• öykülerinin yeni bir derlemesi yaşamak güzel şey adıyla aylak adam yayınları'ndan çıkmıştır.

    http://www.idefix.com/…asp?sid=uulzroic1g4g4bvttgky
  • ters köşe hikayelerin kralı. iyi ki doğmuş.

    en sevdiğim hikayesi;

    kalpler ve eller

    denver'de, b.m doğu express treninin vagonlarına yolcular akın ediyordu. kompartmanlardan birinde çok zevkli giyinmiş, hoş bir genç kadın vardı ve oturduğu koltuğu seyahate alışık yolculara mahsus lüks öteberiyle doldurmuştu. yeni gelenler arasında birisi yakışıklı, cesur, dobra biri izlenim veren, diğeri iri yapılı, somurtuk, asık yüzlü, kaba saba giyimli iki genç adam vardı. ve ikisi de birbirlerine kelepçeyle bağlıydılar.

    trenin koridorundan geçerken tek boş yer çekici, genç kadının tam karşısındaki yerdi. kelepçeyle bağlı olan adamlar oraya oturdular. genç kadın, onlara çabucak ilgisiz, soğuk bir şekilde baktı, sonra pembe yanaklarını aydınlatan, tatlı bir gülümsemeyle, gri eldivenli elini uzattı. çok tatlı, zarif, konuşmaya ve dinlenmeye alışkın birinin edasıyla söze girdi.
    - ee, bay easton, galiba önce benim konuşmamı bekliyorsunuz, öyle yapayım bari, sizin buralarda eski tanıdıklara selam verilmez mi?
    genç adam kadının sesini duyunca derhal kendine geldi, bir an utangaçlık duyar gibi olduysa da bunu hemen üzerinden attı ve sol eliyle kadının parmaklarını kavradı.
    gülümseyerek:
    - bayan fairchild, sağ elimi uzatamadığım için özür dilerim, şu anda uygun değil.
    sağ elini hafifçe yukarı kaldırarak, diğer adamın bileğine bağlı parlayan 'bileziği' gösterdi. kızın yüzündeki mutlu gülümseme bir anda şaşkın bir korkuya dönüştü, yüzü soldu, ağzı şaşkın, huzursuz açık kaldı. easton, sanki eğleniyormuş gibi hafifçe gülerek tekrar konuşacakken, öteki adam önce davrandı. asık suratlı adam karanlık, keskin, sert bakışlarla kızın yüzüne bakıyordu.
    - lafa girdiğim için özür dilerim bayan ama şerif'le tanıştığınızı görüyorum, ona hapse gidince, benim için bir iki şey söylemesini rica ederseniz, bunu yapacaktır ve benim için orada işler kolaylaşır. beni lavenworth hapishanesine götürüyor, kalpazanlıktan yedi yıl aldım da.
    o! diyerek kız derin bir nefes aldı ve rengi tekrar yerine geldi,
    - demek burada bunu yapıyorsun? bir şerifsin!
    easton sakin sakin,
    - sevgili bayan fairchild, bir şeyler yapmak zorundaydım, başkentte ayakta kalmak için para kazanmak şart ve şeyy, şeriflik bir büyükelçilik kadar önemli bir meslek değil ama...
    kız sıcak bir tavırla, büyükelçi mi? tek kelime daha etme, büyükelçiler asla bunu yapmaz, bunu bilmen gerek, desene şimdi kovboy filmi kahramanları gibi gibisin, atına atlayıp, silah kullanan ve tehlikelerini içine dalan!..başkentteki hayattan çok farklı, eski arkadaşların seni özlemişlerdir..
    kızın gözleri büyülenmiş gibi, biraz açarak, parlayan kelepçelere takıldı
    öteki adam
    - merak etmeyin madam, tüm polisler suçluları kaçmasın diye kendilerine kelepçelerler. bay easton işini bilir dedi.
    kız sizi tekrar washington'da görecek miyiz? diye sordu.
    - easton yakın zamanda değil, korkarım seyyahlık günlerim geride kaldı,
    kız, konu dışı bir şekilde 'batı' yı severim, dedi, gözleri yumuşak ışıltıyla parlıyordu trenin penceresinden dışarı baktı, mesafeli, kibar konuşmayı bırakıp, daha samimi, dobra şekilde konuşmaya başladı.
    - annemle ben yazı denver' da geçirdik, o eve bir hafta erken döndü çünkü babam biraz hastalandı, batı'da kalıp, mutlu olabilirdim, buranın havası da benimle aynı fikirde, para her şey demek değildir, fakat insanlar her şeyi yanlış anlıyorlar ve aptalca davranıyorlar..
    asık suratlı adam,
    - şerif, bu haksızlık susadım ve bütün gün sigara içmedim, yeterince konuşmadın mı? beni sigara içilen vagona götür, pipo içmek için neredeyse ölüyorum..
    birbirine bağlı yolcular ayağa kalktılar, easton yüzünde aynı gülümsemeyle
    - sigara molasına bir şey diyemem, hoşçakalın bayan fairchild, görevim beni çağırıyor. vedalaşmak için elini uzattı.
    kız tekrar kibar, havalı tavrına girdi ve
    - doğu'ya gidiyor olmamanız çok kötü, sanırım lavenworth'a gitmeniz gerekiyor
    - evet lavenworth'a gitmek zorundayım
    iki adam sigaralı vagona gitmek için koridora çıktılar
    yanındaki koltukta oturan iki yolcu konuşmanın tümüne kulak misafiri olmuştu. biri,
    - şu şerif, ne iyi biri, batılıların bazıları böyle oluyor...
    diğer yolcu,
    - böyle bir görev için fazla genç değil mi? diye sordu.
    - genç mi? niye?..oo, fark etmedin mi, şeyy, sen hiç suçlunun kelepçesini sağ eline takan bir polis gördün mü?

    yazan: o'henry
    çeviren: müjde dural
  • the last of the troubadours ve benzeri sağlam öykülerinde hep beklenmedik bir vaziyet ile öykülerini sonlandıran usta yazar. keyifle okunur yazdıkları.
  • bayılıyorum bu adama. güzel duyguların insanıdır. onu okurken kaleminin koştuğunu görebilirsiniz. hiç olmadık zamanlarda olmadık mekanlarda sizi şaşırtır. oturur kalırsınız. amerikan edebiyatının devlerinden biridir.
  • nedense benim aklımda henry tek kişi olarak yer etmiş. malum eski arsenalli.
  • her hikayesinin sonu bir twist'le biten, hikayelerini okudukca bu sefer sonunu tahmin ediyorum dediginiz anda bile sizi sasirtmayi becerebilen bir deli. bazen kendimi gunluk hayatta yasadigim olaylari bu tam bir o henry hikayesi sonu gibi oldu diye tanimlarken buluyorum, oyle karakteristik oykulerin sahibidir.
  • kısa hikâye üstadı.

    en bilindik öyküsünü bırakayım.

    müneccimlerin hediyesi

    bir dolar seksen yedi sent. ne bir eksik ne bir fazla. bunun altmış senti de bozukluktu. bu bozukluklar bakkalla, manavla, kasapla içten içe duyulan bir mahcubiyetle yapılmış pazarlıklardan gıdım gıdım elde edilmişti. della parayı üç kez saymıştı. bir dolar seksen yedi sentti ve öbür gün noel’di.

    küçük, eski püskü yatağa kendini atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka yapılacak bir şey yoktu. della da öyle yaptı. bu, hayatın gözyaşlarından, hıçkırıklardan ve kahkahalardan, ama en çok da hıçkırıklardan ibaret olduğunu düşündürtüyordu insana.

    evin hanımı hayatın bu basamaklarından ikincisine yavaş yavaş geçerken biz de eve şöyle bir göz atalım dilerseniz. burası haftalık kirası 8 dolar olan mobilyalı bir apartman dairesi. dairenin öyle tarif edilecek müthiş bir tarafı yok, ama ayaktakımına sorsanız anlata anlata bitiremezlerdi herhalde.

    aşağıdaki giriş holünde mektup görmeyen bir posta kutusu ve tek bir ölümlünün parmağının değmediği bir zil düğmesi vardı. bu düğmenin hemen yanında, üzerinde “bay james dillingham young” yazan bir kart bulunuyordu.

    bu “dillingham” yazısı, bu adın sahibinin haftada 30 dolar kazandığı o eski, bolluk dönemlerinde iki dirhem bir çekirdekti. şimdi, yani sahibinin haftalık kazancının 20 dolara düştüğü bugün “dillingham” yazısı adeta d harfi şeklinde iyice kısalmayı düşünüyormuşçasına silik görünüyordu. ama bay james dillingham young ne zaman eve gelip de yukarıdaki dairesinin kapısına ulaşsa, az önce size della adıyla tanıtılan bayan james dillingham young tarafından “jim” adıyla ve kucaklanarak karşılanırdı. bunların hepsi iyi, güzeldi.

    della’nın ağlaması bitti, ardından yanaklarını pudraladı. pencerenin yanına gitti ve dışarıda gri bir avlunun gri çiti üzerinde yürüyen gri bir kediyi sıkıntılı bir ifadeyle seyretti. yarın noel günü’ydü ve jim’e hediye alabilmesi için hepsi hepsi 1.87 dolar para vardı elinde. aylardır eline geçen her peniyi biriktirmiş ve ancak bu meblağı bulmuştu. yirmi dolarlık haftalıkla ancak bu kadarı yapılabiliyordu. harcamalar tahmin ettiğinden fazla olmuştu. hep öyle değil midir zaten? jim’e hediye almak için hepsi hepsi 1.87 doları vardı. jim’i için! nicedir ona güzel şeyler alacağını hayal ediyordu. güzel, nadide ve değerli bir şey, jim’e layık olmanın onurunu taşımayı hak etmeye en çok yaklaşmış bir şey.

    odanın iki penceresi arasında bir boy aynası vardı. 8 dolarlık bir dairede de boy aynası görmüşsünüzdür. son derece zayıf ve atik bir kişi aynadaki yansımasını hızlı bakışlarla boylamasına incelediğinde görünüşü hakkında oldukça doğru bir fikir edinebilir. ince yapılı della bu sanatta iyice ustalaşmıştı.

    della aniden pencereden uzaklaştı ve aynanın önünde durdu. gözleri pırıl pırıldı, ama yüzü yirmi saniyede rengini kaybetmişti. ani bir hareketle saçlarını çözdü ve olağanca uzunluğuyla salıverdi onları.

    james dillingham young çiftinin müthiş derecede övündüğü iki mülkü vardı. biri jim’in ona babasından, babasına da büyükbabasından kalan altın saatiydi. diğeri de della’nın saçları. saba melikesi havalandırma boşluğunun karşısındaki dairede oturuyor olsaydı da della kurutmak üzere saçlarını pencereden aşağı sarkıtsaydı, majestelerinin mücevherleriyle hediyeleri onun saçları karşısında anında iki paralık olurdu. sultan süleyman bodrumuna hazinelerini istiflese ve apartmanın kapıcısı olsaydı jim ona kıskançlığından sakallarını yoldurtmak için yanından geçerken hep saatini çıkarırdı.

    della’nın güzel saçları kahverengi şelale gibi dalgalı ve parlaktı ve adeta, üzerinden akıyordu. dizlerinden aşağıya kadar uzanan saçları della’nın üzerinde bir mücevher gibi duruyordu. derken yine aynı şeyi yaptı, sinirli bir şekilde ve çabucak. bir süre ayakta mütereddit ve sessizce dururken kırmızı renkli eski halının üzerine bir iki damla gözyaşı düştü.

    eski kahverengi ceketini üzerine geçirdi; eski kahverengi şapkasını da başına. gözlerinde hâlâ o aynı parlaklık, eteğini dalgalandırdığı gibi kapıdan dışarı seyirtti, merdivenlerden aşağı indi ve sokağa çıktı.

    önünde durduğu dükkânın tabelasında şunlar yazıyordu: “madam sofronie. her nevi saç bulunur.” della bir kat yukarı koştu, nefes nefese kaldı, kendini toplamaya çalıştı. iri, fazlasıyla beyaz tenli, soğuk biri olan madam, “sofronie” adının çağrıştırdığı o zarafetten çok uzaktı.

    “saçımı satın alır mısınız?” diye sordu della.

    “ben saç satın alırım,” dedi madam. “şapkanı çıkar, saçların nasıl, bir görelim.”

    kahverengi şelale dalgalanarak aktı.

    “yirmi dolar,” dedi madam, bu tür hareketlere alışkın eliyle saçları tartarak.

    “verin hemen,” dedi della.

    sonraki iki saati kanatlanarak geçti. ama ağızlarda sakız olmuş bu metaforu geçelim bir kalem. jim’in hediyesi için dükkânları didik didik etti demekle yetinelim.

    sonunda aradığını buldu. bu, jim için biçilmiş kaftandı, başkası için değil. dükkânların hiçbirinde bir benzeri yoktu ve girilmedik dükkân bırakmamıştı della. sade, şık platin bir saat zinciriydi bu ve her iyi şeyde olduğu gibi, süsle değil gerçek değeriyle kendini gösteren bir zincirdi. tam o ‘saat’e layık bir zincirdi.

    onu görür görmez jim’in olması gerektiğini anlamıştı. zincir onun gibiydi. sessizlik ve değer, bu tanım ikisine de uyuyordu. ona yirmi bir dolara mal olmuştu zincir. 87 sentle eve koşturdu della. saatinde bu zincirle birlikte jim herkesin içinde saatin kaç olduğuna hiç çekinmeden bakabilecekti. saat kaliteli bir saatti kaliteli olmasına, ama jim zincir yerine taktığı deri kayış yüzünden ona göz ucuyla bakardı.

    della eve vardığında mutluluk sarhoşluğu biraz geçti, onun yerini ihtiyat ve basiret aldı. bigudilerini çıkardı, gaz ocağını yaktı ve sevgi katılmış cömertliğinden kaynaklanan tahribatları giderme işine verdi kendini. bu daima büyük bir iştir sevgili dostlarım, dev bir iş.

    kırk dakika içinde tam anlamıyla haylaz bir öğrenciye benzemesine neden olan iç içe geçmiş minik kıvırcıklarla dolmuştu başı. aynada kendine baktı, uzunlamasına, dikkatle ve eleştirel bir gözle.

    “jim ikinci kez bakmadan beni öldürmezse şayet, benim coney adası’ndaki koro kızlarına benzediğimi söyleyecektir. ama ne yapabilirdim, bir dolar seksen yedi sentle ne yapabilirdim?” dedi della kendi kendine.

    saat yedide kahve hazırlandı ve tava, doğranmış malzemeleri pişirmek üzere kızgın ocağın arka tarafında yerini aldı.

    jim hiç geç kalmazdı. della saat zincirini avucunun içine aldı ve jim’in her zaman içeri girdiği kapının yanındaki masanın kenarına oturdu. sonra onun merdivenlerin ilk basamaklarında çıkardığı, derinden gelen ayak seslerini duydu ve bir an yüzü bembeyaz kesildi. günlük, basit şeyler için mırıltıyla kısa dualar okuma alışkanlığı vardı, bu sefer de, “lütfen tanrım, beni yine güzel görmesini sağla,” diye mırıldandı.

    kapı açıldı, jim içeri girdi ve kapıyı kapadı. zayıflamış ve çok ciddi görünüyordu. zavallı çocuk, henüz yirmi iki yaşındaydı ve bir ailenin sorumluluğunu üstlenmişti! yeni bir paltoya ihtiyacı vardı, eldivenleri de yoktu.

    jim, bıldırcın kokusunu almış bir av köpeği kadar kımıltısız, kapıdan içeri girdi. gözleri della’ya sabitlenmişti. bu gözlerde della’nın okuyamadığı bir ifade vardı ve bu onu korkuttu. bu ifade ne öfkeye, ne şaşkınlığa, ne hoşnutsuzluğa, ne dehşete ne de della’nın hazır olduğu herhangi bir duyguya işaret ediyordu. jim gözlerinde o ifade, bakışlarını sabitlemiş ona bakıyordu.

    della kıvrıla büküle masadan kalktı ve jim’in yanına gitti.

    “jim sevgilim, bana öyle bakma,” dedi ağlamaklı bir sesle, “saçımı kestirip sattım, çünkü sana hediye alamasam bu noel bana zehir olurdu. nasıl olsa kökü bende, büyürler yine; buna aldırmazsın değil mi? bunu yapmak zorundaydım. saçlarım çok hızlı uzuyor. bana ‘mutlu noeller!’ de jim, unutalım bunu. ne kadar hoş, ne kadar güzel ve cazip bir hediye aldım sana, inanamazsın.”

    “saçını mı kestirdin?” diye sordu jim, güç bela, zihnini zorladığı halde aşikâr gerçeği bir türlü kavrayamıyormuşçasına.

    “kestirdim ve onları sattım,” dedi della. “benden böyle de hoşlanmaz mısın? saçım olmasa da ben yine eski benim, değil mi?”

    jim merakla odayı süzdü.

    saçlarının gittiğini mi söylüyorsun bana?” dedi ahmakça bir ifadeyle.

    “aramana gerek yok,” dedi della. “sattım diyorum sana, sattım, saç maç yok artık. noel arifesindeyiz sevgilim. bana iyi davran, çünkü saçlarımı senin için kestirdim.” sonra ciddi ve tatlı bir sesle, “başımdaki saçlar belli bir sayıda olabilir, ama sana olan aşkımı sayılara vuramazsın,” diye ekledi. “yemeği koyayım mı jim?”

    jim dalgınlıktan çabuk sıyrıldı. della’sına sarıldı. on saniye kadar diyelim, karşısındaki anlamsız nesneyi büyük bir dikkatle inceledi. ha haftada sekiz dolar ha yılda bir milyon dolar, arada ne fark var? bir matematikçiye veya nüktedana sorsan yanlış cevap verirdi. büyücü değerli hediyeler getirmişti, ama getirdiği şeyler arasında bu yoktu. bu karanlık ifade biraz sonra aydınlığa kavuşacak.

    jim paltosunun cebinden bir paket çıkardı ve masanın üzerine attı.

    “bana haksızlık etme dell,” dedi, “bir saç kesiminin, bir tıraşın veya şampuanın sevgilimi daha az sevmeme neden olması düşünülemez bile. o paketi açarsan neden bir süre kendime gelemediğimi anlarsın.”

    beyaz parmaklar paketin sicim ve kâğıdını çarçabuk parçaladı. sonra esrik bir sevinç çığlığı duyuldu, sonra bunun yerini hemen kadınlara özgü o histerik gözyaşlarıyla inlemeler alarak evin direğini sahip olduğu tüm yatıştırıcı güçleri seferber etmeye mecbur etti.

    della’nın önünde o taraklar duruyordu, arka arkaya ve yan yan sıralanmış vaziyette, broadway’de bir dükkânın vitrininde görüp çok beğendiği o tarak seti. güzel taraklar, kenarları taşlı bağa taraklar, tam da o giden güzel saçlara layık. bunlar pahalı taraklardı, bunu biliyordu della, bir nebze olsun sahipleneceği ümidine kapılmadan yüreği onları şiddetle arzulamış, onları çok istemişti. şimdi ona aittiler, ama şiddetle arzulanan bu ziynetin şereflendireceği o bukleler yoktu artık.

    della onları bağrına bastı, neden sonra o kederli gözlerini kaldırdı, gülümsedi ve “saçlarım çok hızlı uzuyor, jim!” dedi.

    derken della ateşten yanmış küçük bir kedi gibi aniden yerinden fırladı ve “ah! ah!” diye çığlık attı.

    jim henüz o güzel hediyesini görmemişti. della avucunu açarak hediyesini uzattı. o donuk, değerli metal della’nın parlak, canlı ruhunu yansıtır gibi pırıl pırıl parlıyordu adeta.

    “yaman bir şey, değil mi jim? onu bulmak için şehrin altını üstüne getirdim. artık hiç çekinmeden saatine istediğin kadar bakabilirsin. saatini ver bakayım. nasıl duracak merak ediyorum.”

    jim onun dediğini yapmak yerine kanepeye attı kendini, ellerini başının üzerinde kenetledi ve gülümsedi.

    “şimdilik şu noel hediyelerimizi bir kenara bırakalım ve bir süre onlarla ilgilenmeyelim,” dedi jim. “bunlar hediye olarak kullanılamayacak kadar güzel şeyler. saati taraklarını alabilmek için sattım. şimdi tüm bunların olmadığını ve yemeği koyduğunu farz edelim.”

    müneccimler, bildiğiniz gibi, bilge kişilerdi, yemlikteki bebeğe* hediyeler getiren harika insanlardı. noel’de hediye verme fikrini onlar bulmuştu. bilge oldukları için hediyeleri de bilgeliklerine yakışır hediyelerdi, aynısından iki tane olduğunda değiştirilip yerine başkasının alınabileceği hediyelerdi bunlar. burada size, evlerinin en büyük hazinelerini birbirleri için feda eden iki ahmak çocuğun basit hikâyesini anlattım, naçizane. bugünlerin bilgelerine son olarak bir şey daha demem gerekirse, hediye verenler arasında bu ikisi bilgelerin bilgesidir demem gerekir. onlar gibi hediye veren ve alan kişiler bilgelerin bilgesidirler. dünyanın her yerinde böyle insanlar, insanların en bilgesidir. onlar müneccimdir.
  • uslup, bilgi birikim, edebi zenginligi ve karakter yaratmadaki basarisi, zekasi su goturmez. tartismaya dahi gerek yok. ancak hikayelerinin her seferinde nereye dogru gittigini kavradiginizda ne yazik ki bana fena derecede kabak tadi verdi yazdiklari. edebiyat dunyasi adina koca bir kazanctir bi herif, lakin o guzelim anlatimi, kurmakta pek bir basarili oldugu sahneleri ve atmosferiyle uzun uzun romanlar yazsaymis diyorum.
  • sıcacık, samimi öyküleriyle bende apayrı bir yeri olan yazar. cümleleri öylesine zarif ve etkileyici ki, su gibi akıyor okurken. az önce dedim ya sevdiğim kişiler, sevdiğim şeyler hep benimle olsa, hep aynı kalsa diye. hah, işte o. henry, öyküleriyle beraber ilk okumamın üzerinden onca yıl geçmesine rağmen yine aynı. kitabındaki satırlar, olaylar, kişiler aynı. 14 sene önce ortaokulda okuduğum kitapla aynı duygular. yanlış anlaşılmak istemem, gelişime kapalı biri değilim, sadece sevdiğim şeyler mümkünse aynı kalsın istiyorum.
  • "tutkularınızdan hayallerinizden vazgeçmeyin. eğer vazgeçerseniz bedeniniz bu dünyada var olsa da yaşamınız son bulur."

    öyküler, o. henry
hesabın var mı? giriş yap