlarını ve kalçalarını attıra attıra ofise geldi ve şansa bakın ki benim masaya yanaştı. ellerini yanaklarına, dirseklerini masaya, memelerini de kolları arasına alıp "ne haber kardeş" dedi.
    yekten "olmaz" dedim, "nedir bu, memeleri çerçeve edip masaya yayma? dostça mi davranıyorsun yoksa istediğini yaptırmak için hesaplanmış manevra mi? çünkü güzel, seksi ayrıca düşünceli bir kızın cılız, solgun, kunduz suratlı çocuğun masasına memeleri koyduğunda ne yaptığını anlaman gerek."
    yasemin önce afalladı, yüzüme baktı "neren cılız lan senin, camış gibi adamsın!" dedi. sami abi, ihsan abi, it necati hep güldüler. sonra da "geçen ayın istatistikleri hazır, mailine gönderdim diyecektim salak" dedi. az önce saydığım vasıfsızlar bir kez daha güldüler. yasemin sivri topuklu ayakkabılarıyla üzerime basıp ve topuklarını içimde sağa-sola bir tur kanırtıp gitti.

    -müdürden fırça yiyip üstüne şeften hakaret işittiğim bölüm.

    yasemin kaltağı, olayı yetkili mercilere taşımış, müdür beni odasına çağırdı, "evladım bu mobidiğe girer" dedi. he amk balina gibi karı, başka neye girecek, diyemiyorsun tabii. "tamam efendim, bir daha olmaz efendim" deyip çıktım odasından. o esnada kapıda karşıma kısım şefi dikildi. ki o da böyle filimdeki tarih hocası gibi bir adam: kaslı, dövmeli ve öfkeli. kısım şefi dedi: "lan yavşak yasko'ya bi daha atar yaptığını duymayayım!" (tokmakçısı buymuş herhal) dedim abi, yok ben bi filmin kurbanı oldum, filmin sonunda kız ölüyor ona kapıldım, kandırıldım. kısım şefi "spoiler vermesene davar" deyip tatlı sert enseme vurdu.

    -özgüven yetmezliğinden yerin dibine girip orda kaldığım bölüm.

    amcuk ağızlı necati, yaşanan tüm gelişmeleri tüm personele yaymış, ofiste, yermekte, çıkışta, serviste hep güldüler, rapor aldım ben de, oturuyom evde.
  • asla sıkmadan ilerleyen, tatlı tatlı gülümsetip bir anda hüzne boğabilen bir film.

    --- spoiler ---

    bir kişiyi kaybettikten sonra tanımakla ilgili bölüm çok etkileyiciydi... öylesine bir sohbet sahnesi gibiydi kızın babası ile olan ilişkisini anlatması, sincap konusunda esprileşmeleri. ama işte o sahne vurdu geçti resmen. evet dış ses ve esas oğlanın dediği gibi biz o tatlı kızı zaten sevmiştik ve ölmesini istemiyorduk ama tanıyınca onu daha çok sevdik aynen kendi yaptığı gibi.
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    "man, ı don't even know. ıt might be his folks. ı mean, dude's mom always tellin' him how handsome he is, which he ain't. so now he think he can't trust anybody close to him. dude's weird-ass dad don't socialize with anybody 'cept the cat. so that's a role model ain't got no friends. bottom line, dude's terrified of callin' somebody his friend..."
    --- spoiler ---

    bu sene izlediğim en güzel filmlerden biri. kaçırmayın.
  • sabun köpüğü gibi bir film.

    süzüle süzüle gözünüzün önüne geliyor, gelişini seviyorsunuz, yükseliyor, yükselişini seviyorsunuz, alçalıyor, alçalışını seviyorsunuz, gereksiz dönüp duruyor bazen, yolu uzatıyor, dayanamıyor bunu da seviyorsunuz. evet, sonunun nereye varacağını bile bile bazı filmleri izlemeyi seviyorum. çünkü oraya nasıl varacağı beni daha çok merakta bırakıyor.

    "diğer tüm bölümlerden sonraki bölümde", hepinizle tanışmak dileğiyle... birbirimiz hakkında burada öğren(e)mediğimiz, öğrenmek için çabalamadığımız ne varsa, orada öğrenebilmeyi umuyorum. tanışınca çok memnun olalım, olur mu?

    (sıralı tam liste varken, müziklerine bakmayı da ihmal etmeyelim; #55019302)
hesabın var mı? giriş yap