• tamam ufuk katlayıcı özelliği olmasa da günün hengamesi, haftanın ilk iş günü moralsizliği bir yanda, arada insanı uzaklaştıran tarihi bilgiler de bazen bu sınıfa girebiliyor.
    tarihte yer etmiş bir takım insanların garip bazen de trajikomik ölüm şekilleri bunlara örnek bence.
    misal:
    empedokles'i herkes bilir(vayyyy. kafadan "ben tabii ki de kültürlüyüm lan" girişi. güzeeel. hadi bakalım). hani m.ö. 500 lü yıllarda yaşamış, element kavramını ilk dillendirenlerden birisi, hani doğanın dört temel element yani toprak, ateş, su ve havadan (o klişe espriyi yapanı sir arthur aston'un takma bacağı ile kovalıyorlar burada. hey yavrum espri bile fularlı) oluştuğunu ilk ortaya atan şu antik yunan filozofu yahu(aristotales bunlara bir de eteri eklemiştir ama konumuz bu değil). hatta empedokles, bu 4 elementi bir arada tutan şeylerin ise sevgi ve nefret olduğunu iddia eden ve fikirlerini şiirlerle anlatmış romantik bir filozoftur. kendisini de tanrı ilan etmiş ve takipçileri ile birlikte sicilya'daki meşhur etna yanardağı kraterine çıkmış ve "siz az bekleyin ben aşağı atlayacağım, bedenim yanıp kül olacak ve ölümsüz, yüce bir tanrı olarak geri döneceğim" diyerek kendini lavlara bırakmıştır. elbette etna'nın alevleri onu yutmuştur ve geriye takipçilerinin elinde sadece tek bir çarık kalmıştır. nettin dayı sen ya?

    epiruslu pirus var bir de. bunu da bilirsiniz yahu(bak hala devam!) hani roma'yı yenmiş ama yenerken muazzam zayiat verdiği için literatüre "pirus zaferi" tabirini kazandırmış antik yunan kralı. öyle sağa sola atar gider yapıp saldırmış ve genelde de başarılı olmuştur ki spartalı birinin gazına gelip spartalıları yenmeyi ve tüm o bölgenin hakimi olmayı kafasına koymuştur. ancak baklava dilimli artiz spartalıların güçlü direnişi nedeniyle vazgeçerek kime niyet kime kısmet demiş ve argos kentini ele geçirmiştir. filinin üstünde şehire girip havalı havalı dolanırken bu fetihe kızan yaşlı bir kadın balkondan bunun kafasına kiremit fırlatmış, o kiremit pirus'un kafasının pekmezini akıtınca fırsattan istifade askerleri pirus'un kellesini bedeninden ayırmıştır.
    her yeri ele geçiren aksiyon adamı bir kralın kiremitle durdurulmasına mı yanasın, sendeleyince hemen en yakındaki askerin kelleyi kesmesine mi yanasın, zor işmiş vesselam antik dönemde yaşamak.

    daha fenası da var.
    m.ö. 160lar. elazar maccabias ( maccabi tel aviv takım ismindeki maccabi mi bu acaba?) büyük iskender'in büyük makedon imparatorluğu yıkıldıktan sonra kurulan 4 helenistik devletten biri olan seleokus imparatorluğuna karşı büyük savaşta yahudi tarafını kontrol edenlerden bir din adamıdır., karşı tarafın kralı 5. antokyus'u (battal gazi filmi geldi aklıma sebepsiz) öldürmek için eline bir mızrak alır ve atılır savaş meydanına. antokyus fil ordusu ile gelmiştir ve kendisi de filin üstünde emirler vermektedir. bizim elazar "filden korksak fildişi kolye takmayız" diyerek kahramanca filin yanına gelir ve altına girip mızrağı filin midesine saplar defalarca. fil acı içinde ölür ama laaps diye elazarın üstüne yığılır ve elazar feci şekilde can verir. ama asıl acı olan sadece bu değil, kendisini pestil gibi yapan ve karnını deştiği fil kralın fili dahi değildir.

    bir de imparator valerian' a bakalım. bunu başka entrilerde uzun uzun anlatmıştım ama olsun.
    3. yy da yaşamış bu romalı asilzade imparator olunca ülke sıkıntılı bir dönemde idi. m.s. 260 yılında edessa savaşında pers kralı 1. şapur bunu yenince esir düşmüştür. pers kralı önce onu atına binerken basmak için sehpa olarak kullanmıştır. köpek gibi yerde 4 ayak duran valerian'a basıp atına binen şapur sonra bundan sıkılmış ve öldürtüp derisini yüzdürmüş, içini sap samanla doldurtup ülkesindeki bir tapınağın duvarına doldurulmuş hayvanlar gibi astırmıştır. yuh amk!

    of bak şimdiki daha fena.
    humphrey de bohun, ingiltere'de çok güçlü bir ailenin saygıdeğer bir üyesidir. kral'a karşı ileri geri konuşunca kral(kral 2. edward. ona da değineceğiz ileride) onun üzerine küçük bir ordu göndermiştir. ve bizim bohun'un sıkıntılı ölümü gelmek üzeredir.
    1322 yılında savaş başlar, bizim bohun tahta bir köprüden ordusunu yönetmektedir. ancak yoğun bir ok atışına maruz kalınca dikkatleri dağılır. bu sırada köprü altına sızan bir düşman askeri elindeki mızrağı tahtalardaki deliklerden yukarı saplar. mızrak birine saplanınca da mızrağın kafasını çevirir sürekli.
    mızrağın saplandığı kişi bizim bohundur ancak kötü olan mızrağın bedene girdiği yerdir. evet tahmin edeceğiniz gibi mızrak anüsten girmiştir. büyük acı ve feryatla ölen bohun, askerlerini de paniğe sevketmiştir. savaş kaybedilmiştir.

    bu feci ölümden 5 yıl sonrasına gelelim.
    yani gelelim kral 2. edward'a.
    edward ingiltere'deki bu asilzadelik, soyluluk muhabbetinden epeyce sıkılmıştır. aşağı seviyeden bir çok arkadaşı ve hatta "özel" erkek arkadaşları vardır. en sonunda dayanamayıp tahttan indirilip hapsedildiğinde karısı isabella onun nasıl öldürüldüğünü anlatmıştır (genç bir erkekle uygunsuz şekilde yakaladığı kocasına kızgınlığından olsa gerek).
    edward anüsüne kızgın demir sokularak öldürülmüştür.
    lan!? karma is a bitch?

    neyse, bir de yukarıda bahsi geçen sir arthur aston ve meşhur tahta bacağı var.
    bu sir, ingiliz sivil savaşında kralın yanında oldukça iyi savaşan bir profesyonel askerdi. 1644 yılında attan düşerek topal kalır ve tahta bir bacak ile yaşamaya başlar. 1649 yılında drogheda kuşatmasında oliver cromwell emrindeki kuvvetler kaleyi fethedince herkesin öldürülmesini emreder oliver cromwell. hani şu ingiltere'yi krallıktan cumhuriyete çeviren adam lan bilirsiniz(fularım nerde?)
    bizim tahta bacaklı sir teslim olmayı teklif eder ama askerler onu ve bacağını görünce tahta bacağı içinde altın sakladığını düşünüp açmak için bizzat sir artuhur'un kafasına vururlar. elbette altın filan yoktur ama sir arthur aston kendi bacağı ile öldürülmüştür.

    julien offray de la mettrie (isme bak şiir gibi, ama tipe gel) 1750'lerde yaşamış fransız doktor, filozof ve muhtemelen kavramsal bilimin ve fransız materyalizminin kurucularındandır. julien, insandaki duygusal zevklerin ( yeme, içme, seks, oyun oynama gibi) hayatın tek amacı olduğunu düşünüyordu ve bu prensip üzere yaşıyordu. julien aynı zamanda dünya hayatının sadece zevk oyunu olduğunu ve nihai amacın kişisel tatmin olduğunu iddia eden bir ateist idi.
    bu tip zevklerin yaşamın amacı ve anlamı olduğunu iddia etse de ironik bir şekilde iyileştirdiği bir hastanın taburcu olmasını kutlarken türüf mantarı püresini çok çok fazla yiyince acı içerisinde vefat etti. te allah'ım neyse.

    ve geldik sona.
    bando matsugoro viii, en kıymetli, önde gelen kabuki aktörü idi. hatta ulusal hazine makamı verilmiş kendisine.
    kabuki?
    dur bi fularımı alayım tekrar.
    kabuki, japon dans/drama tiyatrosu oluyor.
    1975 yılı ocak ayında matsugoro, akşam yemeğinde fugu balığı ciğeri yemek istiyor. ancak şöyle bir durum var, bu balık oldukça zehirli ancak bizim matsugoro bu ölümcül zehire bağışıklığı olduğunu iddia ediyor(sebep?). fugu şefi ise böyle saygıdeğer bir misafirin talebini geri çeviremeyeceğini söyleyerek bu ölümcül ciğerlerin servisini yapıyor(sebep??).
    matsugoro 7 saat sonra ölüyor.
    sebep?????

    enteresan ölümler ile ilgili bu entriyi girerken fularım bir yere dolansa, boynumu sıkıp beni düşürse ve düşerken ağzımdaki pipo masaya çarpıp ensemden çıksa ve ölsem ben de bu listeye girer miyim acaba?
    elbette hayır.
    sanırım tek eksiğimiz? öhm?tarihte yer etmiş birisi olmamam olur herhalde.
  • pi sayısı değil pi oranı dememiz gerekir. sayı herhangi bir şeyde karşımıza çıkabilen bir şeyin miktarını, değerini, ölçüsünü, uzunluğu alanını veya hacmini belirleyen matematiksel sembollerdir. pi ise sadece çember söz konusu olduğunda karşımıza çıkan özel bir orandır. eğer bir yerde pi oranı var ise orada mutlaka çembersel bir şekil vardır. sadece çembersel şekiller söz konusu olduğunda ortaya çıktığından pi sayısı değil pi oranı diyeceksin!.. kısaca pi diyebilirsin ama pi oranına sayı demek onu sıradanlaştırır. pi, açıyı tanımlamak içinde kullanılan özel bir geometrik şekil olan çemberin, merkez noktasından geçen uzantının çemberi kestiği noktaların birbirine uzaklığının çemberin çevresine oranıdır.. yani aslında açı: bir noktada kesişen iki uzantının kesiştikleri noktayı merkez kabul eden birim çemberin, uzantılar ile kesiştiği noktalar arasında kalan yayın pi cinsinden uzunluğudur (birim çember dediğimiz için uzunluk en fazla 2pi olabilir. yani burada ki uzunluk dememiz kafa karıştırmasın, 2pi cinsinden değeri demek daha doğru olur tabi).. açı en fazla tam açı yani 2pi olur. bizler 2pi yi 360 derece kabul etmişiz ve pi=180 derece olmuş.. yani buradaki derece aslında bir oranı tanımlıyor.. ve ben bunu bugün anladım. trigonometri dersinde pi ye 180 derece diyen hocamız zamanında bunun nedenini açıklasaydı o zamanlar belki ufkum 2 katına çıkardı.. fakat bugün 2 katına çıktı desem yalan olur. eğer pi=180 derece ifadesi ile ilk defa lisede karşılaştıysan bunun nereden geldiğini bil istedim parlak çocuk..
  • the secret, bir çocuk kitabından mı apartıldı?

    insanın bakış açısını değiştirip olumlu düşünmeye başlamasının önemli olduğunun farkındayım. başına gelen acılar yüzünden başkalarını suçlayıp durmadan “ben ne kadar bahtsız bir insanım” diyenlerin yanlış yolda olduğunu, bu tavrın yaşanan acıları pekiştirmekten başka işe yaramayacağını da bunca yıldır okuduklarımdan ve yaşadıklarımdan biliyorum. inatla sürdürdüğümüz hareketlerin bir süre sonra tüm hayatımızı etkileyecek kadar güçlü etkileri olabildiğini de zaten çok kişi yazdı. geçmişte ve bugün, doğu’dan ve batı’dan tüm akıllı insanların vardığı yer burası. sokrates de aynı şeyi söyledi, adı mutlu olma bilgisi anlamına gelen kitabı kutatgu bilig’de yusuf has hacib de… yazar marcel proust okuması güç diye nitelenen dev romanında aslında bundan bahsetti, yönetmen tarkovski sıkıcı diye etiketlenen harikulade filmlerinde bunu anlattı…
    lakin bu bilgilerin kitleler tarafından benimsenip bir mutluluk hareketine dönüşmesi için 2006’yı beklemek gerekti. rhonda byrne, yanına bir sürü kuantum fizikçisi ve spiritüel terapisti alarak the secret (sır) diye bir film çekti, ardından aynı ekiple bunu kitaba dönüştürerek “turnayı gözünden” vurdu. artık ünlü, zengin bir kadındı. dünyanın dört bir tarafında insanlar olumlu düşünmenin sadece huzur ve mutluluk değil, aynı zamanda sağlık, para, aşk ve ün getireceğine inanarak byrne’ün çekim yasası tekniğini uyguluyordu. “neyi düşünürsen başına o gelir, nasıl düşünürsen öyle yaşarsın” diye özetleyebileceğim bu tekniği hatırlatmama gerek yok, biliyorsunuzdur.
    her neyse, olumlu düşünmenin faydalarına inansam da the secret’ın ne kitabını okuyabildim, ne filmini seyredebildim. ikisi de feci şekilde sıkıcıydı çünkü. fakat birkaç hafta önce bu konuyla yeniden ilgilenmenin hiç de fena fikir olmadığına karar verdim. anlatayım…
    yapacak başka hiçbir şeyim yoktu, ben de çocukluktan hatıra bir kitap aldım elime. frances hodgson burnett’ın 100 yıllıkkitabı gizli bahçe’nin kısaltılmamış versiyonunu basmışlardı. hindistan’da doğup büyüyen ve annesi babası öldükten sonra ingiltere’deki zengin bir akrabasının yanında yaşamaya gelen küçük bir kızın hikayesiydi. bencil, huysuz, kibirli ve mutsuz bir çocuktu mary. zengin akrabanın oğlu colin’se ondan da beterdi. her şeyden şikayet eden, hayatlarının çekilmez olduğunu iddia edip duran bu iki zayıf ve çirkin çocuk sayfalar ilerledikçe malikanenin yakınında gizli bir bahçe keşfediyor ve orada müthiş bir hayat bilgeliğine sahip oluyordu. 400 sayfalık bir kitap bu, hepsini anlatmayayım. zaten bizi ilgilendiren 300. sayfadan sonrası…
    “sihir” başlıklı bölümde birdenbire sanki the secret’tan pasajlar okumaya başladığımı hissettim. kötürüm colin’in insanların sihir denen şeyi o güne kadar yanlış algıladığını fark ettiği ve sihir deneyleri yapmaya karar verdiği bölümde “sihir harika bir şey ve eski kitaplardaki birkaç kişi hariç kimse tam olarak onun ne olduğunu bilmiyor” diyordu. sonra sürekli aynı şeyi düşünüp söylemenin önemini keşfediyordu: “askerlerin talim yaptığı gibi bunu her gün düzenli olarak yaparsanız görürsünüz. (…) eğer gelip yardımcı olması için sürekli onu çağırırsanız, sihir bir parçanız olur ve istediğiniz şeyleri gerçekleştirmeye başlar.”
    bıkmadan usanmadan “sihir” deneyleri yapmaya başlayan colin nihayet gerçeği buluyordu: sihir aslında içimizdeydi. en çok da bir konu üzerinde çalıştığın, bir de şükür dualarını ihmal etmediğin zamanlarda işe yarıyordu. hatta romanın başında sakat olarak karşımıza çıkan yani yürüyemeyen colin ilerleyen sayfalarda, gizli bahçe’yi koruyup kollayan birtakım iyi insanların yardımıyla edindiği bu hayat bilgisini kullanarak yürümeye başlıyordu. dahası mary gibi o da daha iyi, daha güzel, daha mutlu biri oluyor, üstelik halini tanıdığı herkese bulaştırıyordu.
    bakın colin’in sayfalar süren konuşmalarından birkaç bölüm:
    “dünyanın başlangıcından bu yana harika şeyler keşfedildi. son yüzyılda öncekilerden de hayret verici keşifler yapıldı. yeni yüzyılda daha da hayret verici yüzlerce keşif yapılacak. (…) son yüzyılda insanların keşfettiği yeni şeylerden biri de düşüncenin, saf düşüncenin elektrik bataryaları kadar güçlü olabileceği, bir insana gün ışığı kadar iyi gelebileceği ya da zarar verebileceğidir. üzücü ve kötü bir düşüncenin zihninize girmesine izin vermek kızamık mikrobunun bedeninize girmesine izin vermek kadar tehlikelidir. size nüfuz ettikten sonra orada kalmasına izin verirseniz yaşadığınız sürece bir daha asla ondan kurtulamayabilirsiniz.”
    ya da mesela şu…
    romanın bir sahnesinde bir kenarda çocukları izleyen bahçıvan, olumlu fikirleri her gün düzenli olarak tekrarlamanın öneminden bahseden colin’in sözünü kesiyor:
    “bir keresinde jem fettleworth’ün karısının aynı şeyi binlerce kez tekrarladığını duymuştum. ona ‘ayyaş canavar’ deyip duruyordu. işe yaradı da… mavi aslan barı’nda körkütük sarhoş olan adam eve gelip kadını bir güzel patakladı.bunun üzerine colin önce kaşlarını çatarak biraz düşünür ama sonra keyfi yerine gelir: “işte bak, kadın ‘yanlış sihir’ yapmış, adam da onu dövmüş. eğer doğru sihir yapıp güzel şeyler söyleseydi belki de adam sarhoş olmaz, hatta ona yeni bir şapka hediye ederdi.”
    benzerlikler tesadüf mü diyorsunuz? bence değil. neden derseniz, onu da anlatayım. rhonda byrne the secret’ta “eski kitaplardaki bilge kişilere”, sanatçılara, yazarlara sayısız referans veriyor. bir tek gizli bahçe yani the secret garden’ın ve yazarının adı hiç geçmiyor. işin tuhaf yanı, kendisi bugünlerde the secret’ın devam kitabını yayınladı ve bildiği sırları daha da ayrıntılı olarak açıkladığını iddia etti. bu kitabın adı ne dersiniz? the magic, yani colin’in peşine düştüğü sihir. üstelik kitap tam da gizli bahçe’de anlatılan türden görkemli bir bahçe çizimiyle açılıyor. ona milyonlar kazandıran kitaplarını aslında 100 yıl önce yani 1911’de yayımlanmış bir kitaptan aparttığını söylese ne olurdu onu da bilmiyorum. ama size dikkatli olun diyorum, belki de bir masala inandırılmışızdır.
  • kuş yumurtalarının şekilleri neden bu kadar farklı?

    bir çulluğun yumurtasının şekli damlaya, bir baykuşunki golf topuna ve bir sinek kuşunun ki ise şekere benzer. yeni araştırma sayesinden artık bilim insanlarının bu çarpıcı çeşitlilik için ikna edici bir açıklaması var: bir kuşun yumurta şekli, türünün ne kadar uçtuğuna bağlı olarak evrilmiş.

    princeton üniversitesi'nden evrim biyolojisi uzmanı mary stoddard, uzun süredir yumurtalarda ki çeşitliliğe hayran. neyse ki, geçtiğimiz yüzyılda california, berkeley'deki omurgalı zooloji müzesi, 1400 türden binlerce yumurta kabuğunu bir araya getirdi ve bunların dijital fotoğraflarını çevrimiçi hale getirdi.

    stoddard ve arkadaşları, fotoğraflardan yumurtanın boyu, genişliği ve şeklini ölçen eggxtractor adlı bir bilgisayar programı geliştirdiler. ekip, yaklaşık 50.000 yumurtanın kusursuz küresel formdan ne kadar uzakta olduğunu, yani ne kadar sivri veya uzun olduğunu belirlemek için bu ölçümleri kullandı. stoddard, aynı zamanda zarın özelliklerini ve içerdeki yavrudan gelen ne kadarlık basınca dayandığını matematiksel olarak gösterebilmek için harvard üniversitesi'nden fizikçi l. mahadevan ve öğrencisi ee hou yong ile çalıştı.

    daha sonra bu matematiksel modelleri, zarın sertliğini ve basıncı değiştirerek çeşitli yumurta şekilleri oluşturmak için kullandılar. doğada gözlemlediğimiz yumurta şekillerinin çeşitliliğinin gerisinde de muhtemelen bu özelliklerdeki evrimsel değişiklikler yatıyor. sadece bu model bile çeşitli alanlardan uzmanları heyecanlandırmaya yetti. almanya bonn üniversitesin'den paleontolog martin sander'a göre tüm yumurta şekilleri için bir formülün olması çok etkileyici.

    stoddard ve meslektaşları ardından yumurta şekillerini 1000 kuş türünü içeren soy ağacıyla karşılaştırdılar. bu karşılaştırma, her bir kuş grubunun karakteristik bir yumurta şekli olduğunu ortaya koydu. peki bu yumurta şekli farklarının bir sebebi var mıydı?

    bin kuş türünün yumurta şekillerinin dağılımı. yumurtalar hem asimetri hem de eliptiklik dereceleri açısından varyasyon gösteriyorlar.

    daha önceki çalışmalarda yuva türü, yuva konumu ya da bir kuluçkadaki yavru sayısı gibi özelliklerin yumurta şeklini etkilediği önerilmişti. ama stoddard ve ekibi yumurta şeklinin bu özelliklerle pek az ilişki gösterdiğini buldular.

    ekip daha sonra, bugüne kadar yumurta şekliyle ilişkilendirilmemiş bir başka özelliği, kuşların uçma yeteneğini inceledi. özel olarak, kuşların kanat uzunluğunun genişliğine oranının yumurta şekline bir etki yaratıp yaratmadığını değerlendirdiler.

    şaşırtıcı biçimde, bir kuş türünün uçma yeteneğinin yumurta şeklini açıklamada önemli olabileceği ortaya çıktı!

    çulluk ve alk gibi iyi uçucu olan kuşlar, muhtemelen havada daha çok zaman geçirmek daha hafif ve sıkı olmayı gerektirdiği için daha uzun ve daha asimetrik (zeplin seklinde) yumurta bırakma eğilimindeler. havada çok az ya da hiç vakit geçirmeyen pittagiller ve kemirgen gagalılar gibi tropikal kuşların ise daha küresel yumurtaları var.

    stoddard'a göre bunun nedeni, yuvarlak yumurta yumurtlamak için, uzun yumurtalara göre daha geniş bir pelvis (kalça) gerekiyor. uçmayan kuşların kalçaları geniş olabiliyor. ama zamanlarının çoğunu havada geçiren kuşlar, daha aerodinamik biçimli, daha hafif ve küçük iskelet yapısına sahip. bunların kalçaları daha dar oluyor. dolayısıyla bunların aerodinamik biçimli yumurta şekilleri pelvise sığacak şekilde evrildiler.

    bu yeni araştırmanın sonuçları sayesinde artık bir türün bir yumurtanın şekliyle ne kadar iyi olduğuyla ilgili genel tahminler yapmak mümkün. stoddard, bu çalışmaların iki düzeyde önemli olduğunu söylüyor. birincisi, yumurta şekli ve zarın oynadığı rolü anlamak. bu sonuçlar, belki de daha dayanıklı yumurta yaratmaya yardım ederek yumurta endüstrisi için değerli olabilir. fakat, sadece yumurta çeşitliliğinin bulmacasını çözmek bu başlı başına bir başarı. stoddard, "yumurta sadece favori bir kahvaltı yemeği değildir." diyor. modern kuşlarınkine benzeyen özelleşmiş bir yumurta, yavruların karada hayatta kalmalarını mümkün kıldı ve böylece omurgalı atalarımızın denizleri yaklaşık 360 milyon yıl önce terk etmesine izin verdi. yumurtalar, aslında bir devrimi başlattılar.
  • 240 bin yıllık fosil dna’sı fillerin evrimini aydınlatıyor

    soyu binlerce yıl önce tükenmiş uzun-düz-dişli fillerin 120 bin ve 240 bin yıllık fosillerinden elde edilen ve geçtiğimiz gün yayınlanan antik dna dizileri fillerin evrimsel tarihini aydınlatıyor.

    bugün dünya üzerinde sadece 3 tür fil bulunuyor: afrika orman fili, afrika savana fili, ve asya fili.

    geçmişe doğru gidildiğinde ise soyları tükenmiş farklı fil türleri ile karşılaşılıyor. en ilginç örneklerden birisi şu görselde de yer alan uzun-düz-dişli fil (palaeoloxodon antiquus).

    bu türün soyu 30 bin yıl önce tükenmiş. birçok fosil örneği keşfedilmiş bu filler zamanında avrupa ve asya’nin orta/batı kesimine yayılmış. 20 ton ağırlığa ve 4 metre boya ulaşabilen, uzun fildişi yapısı ile diğer fillerden farklılaşan bu devasa fillerin fosilleri, bugün dünya üzerinde halen bulunan fillerin evrimsel geçmişini aydınlatmak için çok değerli örnekler.

    fillerin antik dna dizisi ile yenilenen güncel evrimsel-ağaç. daha önceleri fosillerin yapısal analizine ve coğrafya bilgisine dayanan bilgiler ışığında soyu tükenmiş olan uzun-düz-dişli filler (palaeoloxodon a.) asya filleri (elephas maximus) ile beraber gruplanıyor, ağaçta yanyana resmediliyordu. evrimsel tarihi çok daha tutarlı ve kesin aydınlatan bir veri tipi olan dna dizisi ise uzun-düz-dişli fillerin aslında yapısal ve coğrafi olarak daha uzak gibi görünen afrika orman fili (loxodonta cyclotis) ile daha yakın akraba olduğunu kanıtlıyor.

    uzun-düz-dişli fillerin (palaeoloxodon antiquus) fosillerinin kemik yapıları ve vücut boyutları modern fillerin kemik yapıları ve vücut boyutları ile karşılaştırıldığında, bu soyu tükenmiş fil türünün coğrafi olarak çakışan bölgelerde bulunmuş asya filleri ile daha yakın akraba oldukları sonucuna ulasiliyordu. bu hipoteze göre ortak atasal soy 7 milyon yıl kadar önce, öncelikle, uzun-düz-dişli filler ile modern asya fillerinin atası olan soya ve modern afrika fillerinin atası olan soya ayrılmış, daha sonra ise uzun-düz-dişli fil ve asya fillerinin soyunu veren yeni bir evrimsel ayrışma gerçekleşmişti. bu dallardan birisinin (uzun-düz-dişli fil) soyu 30 bin yıl kadar önce tükenirken, diğer dal (asya fili) bugün bulunan modern türlerin evrimsel kaynağını oluşturuyordu.

    tüm bu tarihsel anlatımın geçen gün elıfe dergisinde yayınlanan ve 240 bin yıllık heyecan verici ve detaylı antik-dna verilerine dayanan bir çalışma dolayısıyla yenilenmesi gerekiyor.

    araştırmacılar, 120 bin ve 240 bin yıl önce bugünün almanyasında fosillesmeye başlamış kemik örneklerinden büyük bir başarı ile uzun-düz-dişli fil soyunun üyesi olan dört bireyden antik dna izole ediyorlar.

    bu kadar eski örneklerden dna elde etmek zor bir işlem. jurassic park filmindeki dinozor dna’si gibi tüm genom mükemmel kalitede dizilenmese de bu fosil fillerin enerji santrallerinin (mitokondrilerinin) dna’lari tamamen dizileniyor. ayrıca, iki bireyin hücre çekirdeğinde bulunan dna’nin üçte biri de başarı ile dizileniyor.

    bu bölgede 20. yüzyıl başında çok sayıda neandertal fosili de bulunmuş olması da ilginç bir ayrıntı.

    soyu tükenmiş dört bireyin dna dizisini bugün yaşayan 3 fil türünün dna’si ile karşılaştırıp evrimsel-ağaç hesabı yapan araştırmacılar, istatistiksel olarak mükemmel derecede net fakat beklenmedik sonuç karşısında büyük bir şaşkınlığa düşmüşler. bugüne kadar asya filleri ile daha yakın akraba olduğu, yani daha yakın geçmişte ortak bir ataya sahip olduğu düşünülen uzun-düz-dişli fillerin antik-dna’si, bu fillerin aslında yapı olarak göreli küçük olan afrika orman filleri (loxodonta cyclotis) ile daha yakın akraba olduğunu ortaya çıkıyor.

    bulunan sonuçlar göreli küçük vücut boyutuna sahip bugün afrika ormanlarında yaşayan modern fillerin ve uzun-düz-dişli fillerin ortak atasının içinde olduğu bir topluluğun afrika’dan göç ederek bugün fosillerin bulunduğu avrupa ve asya’nin batısına yayıldığı ve orada türlesmeye devam ettiğini işaret ediyor.

    makalenin yazarları üzerinde şu an durmasa da, antik dna’sı elde edilen 4 bireyden bir tanesinin evrimsel ağaçtaki konumu afrika civarında gerçekleşmeye başlayan türleşme döneminde farklılaşmakta olan farklı fil toplulukları arasında çiftleşme (melezleşme) olduğunun ipuçlarını veriyor. bu çıkarım, fillerin evrimsel ağacının detaylarının daha çapraşık ilişkiler içerebileceğini gösteriyor.

    özetle, çalışmanın sonuçlarına göre, fillerin geleneksel/eski evrimsel ağacının gövdesi çok sağlam antik dna verileri ile yeniden şekillenmiş durumda. tabii iş burada bitmiyor. asil iş, bu yeni evrimsel ağaca bakarak geçmişteki fil soylarının göç yollarının, birbirleri ile karşılaşma/çiftleşme olasılıklarının, iskelet yapıları ve vücut boyutlarının nasıl farklilasarak veya benzeserek evrildiginin, beslenme düzenlerinin detaylarının, yeniden incelenmesi ile daha şimdi başlıyor.

    ilgili çalışma, morfolojik ve coğrafi verilere göre çok mantıklı görünen evrimsel ilişkilerin sadece filler için değil daha başka birçok hayvan türü için yanıltıcı çıkarımlara sebep olmuş olabileceğinin de uyarısını veriyor. antik dna elde edilebilmesine dayanan teknik “devrim” evrimsel biyolojinin önünde çok heyecan verici taze bir gelecek olduğunu müjdeliyor.

    ilgili makale:

    meyer vd. 2017, elıfe, "palaeogenomes of eurasian straight-tusked elephants challenge the current view of elephant evolution" elife 2017;6:e25413 doı: 10.7554/elife.25413
  • söz uçar yazı kalır sözündeki esas güçlü olanın sözün olması.

    burada kastedilen, sözün her yere herkese uçup giderek daha hızlıca ve daha fazla kişiye ulaşması, fakat yazının ise olduğu yerde öylece kalmasıdır. zamanla yazı lobisi bunu yazı lehine çevirmiştir. swh. yani, sözün uçmasından kasıt benzin gibi havaya karışması değil.
  • söz uçar yazı kalır sözü aynen bildiğiniz anlama gelir.
    verba volant, scripta manent

    sözlük dışında bunun aksini iddia eden bir kaynak bulamadım.

    verba volant, scripta manent is a latin proverb. literally translated, it means "spoken words fly away, written words remain".
    this phrase seems to come from a speech of caius titus of the roman senate,[1] who suggests that spoken words might easily be forgotten, but written documents can always be conclusive in public matters.
  • sadece "1, 2 ve daha çok" kavramlarından oluşmuş sayı sistemlerine sahip yerli kabileleri duymuşsunuzdur. bu tablo, biraz değişik de olsa türkçe,arapça ve çeşitli avrupa dillerinde de mevcuttur. her ne kadar uygarlık bakımından ilerlesek de ilkel dönemlerimizden izler kalabiliyor.

    misal : avrupa dillerinde 3 ; tri, three, drei, tria vb. şeklindedir. bunların kökeni latince trans'a (karşı) dayanır. 1 ve 2 den sonraki sayı olan 3 , "öteki" gibi bir mana taşıyor.

    semitik dillerde arapça ve ibranice'de de fiil çekimleri tekil, ikili ve çoğul olarak uygulanır. bir , iki ve çok.

    türkçede 3 sayısının uç sözcüğüyle ilintili olduğu rivayet edilir. parmak hesabı yaparken her iki taraftan da 3 , orta parmağa tekabül eder. uç sözcüğü de trans gibi ötekini çağrıştırıyor.

    kaynak: "gökteki pi/saymak, düşünmek ve olmak" - john d. barrow
    (türkçe konusu tamamen benim esinlenmem)
  • özgürlük mücadelesine katılan yazarlar

    bu yazarların kitaplarını okudukça her şeyi daha bir anlıyor oluyorsunuz.

    hiç kimse yazının gücünü yok sayamaz. başarılı bir biçimde betimlenmiş bir şiir ya da destansı bir roman, içinde yaşadığımız toplumun daha önce hiç fark etmediğimiz yönlerini ortaya çıkarabilir. yazarlar çatışma, bunalım ve karmaşa dönemlerinde bütünleştirici bir rol oynar. insanların, şehirlerin ve dönemlerin hikâyelerini kaydederler ve okurlarının yeni gelecekleri ve yeni yaşam tarzlarını hayal etmelerine yardımcı olurlar.

    fakat bazı yazarlar için sadece kalemi kağıtla buluşturmak yetmez. edebi çabalarının yanı sıra tarih boyunca mücadeleye aktif olarak katılanlar da vardır. savaş cephelerinde çeşitli hizmetler verenler, özgürlükleri için, inandıkları ilkeler için ve vatanları için çatışanlar… bu entry'de özgürlük mücadelesi veren on yazarı listeledim.

    samuel beckett

    beckett, modernizm akımının öncülerinden olmasının yanı sıra ikinci dünya savaşı sırasında fransız direnişine katılarak almanya’nın fransa’yı işgalini engellemek için mücadele etti. önceleri kurye olarak çalıştı, daha sonraları ise kendi birimi için silah depoladı. savaşa dahil oluşunu “erkek izcilik” gibi basit bir şekilde ifade etse de aslında birçok defa gestapo tarafından yakalanma riskini yaşadı. roussillon adlı fransız köyünde saklanırken akıl sağlığını korumak için yazmaya devam etti ve watt romanı üstünde çalıştı.

    george orwell

    orwell faşizme karşı mücadele etme kararlılığı sonucunda 1937 yılında kendini ispanya iç savaşı’nın ortasında buldu. ispanya’ya vardıktan sonra devrimci bir partiyi (partido obrero de unificacion marxista) desteklemeye başladı. savaş boyunca birçok tehlike atlattı ve nihayetinde sol elinde felce neden olan bir kurşun boynuna saplandı. hastaneden çıktıktan sonra karısıyla birlikte fransa’ya gönderildi. orada savaş deneyimlerini ve gözlemlerini anlattığı katalonya’ya selam kitabı üstüne çalışmaya başladı. kitabına şöyle yazdı: “bazı durumlarda savaşıp yenilmek hiç savaşmamaktan iyidir.”

    gioconda belli

    hem bir kadın hem de nikaragua vatandaşı olan giocando belli’nin hayatı devrimci mücadeleyle geçti. nikaragua’da doğdu, philadelphia’da eğitim gördü ve somoza diktatörlüğüne karşı savaşmak için tekrar memleketine döndü. sandinista ulusal kurtuluş cephesi’ne katıldı. bu süre boyunca ülkedeki siyasi mücadelelere katılarak ve ataerkil baskıya karşı durarak kitap, şiir ve denemeler yazmaya devam etti.

    subhadra kumari chauhan

    subhadra kumari chauhan, hindistan’daki ingiliz yönetimine karşı çıkmak için edebiyatı ve aktivizmi birleştirdi. 1921 yılında mahatma gandhi’nin başlattığı mücadeleye katıldı. dört çocuk annesi chauhan mücadeleyi bırakmadı ve bu süreçte kocasıyla birlikte birçok defa tutuklandı. zor zamanlarda da şiir ve öykü yazmaya devam etti. eserleri birçok genci hindistan bağımsızlık mücadelesi’ne katılmaları konusunda teşvik etti.

    agostinho neto

    neto, angola’nın ilk başkanı olmadan önce üç şiir kitabı yayımladı ve ülkenin portekiz’den ayrılması için başlatılan bağımsızlık mücadelesine liderlik etti. neto’nun hükümdarlık dönemi büyük çatışmanın sürdüğü ve on yıllar boyunca sürecek iç savaşın tetiklendiği dönem olarak bilinir. fakat yine de neto, angola’nın en önemli şairlerinden biridir.

    rigas feraios

    on sekizinci yüzyılın önemli yazar ve düşünürlerinden olan feraios aynı zamanda yunan bağımsızlık savaşı’nın da öncülerindendir. eserleri ülkesindeki yurttaşların coşkusunu artırırken kendisi de yunanistan’daki yerel direnişleri destekledi ve osmanlı imparatorluğu’na karşı çıkan çatışmalarda ve savaşlarda savaştı.

    juana manuela gorriti

    juana manuela gorriti, peru’nun florence nightingale’iydi. arjantin’de doğmasına rağmen peru ve bolivya’yla da bağları vardı. lima’ya taşındıktan bir süre sonra ispanyol donanması şili ve peru’nun limanlarına saldırdı. feraios bu süreçte hemşire olarak çalıştı ve yaralılara yardım etti. gösterdiği kahramanlıktan dolayı peru hükümeti tarafından ödüllendirildi. savaşta yaşadıklarıyla ilgili makale ve öyküler yazdı. yazdıkları daha sonra yayımlandı. ayrıca iki gazete kurdu (the argentina dawn ve the dawn of lima) ve etkileyici bir gazeteci oldu.

    patrick leigh fermor

    bbc’nin tanımına göre harflerin ünlü adamı fermor, “ındiana jones, james bond ve graham greene arasındaki bir kesişim”. fermor’un ünü gezi yazısı, çeviri, senaryo gibi çok sayıda etkileyici edebi çalışmasıyla destekleniyor. fakat fermor ayrıca ikinci dünya savaşı’nda yunan adasının nazi işgali süresince girit direnişine katılarak destek verdi. bunun sonucunda çoban kılığına girerek dağlarda iki yıl boyunca yaşamak zorunda kaldı. eserlerinin çoğunda da bu savaşta elde ettiği deneyimlerin yansımaları görülüyor.

    jaroslav hašek

    hašek, çek’in ulusal farkındalığının arttığı bir dönemde doğdu ve bu ulusal hissiyat ömrü boyunca onunla kaldı. henüz on dört yaşındayken prag’taki alman karşıtı gösterilere katıldı ve daha sonra anarşist harekete katıldı. 1915 yılında birinci dünya savaşı’nda avusturya-macaristan imparatorluğu’nda savaştı. eğlenceli kişiliğiyle tanınan hašek, yönetimdeki kişileri eleştirirken de mizaha başvurdu. altmış dile çevrilen aslan asker şvayk kitabında birinci dünya savaşı’ndaki bir askerin başından geçen saçma olayları anlatıyor.

    frantz fanon

    fanon, karayipler’deki fransız kolonisi martinique’te doğdu. on altı yaşındayken önce dominik’e, ardından casablanca’ya giderek bağımsız fransız ordusu’na katıldı. fransa’da savaştı ve ödüllendirildi. savaştan sonra tıp okumak için avrupa’da kaldı ve mezuniyetinin ardından cezayir’deki bir akıl hastanesinde çalışmaya başladı. savaş başladığında vahşete tanıklık eden ya da onun bir parçası olan fransız askerlerini tedavi etti. daha sonra fransız emperyalizmini artık destekleyemeyeceğini fark ederek görevinden ayrıldı ve kendini cezayir’in bağımsızlığına adadı. yıllar boyunca ürettiği eserler onu bu bölgenin önde gelen entelektüellerinden ve sömürgecilik karşıtı teorinin öncüllerinden biri yaptı.
  • müslüm gürsesin seslendirdiği nilüfer şarkısının söz yazarı murathan mungan imiş beni çok şaşırttı.
hesabın var mı? giriş yap