• tıp fakültesinde sürekli karşılaştığım “organik” kelimesinin anlamının nedense hep kimyasal ilişkilerle alakalı bir şey olduğunu düşünmem, ama aslında organ-ik yani organların ürettiği manasına gelmesi.
  • bazı hristiyan mezhepleri noel'i 25 aralık'ta, diğerleri 6 veya 7 ocak'ta kutlar, neden? hayır, bir cahilce duyarda (bkz: #84990635), ve kaynak götüm ekolüyle, belirtildiği gibi ortalaması 1 ocak yılbaşı olsun diye değil efendim. 4. yüzyıldan beri katolik kilisesi hz. isa'nın doğumunu 25 aralık'ta kutlar. bu tarih daha sonradan doğu kiliselerince de kabul edilmiştir. fakat günümüzde doğu kiliseleri 25 aralık yerine 6 veya 7 ocak tarihinde kutlarlar. sonradan fikir değiştirdikleri için değil, hala jülyen (yani jül sezar'ın) takvimi kullanıp gregoryen takvim reformunu tanımadıkları, ve de jülyen takvim'in 25 aralık'ı gregoryen takvim'in 7 ocak'ına denk geldiği için.

    gregoryen takvimle jülyen takvimin farkı ne? jülyen takvim bir yılı tam olarak 365,25 gün kabul eder fakat dünya'nın güneş'in etrafında bir turu aslında 365,2422 gün sürer. aradaki fark önemli. 1582 yılında bu fark mevsimlerde 10 günlük bir kaymaya yol açmış durumda. işte o yüzden papa 13. gregory takvimi düzeltmek için bir karar alıyor, bundan sonra 100'e bölünen yıllar eğer 400'e bölünmüyorsa artık yıl olmayacak. yani 1600 ve 2000 yılları artık yıl ama 1700, 1800, 1900, 2100,... artık yıl değil. dahası kayan mevsimleri milattaki yerlerine çekmek için takvimde düzeltme de yapılır, 4 ekim 1582 gününü 15 ekim 1582 takip eder. fakat bunun mucidi gregory papa olunca, katoliklik harici mezhepler bu kararı tanımakta isteksiz olurlar. mesela protestan ingiltere 1752'ye kadar jülyen takvimde ısrar eder. (meraklısına not: umberto eco'nun foucault sarkacı romanında bu ikili takvim uyumsuzluğu baş rol oynar.) günümüzde medeni takvim kullanımında jülyen takvim'i tercih eden olmasa da ortodoks rum kilisesi dini günleri belirlerken hala jülyen takvimde ısrar etmektedir.

    bu takvim ikiliği bizim kendi yakın tarihimizde de kendini gösterir. mesela 2. meşrutiyet'in ilanına tepki ayaklanması olarak okullarda öğretilen 31 mart vakası aslında 13 nisan 1908 günü başlamıştır. o gün osmanlı için 31 mart'tı çünkü osmanlı'nın hicri takvime paralel olarak kullandığı rumi takvim gregoryen değil jülyen takvimdi.

    peki isa peygamber ile 1 ocak yılbaşı arasında bir bağ var mı? aslında biraz var. eski roma takviminde yılbaşı 1 ocak değil 1 mart idi. 1 mart'ta yılı başlatma adetinin kalıntılarını batı dillerindeki latince kökenli ay adlarından çıkarabilirsiniz. mesela 9. ay eylül ingilizce'de september olarak geçer, septa latince 7 demektir; günümüzde 10. sıradaki ekim ayı october latince 8 sayısı octo'dan gelir. jülyen takvim reformundan da önce (isa'nın doğumundan da bir 150 yıl önce) bu 1 ocak'a değiştirilmişti ama bu kural standardize olmamıştı, farklı yerlerde farklı uygulamalar olabiliyordu. hristiyanlığın avrupa'da resmi din olması, yılların sayımını isa'nın doğumundan başlatmayı getirir. bununla beraber bir süre yeni yıl değişik yerlerde 1 mart, 1 ocak veya 25 aralık'ta başlatılmış ve 1 ocak'ta sabitlenmesi zaman almış. aslında hala daha da 1 ocak kimi dini ve laik uygulamalar için yılbaşı değil; mesela ingiltere'de mali yıl 1 nisan'da başlıyor; avustralya'da 1 temmuz'da.

    not: wikipedia böyle şeyleri öğrenmek için var. alfabe değişti cahil kaldık diyenler esas wikipedia gibi bir kaynak ulaşıma kapandığında neler kaybettiklerinin farkında değil.
  • birkaç saat önce pinç'i izliyordum. röportaj kısmı yapmışlar. orada bir soru sordular sokaktaki arkadaşımıza. soru da şu:

    "eğer 1 yıl, 365 gün 6 saat ise, neden sabah 6'da kutlamıyoruz yılbaşını?"

    ben durumu biliyorum da, merak edip, ama araştırmayan arkadaşlar için, link paylaşacağım. bazen böyle insanları bilgilendirme ihityacı hissediyorum nedense. çok garip. neyse buyrunuz link:

    quora

    edit: link güncellendi. uyaran arkadaşa teşekkürler
  • gökyüzünde yıldızları izlerken aslında geçmişe bakıyormuşuz

    gökyüzünde parıldayan bazı yıldızların çok çok uzun bir zaman önce öldüğü fakat uzun mesafelerden sebep bize yeni ulaşan ışıkları, bizi yıldızın hala orada olduğunu gösterir. aslında bir kaç yüzyıl önce ölmüştür. tozu bile kalmamıştır fakat uzayın o devasa büyüklüğü bizi kandırır.

    yani bizler gökyüzünü huşu içinde izlerken, aslında sandığımızdan farklı bir şeyler oluyordur gökyüzünde.
    kimisi çoktan ölmüştür kimisi doğmuştur.
  • robot kelimesi ilk olarak r.u.r. oyununda robota olarak geçer. slav dilinde zor iş, angarya iş anlamına gelir.

    robotanın kökeni almanca arbeitden gelir. almanca anlamı dir. bir diğer anlamı ise doğumdur.

    arbeit kökeni ise arbmadan gelir. yalnız, terk edilmiş, ihmal edilmiş anlamına gelir.
  • çiçeklerle konuşup güzel söz söyleyince daha hızlı büyüdüğü söylenir. doğrudur ancak işin aslı güzel söz söylendiği için değil. çiçeğe ana avrat sövsenizde hızlı bir gelişim gösterecektir. çünkü siz konuşunca bitkilerin fotosentez yapması için gerekli olan co2 yi onlara üflemiş oluyorsunuz, bu sayede gelişimleri hızlı oluyor
  • yuval noah harari'nin üçüncü kitabı olan 21 lessons for the 21st century yine herkesin yaşadığı, düşündüğü ancak uygun kelimeleri bulamadığı ya da sadece söyleyemediği için gizli kalan şeyleri açık açık söylüyor.

    kitap benim ufkumu everest'den alıp olympus'a çıkarttı. altını çizdiğim noktalar şöyle;

    --- spoiler ---

    demokrasi, a. lincoln’ın, “tüm insanları bir süre kandırabilirsiniz, birtakım insanları
    sürekli kandırabilirsiniz ama tüm insanları sürekli kandıramazsınız,” prensibi üzerine
    kuruludur.

    bir hükümet yozlaşmış ve insanların hayatını iyileştirmekten acizse, eninde sonunda
    yeterli sayıda vatandaş durumu idrak eder ve bu hükümetin yerine başkasını getirir. ancak hükümetin medya üzerindeki kontrolü lincoln'ın mantığını boşa çıkarır çünkü bu durum vatandaşların hakikatin farkına varmasını engeller. medyayı tekeline alan oligarşi tüm başarısızlıklarını tekrar tekrar başkalarının üzerine atıp dikkati hayali ya da gerçekdışı mihraklar üzerine çeker. böyle bir oligarşide yaşadığınızda öncelik, sağlık hizmetleri ve çevre kirliliği gibi sıkıcı konular değil her daim patlak veren şu veya bu krizdir. millet dış saldırılara ya da şeytani darbelere maruzken, dolup taşan hastaneleri ve kirli dereleri kim kafaya takar ki? yozlaşmış bir oligarşi dur durak bilmeyen kriz selini bahane ederek egemenlik süresini dilediğince uzatabilir.

    “küresel islam” konusuna gelince, bunu cazip bulanlar genellikle zaten bunun içine
    doğmuş olanlar. suriye ve ırak'taki bazı insanlara hatta almanya ve birleşik krallıktaki
    yabancılaştırılmış müslüman gençlere hitap etse de (kanada veya güney kore şöyle dursun) yunanistan ya da güney afrika gibi ülkelerin dertlerine deva bulmak için küresel bir halifeliğe katılacağını düşünmek zor. milliyetçi bağlarla dini gelenekleri kaynaştıran nostaljik hayaller hindistan, polonya, türkiye ve birçok başka ülkedeki rejimlerin belirleyici özelliğidir. bu tür fantezilerin en şiddetli tezahürleri de ortadoğu’da görülüyor: islamcılar 1400 yıl önce hz. muhammed tarafından medine’de kurulan sistemi diriltme peşindeyken, köktenci yahudiler onların bir adım ötesine gidip 2500 yıl öncesine, tevrat zamanlarına dönme hayali kuruyorlar. insanlığı kendisine çekme amacı güden herhangi bir anlatı her şeyden önce bilişim ve biyoteknolojiden oluşan çifte devrimle başa çıkma yetisi üzerinden değerlendirilecek. liberalizm, milliyetçilik, islam veya yeni bir öğreti 2050’nin dünyasını şekillendirmek istiyorsa, sadece yapay zekâyı değil, büyük veri algoritmalarını ve biyomühendisliği de anlamlandırması ve bunları anlamlı bir yeni anlatının içine yedirmesi gerekecek.

    önceki otomasyon dalgalarında insanlar genellikle düşük vasıflı bir işten diğerine geçiş yapabiliyordu. 1920'lerde tarımda makineleşme sonucu işten çıkarılan bir toprak isçisi traktör üreten bir fabrikada yeni bir iş bulabiliyordu. 1980'lerde işsiz kalmış bir fabrika isçisi süpermarkette kasiyer olarak çalışmaya başlayabiliyordu. bu tür meslek değişiklikleri makuldü çünkü tarladan fabrikaya, fabrikadan süpermarkete geçiş için kısa bir eğitim süreci yeterliydi. ama 2050'de işini robotlara kaptıran bir kasiyer ya da tekstil işçisinin kanser araştırmacısı, insansız uçak operatörü ya da yarı insan, yarı yapay zekadan oluşan bir bankacı ekibinin parçası olarak çalışmaya başlaması çok zor. bu insanlar gerekli eğitime sahip olamayacak.

    ı. dünya savaşı’nda binlercesi ölecek milyonlarca eğitimsiz genci askere alıp makineli
    tüfeklerin başına geçirmek akla yatkındı. bu gençlerin bireysel becerileri büyük önem
    taşımıyordu. günümüzde abd hava kuvvetleri insansız uçak operatörü ve analist açığına rağmen personel ihtiyacını süpermarketteki işinden ayrılmış insanlarla doldurmaya yanaşmıyor. deneyimsiz askerlerin bir afgan düğününü yüksek düzey taliban üyelerinin katıldığı bir toplantı sanması arzu edilen bir durum değil. bu nedenle, insanlar için pek çok yeni meslek ortaya çıksa da “işlevsiz” bir sınıfın doğmasına tanıklık edebiliriz. eşzamanlı bir şekilde hem işsizlik oranı hem de nitelikli isçi eksikliğinin yaşandığı iki yönlü bir belayla uğraşmak zorunda kalabiliriz.
    çoğu insan, 19. yüzyılda at arabası sürücüsüyken taksi şoförlüğü yapmaya başlayanların değil, 19. yüzyılda büyük bir hızla iş sahasının bütünüyle dışına atılan atların kaderini paylaşabilir.

    zenginler ve aristokratlar tarih boyunca herkesten daha yetenekli olduklarını ve kontrolün bu yüzden kendilerinde olduğunu sanmıştır. görebildiğimiz kadarıyla bu doğru değil. ortalama bir dük ortalama bir çiftçiden daha yetenekli değil; üstünlüğünü sadece haksız yasal ve ekonomik ayrımcılığa borçlu. fakat 2100 yılına gelindiğinde zenginler gerçekten de varoşlarda yaşayanlardan daha yetenekli, daha yaratıcı ve daha zeki olabilirler. bu nedenle biyomühendislik ve yapay zekâ alanında ilerleme süreçlerinin bir araya gelmesi sonucu insanlık, küçük bir insanüstü sınıfla, işlevsiz homo sapiens üyelerinden oluşan bir altsınıf şeklinde ikiye ayrılabilir.

    vatanseverliğin ılımlı biçimleri insanın en cömert buluşlarından biridir. milletimizin
    eşsiz, bağlılığıma layık bir millet olduğuna ve bu milletin mensuplarına karşı belli
    yükümlülüklerim bulunduğuna inanmak başkalarını önemsemeye ve onlar için fedakarlıklar yapmaya yönlendirir beni. milliyetçilik ortadan kalksa liberal bir cennet içinde yaşarız diye düşünmek tehlikeli bir hata. isveç, almanya ve isviçre gibi huzurlu, varlıklı ve liberal ülkelerin hepsi güçlü bir millet algısına sahip memleketler. sağlam milli bağların eksik olduğu ülkeler arasında afganistan, somali, kongo ve birtakım başarısızlığa uğramış devletler yer alıyor. sorun, ılımlı vatanseverlik şovence bir aşırı milliyetçiliğe dönüştüğünde başlıyor. milletimin her millet gibi eşsiz olduğuna inanmak yerine, üstün olduğuna, sadece ve sadece kendi milletime sadakat beslediğim ve başka kimseye herhangi bir yükümlülüğümün bulunmadığı fikrine kapılmaya başlayabilirim. şiddet içeren çatışmalar böyle bir zeminde yeşerir. nesiller boyunca milliyetçiliğe yöneltilen en temel eleştiri, savaşlara sebebiyet verdiği yönündeydi. ancak milliyetçilikle şiddet arasındaki ilişki, milliyetçi aşırılıkları dizginlemeye pek yaramadı zira her millet kendi askeri açılımını komşularının entrikalarından korunması gerektiğini iddia ederek gerekçelendiriyordu.

    hemen her peygamber, guru ve şaman şifacılık rolü de üstlenmişti. dolayısıyla hz. isa vaktinin çoğunu hastaları iyileştirmeye, körlerin gözünü açmaya, dilsizleri konuşturmaya ve delileri insafa getirmeye harcıyordu. son dönemlerde şamanların ve mucize yaratan peygamberlerin yerini biyologlar ve cerrahlar aldı. şifacıların son kalesi akıl hastalığı bile bütünüyle bilim insanlarının eline geçiyor; üfürükçülüğün yerini nöroloji, cin çıkarmanın yerini prozac alıyor. bilimin zaferi öylesine kapsamlı ki din algımız bile değişti, dinle ve tarım ve tıp arasında bir alaka kurmuyoruz. pek çok yobaz bile toplu bellek yitiminden mustarip; geleneksel dinlerin bu alanlarda bir hükmü olduğunu unutmayı yeğliyorlar. “mühendis ve doktorlara başvuruyorsak bundan ne çıkar?” diyor yobazlar. geleneksel dinlerin pek çok kalesi düştü çünkü açıkçası tarım ya da sağlık hizmeti alanlarında hiç de iyi değillerdi. hacı hocaların esas meselesi, en başından beri ne yağmur yağdırmak ne şifa vermek ne kehanet ne de büyüydü. ezelden beri yaptıkları tek şey yorumlamak.

    teröristler ortaya dehşet verici bir şiddet manzarası çıkarıp zihinlerimizi ele geçirerek
    bize karşı kullanırlar. bir avuç insanı öldürerek, milyonların ölüm korkusuna kapılmasını sağlarlar. hükümetler korkuları yatıştırmak için bu terör tiyatrosuna güvenlik mizansenleri ve kitlesel zulüm ve yabancı ülkelerin işgali gibi muazzam güç gösterileriyle karşılık verir. çoğu durumda terörizme verilen bu aşırı tepki güvenliğimizi teröristlerden çok daha fazla tehdit eder. dolayısıyla teröristler ordu generalleri gibi düşünmez. tiyatro yapımcıları gibi düşünürler. 11 eylül saldırılarının halkın hafızasında nasıl yer ettiği, herkesin bu durumu sezgisel bir şekilde anladığını doğruluyor. insanlara 11 eylül'de ne olmuştu diye sorarsanız büyük ihtimalle, el-kaide dünya ticaret merkezi'nin ikiz kulelerini yıktı cevabını alırsınız. ama saldırı sadece kulelere yönelik değildi. iki hedef daha vardı ve bunlardan biri de başarıya ulaşan pentagon saldırısıydı. nasıl oluyor da çoğu insan bunu hatırlamıyor?

    israilliler “üç büyük din” terimini genellikle hristiyanlık (2,3 milyar), islam (1,8 milyar) ve yahudilik (15 milyon) için kullanır. 1 milyar üyesi bulunan hinduizm, 500 milyon takipçisi olan budizm'in yanı sıra şintoizm (50 milyon) ve sihizm (25 milyon) hesaba katılmaz. bu çarpık “üç büyük din” kavramı israillilerin zihninde, tüm büyük dinlerin evrensel etik kurallar koyan ilk dinin, yani yahudiliğin bağrından çıktığı gibi bir izlenim yaratır. sanki hz. ibrahim ve hz. musa öncesinde insanlar, hobbes'un elinden çıkma bir doğada hiçbir ahlak anlayışı taşımadan yaşıyordu da tüm çağdaş ahlak anlayışı on emir sebebiyle gelişti. dünyanın en önemli etik geleneklerini göz ardı eden, temelsiz ve cüretkâr bir görüş bu. hz. ibrahim’den on bin yıl önce, taş devri'nde yaşayan avcı toplayıcı insanların da ahlak kuralları vardı. avrupalı göçmenler, avustralya'ya 18. yüzyıl sonlarında ilk vardıklarında karşılarında hz. musa, hz. isa ya da hz. muhammed'den haberleri olmadığı halde tam teşekküllü bir etik dünya görüşüne sahip aborjinleri bulmuşlardı. yerlilerin malına mülküne vahşice el koyan hristiyan sömürgecilerin üstün bir ahlak standardı sergilediklerini iddia etmek pek mümkün görünmüyor.
    --- spoiler ---
  • (bkz: bertrand russell) 'in bir sözü vardır.
    "ne kadar az bilirseniz o kadar şiddetle müdafaa edersiniz"
  • bu başlıkta ahtapotlarla ilgili onlarca bilgiye bir eklemede ben yapayım. yapılan bir araştırmaya göre ahtapotların sahip olduğu 8 dokunaçın 6'sı kol, 2'si bacak görevi görüyormuş. kaynak
  • (bkz: tor browser)
hesabın var mı? giriş yap