• yukarıda dönen tartışmaya katılacak bilgi birikimine sahip değilim. fakat bir "refah" ülkesinde yaşadığım için biraz kendi tecrübelerimden en azından refah nedir ne değildir anlatabilirim.

    -bana göre refah tek başına sahip olunabilecek bir olgu değil. yani toplumsal bir refahın olmadığı yerde bireysel servet ile elde edilen refah en iyi ihtimalle yüzeysel kalır.

    -çok para şarttır evet ama yeterli değildir. eğitimsiz veya gelişmemiş toplumların çok fazla servete sahip olması refahı beraberinde getirmeye yetmez. buna en iyi örnek arap ülkeleri olsa gerek.

    -mutluluk önemli bir kıstas olmayabilir ama mutsuzluk çok önemli bir kıstastır. toplumda sömürülen insan sayısı arttıkça mutsuzluk kitlesel hale gelir ve mutsuzluk bulaşıcıdır. abd'de bugünlerde yaşanan sosyal kırılma buna mükemmel bir örnek. servet sahibi bir beyaz amerikalı da olsanız bugün orta sınıf bir finli kadar özgür ve mutlu değilsiniz. çünkü etrafınızda sizden nefret eden, sizi kıskanan, size zarar vermek isteyen, sizinle kavga halinde, sizinle aynı topluma haiz kalabalıklar var.

    -bu kitlesel refah kavramını iyice genişletirsek zaten durum daha iyi anlaşılacaktır. tüm haftasonu ormanda yürüyüş yapan, mantar toplayan, barbekü yapıp arkadaşlarıyla eğlenen, göl kenarında oturup huzur bulan ben ve benim gibi totosu rahatlar bile bugün çin'de, afrika'da, ortadoğu'da yaşanan insani problemlerden etkileniyoruz. küresel bir dünyada küresel bir refah seviyesi yakalayamazsak gerçek bir refah toplumu yaratmak mümkün değil. salgın hastalıklar, ekolojik felaketler, savaşlar ve tüm bunlara bağlı göçmen akınları en müreffeh ülkeleri bile etkiliyor bugün.

    bana kalırsa siktiredin 1800'ler ingilteresi refah düzeyini. bizim bugün evrensel temel geliri, artan nüfus yoğunluğuna bağlı ekolojik çöküntüyü, kaynak kıtlığını falan tartışıyor olmamız lazım. hatta tartışmak bir yana bu konularda herkesin fikir birliğine varıp bir şeyler yapması lazım.

    ***entry'nin buradan sonrası traş***
    geçen gün şu haberi paylaştı bir arkadaşım https://www.theguardian.com/…iving-away-his-fortune

    herkes gibi vay bee helal olsun veya aklını zktiğim tepkileri aklıma gelmedi. direkt olarak 8 milyar dolara ekmek almaya kalksam ekmek piyasasını nasıl dalgalandırırım sorusu geldi. muhtemelen birileri bu satın alma sonucunda zenginleşirken, birileri de iflas eder diye düşündüm. çünkü insani bir refleks olarak 8 milyar dolar bağışlayacak olsam ve hiç bu konuda düşünmesem gider ekmek alır açları beslemeye kalkardım. velhasıl paranın bazı durumlarda (eminim ekonomistlerin bu durumlar için bir teorileri halihazırda vardır) işe yaramadığının farkına vardım. 200 milyar dolar cash olarak versek bile bugün kongo'ya refah getiremeyiz.

    tüm bu anlatılanlardan çıkartılacak sonuç bana kalırsa refahın küresel ölçekte arttırılması gerekliliği. yoksa hiçbirimizin mutlu olması mümkün olmayacak.
  • refah, en basit tanımı ile yaşam kalitesidir. yaşam kalitesinin ise birden fazla boyutu vardır. bunlar gelir düzeyi, iş yaşamı, sağlık, çevre, sosyal yaşam, güvenlik gibi faktörlere ek olarak bireye göre değişen, yer yer insan haklarının alanına giren subjektif değişkenlerdir. bu değişkenler ferdi ne kadar tatmin ederse fert o derece özgürleşir. haliyle refahın özünde bir özgürlük problemi olduğu söylenebilir.

    refah salt ekonomik değil sosyoekonomik bir problemdir, bir ülke sosyal yönden çağ dışı kalmış iken ekonomik yönden kalkınmışsa orada akılcı ve uzun vadeli çözümlemelerden ziyade tabii kaynaklar veya müşfik diktatörler gibi tesadüfi unsurlar vardır. bugün kendisine önerilecek maaş yüksek olsa da bir kadının baskıcı bir arap ülkesine yerleşmek istememesi gayet doğaldır.

    türkiye'nin refah düzeyinin singapur'dan, almanya'dan ve ingiltere'den geride kaldığı bir tartışma konusu değildir lakin bu kadar farklı ülkelerden söz ederken ortaya atılabilecek tek bir sihirli reçete de zaten olamaz, her birinin bugünlere nasıl geldiğini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir.

    anglo-saksonların siyaset anlayışları mill, bentham gibi düşünürlerin tesirleri altında kalmıştır. benthamcı ütiliteryan felsefenin temelinde de toplam faydayı maksimize etmek vardır. felicific calculus kavramından daha önce kısaca söz etmiştim. (#107820015) ütiliteryan felsefe genel olarak acıyı minimize edip hazzı maksimize etme endişesi taşır. bentham gibi bir reformcunun bu ilkeleri ingiltere'de neleri etkilemiştir?

    1) para politikası ve istihdam (bu adam zaten refah ekonomisinin öncülerinden kabul ediliyor)
    2) hukuk reformu. kodifikasyon.
    3) hayvan hakları aktivizmi ve feminist hareket gibi genel faydayı artırmaya yönelik akımlar.

    bunlara ek olarak 20. asırda ingiltere'sindeki mühim gelişmelerden biri de klasik liberalizm ve zorunlu eğitim ilişkisidir. o dönemde ingiltere'de işçi sınıfı tembellikle, ahlaksızlıkla ve radikalizmle suçlanmıştır. zorunlu eğitim de klasik liberalizmdeki zarar ilkesi üzerine kurulmuştur. mantığın anlaşılması için on liberty'den alıntı yapayım:

    "it still remains unrecognised, that to bring a child into existence without a fair prospect of being able, not only to provide food for its body, but instruction and training for its mind, is a moral crime, both against the unfortunate offspring and against society; and that if the parent does not fulfil this obligation, the state ought to see it fulfilled, at the charge, as far as possible, of the parent."

    yani anglo-saksonların benimsedikleri siyaset terbiyesinde, ebeveynin çocuğunu bedenen beslemesi yeterli değildir, ebeveyn çocuğun zihnen eğitimini de sağlayabilmelidir. bunun yapılmaması hem çocuğa hem de topluma karşı işlenen bir suçtur.

    şimdi diyebilirsiniz ki "osmanlı'da mektep yok muydu? ii. mahmud 1700'lerde doğmadı mı? batı tarzı okullar bizde yok muydu?"

    burada ingiltere'de yeniliklerin george william frederick'in ferdi çabalarıyla hayata geçirilmemiş olması, sistematik ve sağlam ilkeler üzerine oturtulması, ingiltere'deki endüstri devrimi, osmanlı'nın modernleşmesinin militarist ve devlet merkezli ilerleyişi kilit noktalar olabilir.

    almanya'da ise bundan çok daha otoriter bir atmosfer hakimdir. ingiltere'de bentham faydacılıktan dem vururken, prusya'da rochow'un devlet yöneticisi eleştirmenin tebaanın haddi olmadığı gibi söylemleri vardır. almanya'daki kalkınmayı anlayabilmek için ikinci dünya savaşı sonrası döneme bakmak akılcıdır. ordoliberalizmden daha önce yüzeysel olarak söz etmiştim. (#111721778) alman modelini geliştirenler ortalama bir insanın satın alma eğiliminin rasyonel olduğu postülası ile yola çıkmazlar. keynesyenler gibi arz/talep odaklı değildirler ve kendilerini sosyal piyasa ekonomisi savunucuları olarak tanımlarlar. adil rekabete önem verirler.

    singapur halktan çıkan akımlarla değil, lee kuan yew'in bireysel çalışmaları ile kalkınmıştır. yine önceki bir entry'mden (#86726135) copy paste ediyorum:

    "lee kuan yew, 30 yıllık bir süre ile dünyanın koltukta en uzun süre oturan başbakanı idi. çinli kimliğine ve singapur'da çinliler çoğunluk olmasına rağmen singapur'daki etnik karmaşalara kışkırtıcı, popülist söylemlerle yaklaşmamıştır. malezya'ya singapur'u işgal etmek için müthiş bir bahane vermek yerine, singapur’un çinli olmayan nüfusuna tavizler verme yoluna gitmiş, karmaşaları alevlendirerek çoğunluğa oynamamış, ayaklanmaları yatıştırmayı başarmıştır. lee kuan yew, ceo gibi düşünen bir devlet adamı olarak kuralcı bir meritokrasi yaratmıştır. demokrasi hakkındaki düşünceleri ise demokrasinin her zaman gelişmeyi beraberinde getirmeyeceği yönünde olmuştur. her ne olursa olsun rüşvetten ve yolsuzluklardan uzak durarak, sıfırdan, kişi başına düşen milli gelirde avustralya ve isveç gibi ülkeleri geride bırakan bir singapur'un mimarı olmuştur."

    bahsettiğim ceo ruhlu, popülist siyasetten ve rüşvetçilikten uzak lider, singapur'da 1959'den 1990'a kadar görev yapmıştır. ekonomiyi para getiren doğru sektörlere kanalize etmiştir. singapur'u hem uluslararası finans merkezine dönüştürmüş, imalat ve nakliyeye ağırlık vermiştir ki imalatın içinde elektronik vardır, biyomedikal ve kimya endüstrisi vardır.

    osmanlı ve türkiye tarihi bu yönleri ile ingiltere'den de, almanya'dan da, singapur'dan da farklıdır.

    ingiltere'de 1800'lerde ateist filozoflar rasyonalizmde temellendirdikleri yöntemlerle refahı toplum geneline yaymayı hedefleyen hareketlerin yayılmalarına ve gerek ekonomik, gerek hukuki, gerek sosyal reformların yapılmasına vesile olurlarken, osmanlı batının prensiplerini sindiremeden alıp hazıra konmaya çalışmıştır, bu da doğal olarak işe yaramamıştır.

    toprağa dayalı iktisadi sistem endüstrileşme ile çağ dışı kalırken osmanlı treni kaçırmış, osmanlı'nın köylü sınıfı ingiltere'deki gibi bir transformasyona uğramamıştır. türkiye'de ekonominin cumhuriyet döneminde dahi tarıma bağımlı kalması, nitelikli bir burjuvazinin oluşmaması ve azınlık burjuvazisinin sistematik olarak sindirilmesi türk milletini devlet idarecilerinin karşısında savunmasız bırakmıştır.

    koşullar böyleyken türkiye'de popülist retorik ile prim yapan politikacıların sömürülerini diledikleri gibi yapmalarının önünde bir engel yoktur. ingiltere ve almanya'da güç dengesini sağlayacak bir burjuvazi vardır. popülizm dediğimiz sorun ise lee kuan yew sayesinde singapur'da yıllarca namevcuttur.
  • tabana yayılamadığında, toplumdaki her bireyin bilgiye olan mesafesi aynı olmayacağından dolayı farklı toplum katmanlarını ontolojik suçlamalara maruz bırakan kavramdır.

    tipik bir örneği için bu eleştiri yazısı okunabilir. öncelikle katma değer ya da refah üretemeyen bir davranışın sosyolojik temellerini açıklamaya çalışmakla bunu savunmak aynı şey değildir.

    genelde adli bilimler için kullanılsa da, modus operandi kavramı da burada bu davranış kalıbını açıklamakta kullanılabilir. ben zaten recep tayyip erdoğan başlığına yazdığım yazıyla birçok yazardan saçma sapan birçok mesaj aldım.

    peki ama neden?

    analitik düşünme yeteneğinin duygularla baskılanmasıdır. ama bu körlemesine bir kaçıştan ziyade, bilgisine güvenen bireyin kendi kendini objektif ve haklı olduğuna inandırmasıdır.

    düşünemediğini de düşünebilen biri olduğunuz takdirde bundan sıyrılabilirsiniz. aksi halde algı operasyonlarının ve toplum mühendisliğinin birer objesi olmaktan kurtulamazsınız.

    şimdi eleştiriye geri dönelim. refahı geniş anlamda kullanıyorum doğrudur çünkü refah geniştir. refahın göreceli olması ayrı bir şeydir, geniş olması ayrıdır.

    hangi toplumda olursa olsun, refah toplumun geneli içinde çok kısıtlı bir kesim tarafından üretilebilir. katma değer skalası üzerinden refahı ele alacaksak, refah katma değeri en yüksek %1-2’lik bir dilime ait kesimdir denebilir.

    bir ekonomideki bütün parasal aktivite, o ekonomide para karşılığı yapılan bütün eylemlerin toplamıdır. para karşılığı yolcu garantili köprü de yapabilirsiniz, mikroçip yatırımı kurup asml’e rakip olacak bir yatırıma start da verebilirsiniz, kıtalararası nükleer başlıklı balistik füze de yapabilirsiniz.

    ama gerçek olan şu ki yapılan her eylemin refah ve katma değer karşılığını son derece kompleks de olsa bir matematiksel fonksiyon olarak modelleyebilirsiniz.

    dolayısıyla genel bir skaladan değerlendirdiğinizde para karşılığında yapılan her eylemin bir refah ve bir de katma değer cinsinden karşılığı vardır. bu fonksiyon bütün dünya’da sosyal, teknolojik, sanatsal vs gelişim sağlandıkça göreliliği nedeniyle kendi parametrelerini de eylemlerle couple edecek şekilde tasarlanabilir. bu durumda zamana bağlı refah denklemi de nonlineer olacaktır.

    ortada refah çoksa kavga azdır çünkü refah tabana yayılabilmiştir, ortada refah yoksa kavga yoktur çünkü paylaşacak bir şey yoktur. ama refah azsa kavga bitmez demiştim. bu yanlış falan değil buz gibi gerçektir. hatta yazar kendisi de bunu farkında olmadan kabul etmiştir. verilen taşkışla örneğine gelelim.

    devlet demiş ki fakir bir ailenin oğlu da olsan, okursan boğaza karşı taşkışla’da, ya da x y z, okuyabilirsin. çok daha iyi şartlarda yaşayabilirsin. cumhuriyetin ilk yıllarında anadolu’nun ücra bir köşesinden herhangi bir öğrenci de buralara ulaşabilirdi. şu an ise ulaşamıyor. sanırım bu konuda herkes benimle hemfikirdir.

    bunun nedeni, cumhuriyetin ilk yıllarında ortada paylaşılacak bir refah olmamasıdır. çünkü fakirlikten gelmesine rağmen iyi okullarda okuyabilmişlerin çocukları o okullara girmek için artık daha fazla imkana sahiptir.

    refahı tabana yaymaktan kasıt ise relatif artış sağladığınız kesimle mutlak artış sağladığınız kesim arasındaki makasın hiçbir zaman toplumsal kaos yaratacak kadar yükselmemesidir. yani bilgisi gereği refahın üretim noktasına daha yakın olan toplum kesiminde daha yüksek refah artışı olmak zorundadır yoksa refah üretimi için teşvik eksik kalır. ama refah tabana yayıldığı zaman bu refah gradyanı kaos çıkartamayacak kadar düşük olmanın yanında toplumda değişimler de yaratır.

    kısacası, refah mutlak ve göreceli falan değildir. refah yeknesaktır. ekonomik aktivite sonucu ortaya refah çıkmışsa eğer parasal döngüde bu refah birkaç kez dolanarak tabana yayılabilir, ki bu yayılma da genellikle inşaat ve hizmet sektörü üzerinden olur. üretilen refahla orantısızca para çevirilmeye kalkılırsa refah dissipasyona uğrar ve tabana yayılamadan kaybolur, tıpkı kolmogorov ölçeğine ulaşmış türbülans girdapçığının ısı üreterek momentumunu yitirmesi gibi.

    yani cumhuriyet döneminde, birtakım insanların hayat standardında genel, birtakımında ise özel artış sağlanmış olabilir. ama bu artış farkı yüksekse birtakım sosyal tansiyonlar yaratır. her toplum ve kültür için bu eşik farklıdır ama mekanizma aynı işler.

    bu durumda ne yapılabilirdi?

    cumhuriyetin ilk dönemlerinde, ki overall refah artışının maksimize olduğu dönemler bunlardır, refaha yakın olan bireyden daha fazla refah alınabilirdi. o dönem zaten tek sermayedar devletti ama geneldeki refah dengesizliğini sadece sermayenin nitelik erozyonu üzerinden okursak, kaynak terimlere saplanırız.

    gelir eşitsizliği sadece niteliksiz sermaye kurumlarıyla kökleşmez. nitelikli emek sahiplerinin birikim yoluyla da kökleşir. hatta böylesi bir kökleşme kültürel farklılık da yaratır. zaten şu an cevap verdiğim yazı da bu farklılığın bir fonksiyonudur. düşünce mekaniğinin statikleşmesiyle gerçekleşir. semptomuysa temelse şudur: bilgiye mesafe olarak herkesi aynı farz ederek değerlendirme yapmak.

    çünkü refah tabana yayılamadığında ve bu durum uzun yıllar boyunca sürdüğünde birtakım kültürel farklılıklar vuku bulur.

    mesela klasik müzik konserine gitmek için,

    a) yüksek eğitim gerektiren bir işte çalışmak gerekir.

    bu yüksek eğitimli kişi o konsere gittiğini çevresine göstererek mutlu olabilir, yani amacı budur ve böylece takdir görmek ister.

    ya da, gerçekten o konserden zevk alıyordur.

    b) yüksek eğitim gerektiren bir işte çalışanın çocuğu olarak yüksek eğitim almak gerekir.

    bu durumda ihtimal bazında ikinci ihtimal güçlenir.

    konserin bedava ya da paralı olması kasımpaşa’dan kimsenin bu konsere gitmeyeceği gerçeğini değiştirmez. çünkü artık kültürel bariyerler refahın yeteri kadar yayılamaması sonucu katılaşmıştır.

    tabii şu denebilir. varoş kültürü ve kültürel farklılıklar dünyanın her yerinde vardır. bu doğrudur ama refahın daha çok tabana yayıldığı ülkelerde bu tarz kültürel farklılıkların sosyal tansiyon yaşatma ihtimali düşer. bu ihtimal düştükçe de ortak kültürün bunun yerini alabilme momentumu yükselir.

    son olarak değinmek istediğim de, refahı tabana yayamayan ülkelerde toplumun bilgiye olan mesafesidir. hamaset, popülizm, post truth bu mesafe üzerine kurulmuştur. kamplaşmalar bu mesafe üzerinden körüklenir. refah tabana yayıldığı zaman schadenfreude etkisi azalır. bu etki azalınca da hamaset çöker.

    toplum bilginin etrafında iki şekilde toplanır. ya refahı tabana yaymayı başarınca, ya da ağır bir felaketle karşı karşıya kalınca.

    mesela pandemi çıktığında doktora, savaş çıktığında askere, deprem olduğunda arama kurtarma ekiplerine muhtaç hale gelir ve onlar ne derse ciddiye alır toplum. ama ekonomi senede 40 milyar dolar cari açığı finanse edebilecek durumdayken, ağaç kesip maden sahası yapılmasına itiraz etmez, edeni de umursamaz.

    uzun vadede doğaya verilen zarar çok daha ağır olacak olsa da toplum sonuçlarıyla karşılaşmadığı felaket karşısında bilgiyi umursamaz. bunu umursaması için toplumsal bilinç gerekir ki bu da tabana yayılan refah seviyesine bağlıdır. ekonomik kriz de bunlardan biridir.

    kıt refah üretim mekanizmalarına olan uzaklık ve tabana yayılamayan refah sonucu siyaseten güçlendirilen hamaset ve toplumu bilgiden uzak kılma becerisi schadenfreude ile birleştiğinde refahı sabit tutması gerekiyor mevcut iktidarın. fakat sorun şu ki yıllarca verilen cari açıkla ülke içinde üretilmeyen refah borç ile tabana dağıtıldı. cari açık denklemden çıktığı anda da ekonomi patladı.

    artık toplum bilgiden daha uzak tutulmak zorunda ama güçlenen ekonomik kriz ve pandemi bunu zorlaştırıyor. refahı tabana yayamıyoruz ama ortaya çıkan ekonomik facia ve pandemi bilgiden uzak tutmak için daha az seçenek sunuyor iktidara. açıkçası son zamandaki bahçeli’nin ttb’ye olan çıkışı kendisine pek yardımcı olacak gibi görünmüyor.

    mesela, gezi zamanı ttb çıkıp hükümeti eleştirseydi, ttb itin götüne sokularak hem schadenfreude tatmin edilirdi, hem toplum bilgiden uzak tutulmaya devam edilirdi, hem de taban konsolide edilirdi. ayrıca ttb’nin işi midir gezi protestoları denirdi ve haklılık payı da olurdu.

    ama pandeminin ortasında ttb’ye gömmenin hem de birebir kendi uzmanlıklarıyla ilgili bir konuda, kendi seçmeninde bile sıkıntılar yaratacağı aşikar ama işte mecburiyet. oy kaybı olsa bile taban konsolidasyonu açısından, kemikleşmiş bir seçmen grubu da yaratma potansiyeli var ve schadenfreude hala orta yerde duruyor.

    kısacası, tabana yayılamayan refahın yaratamadığı bilgiye yakın toplum yapısını pandemi ve ekonomik kriz beraber yaratıyor.

    refah tabana yayılamasa bile yayılabildiği bir kesim var ve bu kesimde bilgiye mesafe daha kısa. bunun bir sonucu olarak karşı tarafı gömerken kullanılan temel yanılgı da en başta dediğim herkesi aynı mesafede zannetme yanılgısıdır.

    sen, ben refahın yayılabildiği tabanda olduğumuz için bilgi odaklı düşünebiliyoruz. o bilgi hayatında maruz kaldığı refah asimetrisine karşı hiçbir işine yaramamış milyonlarsa bana ne diyebiliyor, ta ki pandemi nedeniyle hasta ya da kriz nedeniyle işsiz kalana kadar.

    dolayısıyla, cumhuriyet onlara bir şans sundu ama onlar değerlendirmedi, kolaycılığı seçti, bütün birikimlerimizi sattılar, peşkeş çektiler, bunlardan bir bok olmaz demekten vazgeçerek statik düşünce mekaniğinize dinamizm katmanız gerekiyor. aksi halde hem düşünce tembelliği, hem de toplumsal kutuplaşmanın bir nesnesi olmaktan öteye gidemezsiniz.
  • toplumsal olmadıktan sonra, bireysel olarak elde edilmişinin hiçbir garantisi yok.
  • yine sığ kalıplarla anlamsız eleştiriler getirilen bir kavramdır. üslupla ilgili çok ciddi bir sorun yaşıyorum ve buna yazının sonunda değineceğim.

    --- spoiler ---

    neden mühendisler mühendislik yapmalı sorusunun cevabını çok seferler gördüm. biri de bu.

    ikili "atışmayı" bu sikko siteye taşıma sebebim de yanımızda 2-3 kişiden fazlası faydalansın. doğruysam da yanlışsam da birileri rakip fikirleri görsün.

    neyse. hikaye şu iki entriyle başladı. "serideki" üçüncü entri, sıra bende tekrar.
    --- spoiler ---

    uyarmak istediğim üslup buydu cevap yazmaya değer hiçbir şey görmüyorum.

    --- spoiler ---

    (bkz: #113040729)
    (bkz: #113197842)

    ikinci entri bize özetle şunu güzel gösteriyor: refah dediğimizde anladığımız sadece gelirdeki artış/harcama rahatlığı. bense burada, kelimenin hem arapçası (aslı) hem de ingilizcesi üzerinden mevzunun paradan fazlası olduğunu söylüyorum.

    sebebim esasında basit: trilyardersiniz ama harcayacak yeriniz yok mesela. paranız sadece bankada büyüyor duruyor. ceteris paribus, bankada trilyon doları olan ile sıfır doları olan ama aynı ürünleri kullanan, ve bunlara eşit erişimi olan kişiler eş derecede müreffeh midir, değil midir?

    bu, mühimsiz bir örnek. mühimli olanına gelelim. diyelim ki memlekette altından gümüşten geçilmiyor. tam 16. asır ispanya'sı olduk. çöpçünün bile cebinde külçe külçe altın var. yine ceteris paribus, çocuğu ölümcül hasta olanla olmayanın refahı eşittir diyebiliyor muyuz?

    bu iki örneği, fibonacci abimiz de içinde olmak üzere mevzunun parada bittiğini savunanların en zayıf noktası olan ve, ikinci entride de gördüğümüz üzere cevablanamayan, social comparison theory'ye tekrar girmek için verdim. alakasız, alakasını az sonra göreceğiz.
    --- spoiler ---

    tipik bir söylem taktiği olarak biz kullanılmış ama bizin içinde kim var bilmiyorum. refah mevzusunun parada bittiği falan yok, o paraya aktarılan katma değerde bittiği ise doğrudur. modern makroekonomide paranın devir hızı arttıkça enflasyon bir noktada artmaya başlar.

    aynı duruma verilen örnekle değinilmiş. kağıt para özelliği olmayan altını ele alalım. herkeste binlerce altının olduğu bir ortamda da enflasyon kolaylıkla gelişebilirdi. bu özelliğiyle ekonomik parametre olarak refahtan çok farkı yok. ama eğer ekonomide toplam parasal aktiviteler sonucunda refah artışı yaşanmışsa, paranın devir hızı arttıkça enflasyonun yaşanmadığı görülür.

    refah salt parasal bir olgu değildir ama aynı ekonomide refah üretiminin payının ne olduğu krediler üzerinden yaratılan paranın ve bu nedenle artan parasal devir hızının başta enflasyon olmak üzere makroekonomik parametreler üzerindeki etkisinden kolaylıkla anlaşılabilir.

    mevzunun parada bittiği falan yok ama öyle anladıysanız ben anlatamamışım kendimi demek ki.

    --- spoiler ---

    şimdi refah tek türlüdür dersek orada bir sıkıntı olur. zira prosperity ile wealth iki farklı kelime. zenginlik ile refah ik ifarklı kelime. farklı şeyleri karşılıyorlar. ev ve hane gibi aynı şeyi tanımlayan farklı kelimeler değiller - ki ev ile hane dahi teknik olarak farklı.

    refah, dışarıdan mutlak şekilde ölçülebilir bir şey değil. en iyi ihtimalle anket yapar, insanların fikirlerini alıp ortalama filan çıkarırsınız. vws bunu yapmaya çalışır mesela. adı values ama refahı da orada görürsünüz kimi sorularda. en ünlüsü, komşunuzun ne olmasını/olmamasını istersinizdir herhalde.

    varlık ile refah arasındaki fark ne? umarım ki bildiniz: psikoloji. katar'da hayvani zenginlik vardır fakat refah tartışmalıdır zira "üstün insanların" yapmayacağı işler modern kölelere yaptırılır. katar'daki hayat şartları, orada çalışan afgan'ın, paki'nin, hint'in kendi memleketindekinden daha iyidir ama bu adamlar araplar kadar müreffeh midir?

    değildir.

    benzeri arabistan'da da vardır misal. orada işler daha beter ya, neyse.

    refah dediğin şeyden bahsedebilmek için para gerek şarttır ama yeter şart değildir. birden fazla gerek şarta sahip olduğu için de refahın tek bir yeter şartı da yoktur. sadece zenginlikle iş bitseydi, ohoo. derdik ki 18. asır ingiltere'si de gayet müreffehti.

    öyle miydi? tarih orada. açın kendiniz bakın.
    --- spoiler ---

    refah tek türlüdür. yapılan her ekonomik aktivitenin refah üretimi açısından bir karşılığı vardır. mikroçip tasarlayan emekçinin emeğinin refah üretimiyle, temizlik görevlisinin emeğinin refah üretimi bir değildir ama ekonometride bir modele oturtulabilir. aynısı sermaye düzlemine ise, devlet garantili otoyollar inşa eden sermayedar ile, apple gibi bir markayı çıkaran sermayedar arasında da vardır. biri nitelikli sermayedir, diğeri niteliksiz sermayedir ama nitelik fonksiyonu üzerinden ikisi de bir ekonometrik modele oturtulabilir. refah için söylenecek olan tek şeyse refah üretimi için nitelikli emek ile nitelikli sermayenin bir araya gelme zorunluluğudur.

    ikinci kısma gelirsek evet varlık sahibi olmak refah sahibi olmak değildir. petrol zengini arap ülkelerinin wealthy oldukları ama prosperous olmadıkları doğrudur. bunun nedeni de sanayide girdi olarak kullanılan petroldür. doğal kaynağın vazgeçilmezliği varlıklı olunmasını sağlayabilir ama refah üretimi son derece düşüktür. öte yandan, vazgeçilmez bir meta olması nedeniyle de dolar ile ticareti yapılır.

    bu noktada bu ülkeler dolar'ın sahip olduğu refahı kendi ülkelerine çekmenin bir yolunu bularak, refahın difüzyonu üzerinden varlık edinmişlerdir ama global ölçekte bir refah üretimi söz konusu değildir. şöyle düşünebiliriz, içten yanmalı motor icat edilmemiş olsaydı, petrolün ne önemi olurdu?

    içten yanmalı motoru icat edebilecek refah üretimine ulaşmış olan toplumlar bilgiyi üretebilecek toplumlardı. çünkü o motoru icat edebilecek bilgiyi üretmek için ondan önce üretilmesi gereken bilgiler vardı. refah üretimiyle bilgi üretimi iç içedir ama refahın difüzyonu ile bilgi üretimi direkt olarak alakalı değildir. yayılan refah varlık sahibi olmasını sağlayabilir bir toplumun ama refah üreteceğinin garantisini vermez. petrol norveç'te de var arabistan'da da, hangisinde yaşamak istersiniz?

    dolayısıyla refahın seviyesi makroekonomik modeller üzerinden rahatlıkla ölçülebilir. refah ile varlık aynı şey değildir. prosperity refah olarak çevrilirken, wealth kelimesinin ben hiç refah olarak çevrildiğine denk gelmedim ama yazar aynı şey olarak kullanmışsa vardır bir bildiği der geçerim.

    ama illa psikoloji içine sokulacak bu kavram welfare olabilir. direkt olarak birçok yerde refah olarak çevirisini görsem de içinde sosyopsikolojik bir yanı olduğu da bence doğrudur. bu kelimeyle ilk kez amerikan tarihi dersinde, abd anayasasının ilk cümlesinde karşılaşmıştım.

    "we the people of the united states, in order to form a more perfect union, establish justice, insure domestic tranquility, provide for the common defense, promote the general welfare, and secure the blessings of liberty to ourselves and our posterity, do ordain and establish this constitution for the united states of america." kaynak

    18-19. yüzyıl döneminde ingiltere'ye bakacak olursak, zamanın şartları içinde refah üretiminde dünya'da ilk sırada oldukları söylenebilir. burada o dönemdeki ingiltere'ye bakarken günümüz gözlüklerini takarsak, eleştirilecek tonla şey bulunur. refahın nonlinear olması ile göreceli olması arasındaki tam olarak anlatamadım.

    refah zaman üzerinde akarken nonlinear ve cumulative bir çizgide akar. benim antik dönemde mancınığı icat etmem çok çok yüksek bir refah yaratımı sağlayacak bir fikirken, bunun günümüzdeki teknolojide yaratacağı refah sıfıra yakınsar ama gerçek olan şu ki refah üretiminin bilginin üretimiyle ya da istenen bir amaç doğrultusunda kullanımıyla mümkün olabileceği fikri bakidir. insanlık, bilgi üretimini üzerine koyarak ilerlettiği için, geçen her yılda aynı eylemin üretebileceği refah çarpanı düşecektir ama yeni bilgilerle güçlendirilen eylemlerin refah çarpanı ise artacaktır.

    bu açıdan 18. yüzyılda hangi ülkede yaşamak istersin sorusuna maruz kalsam ingiltere derdim ama 18. yüzyılda yaşamak ister miydin sorusuna cevabım hayır olurdu.

    --- spoiler ---

    burada bir excursus olsun. mühendisler, sanırım, insan gibi yanardöner bir şeyle uğraşmak üzere tedrisattan geçmediklerinden, kafaları "kobalt dediğinin ne olduğu bellidir arkadaş. şu atmosfer basıncında şudur, şu sıcaklıkta budur" şeklinde çalışmaya alıştırıldığından, insanla alakalı konularda bir mekaniklik var. bak o mekaniklik temel bilimcilerde de (genellikle) var. ama bir doktorda yok mesela. yani sosyal "bilim" bilim milim değildir diyorum, bunu hala da savunuyorum ya, bizim öğrendiğimiz şöyle bir şey var: öyle çok net olamazsın. bizde kanunlar yok. kanuna yakınsama var en fazla, o kadar. zira her durumun bir istisnası var ve istisna varsa kanun yoktur.
    --- spoiler ---

    yine bir ad hominem ve mühendis aşağılama maalesef cevabım yok.

    --- spoiler ---

    "mesela klasik müzik konserine gitmek için,

    a) yüksek eğitim gerektiren bir işte çalışmak gerekir.
    b) yüksek eğitim gerektiren bir işte çalışanın çocuğu olarak yüksek eğitim almak gerekir."

    ahanda c: kendisi klasik müzik dinlemeyen, dinleyenlerin yaşadığı hayatı bilen, çocuğunun da o hayatı yaşamasını isteyen biri, o konser bedava oldu mu, çocuğunu o konsere götürür.

    bakınız: benim annem. yani benim ne annem, ne babam yüksek eğitim almış, ne zengin, ne bilmem ne. fibonacci abi burada verdiğim örnek üzerinden beni benim kendi ailemle yanlışlamak istiyor ama kendi yanlışa düşüyor.

    benim annem beni neden sergiye götürdü? neden benim babam ben istediğim zaman bana istediğim kitapları, bütçesi elverdiği kadar, aldı?

    fibonacci abiye sorarsak maddi olarak en azından orta-üst sınıfta filan olmamız lazım. halbuki alakası yok. alt, alt-orta ekonomik sınıftayız.

    bilgi, görgü dediğin şeyin gruplar içinde değişmesinin sebebi dahi kendisinin karşı çıktığı ama yanlışlayamadığı social comparison'a geliyor dayanıyor. bu da tezini yanlışlıyor işte: kasımpaşalı biri, eğer ki çevresinden mutsuz değilse, değişmek için bir sebep görmez. devlet istediği kadar bir şeyleri teşvik etsin. tıraştır.

    yoksa bana kitap alan, beni sergiye götüren de etiler'de değildi. polisin giremediği sokaklarda yaşıyoruz biz. üst komşu hap satıcısı misal. hemen bir kat üstümüze çıktın mı hapçı var.

    -
    --- spoiler ---

    bu noktada hata benim. detaylandırarak örneklendirmedim. yazarken çok sıkılmıştım ondan sanırım. bunu biraz geniş ölçeklendirmem lazım. kasımpaşalı birisi klasik müzik konserine gitmeyi ihtimal bazında değerlendirirsek hemen hiç düşünmez. eğer anlattığı gibiyse yazarın ailesinin çevresinden herhangi biri de pek düşünmez. bu ikisine de sanırım bir itiraz yoktur.

    buradaki mesele kasımpaşalı biri dediğimde kafanızda canlanan imgelemdir. bu beni yanlışlamaz, aksine haklı çıkarır ama mesele bu da değildir. alt sınıf ve orta sınıf arasındaki farklar, cumhuriyet ilk kurulduğu zamanlarda bu kadar keskin değildi. bunu illa ekonomik parametreler üzerinden alacaksak, elimizde veri yok ama muhtemele cumhuriyetin ilk 20 yılındaki gini katsayısı bugünkünün yarısı kadar bile değildi. bu katsayıyı zamana bağlı bir grafiğe koyarak altında kalan alanı modelleyerek refahın tabana hangi aşamaya kadar yayılabildiğini ve neden kasımpaşa ve etiler gibi iki farklı semtin zihnimizde farklı imgelemler yaratabildiğini görürdük.

    benim vurgulamak istediğim nokta ise biraz daha farklıydı. kasımpaşa'da devlet vardı okul vardı gericiler bunu seçmedi minvalinde bir şey söylendi. bu kesimin refaha olan uzaklığını vurgulamak için nasıl bir profilin cumhuriyet ilk dönemlerinde ilericilik olarak adlandırılan klasik müzik konserine bedava bile olsa gitmezlerdi örneğini vermek istedim ama sonra yazar kendinden örnek verdi. kendisiyle aynı sınıfta olan çocuklarının kaçının annesinin onu konsere götüreceğini sorsam hepimizin vereceği cevap net sanırım.

    ayrıca kendi verdiği cevap da net, dinleyenlerin yaşadığı hayatı bilen kelimelerinde saklı sanki biraz. demek ki yazarın annesi refahtan etkilenebilmiş. çünkü bilebilmesi için refahın zihinsel olarak ona ulaşması gerekiyor. refah bazılarına da ekonomik olarak ulaşıyor. çocuğu işçi olmasın doktor olsun isteyen aile mesela. onlar refahın ekonomik açıdan ulaşabildiği insanlar olmuş. bu da farklılıklar yaratmış. ilk örnekteki anne eğitimi amaçsallaştırmışken, ikinci örnekteki anne araçsallaştırmıştır.

    bunun günümüzde ilk nesilde araçsallaştırılıp, ikinci nesilde amaçsallaştırılmasına alışkınız ama direkt amaçsallaştırma özellikle 12 eylül öncesi daha çok toplum kademesine yaşanmıştır.

    --- spoiler ---

    ayrı bir garipli, hatta belki komikli, kısımsa şu:
    --- spoiler ---

    aynı yanlış üslup.

    "refah tabana yayılamasa bile yayılabildiği bir kesim var ve bu kesimde bilgiye mesafe daha kısa. bunun bir sonucu olarak karşı tarafı gömerken kullanılan temel yanılgı da en başta dediğim herkesi aynı mesafede zannetme yanılgısıdır."

    --- spoiler ---

    yani neresinden başlayayım, nasıl edeyim?
    --- spoiler ---

    aynı yanlış üslup

    --- spoiler ---

    1- refah dediğimizi sadece varsıllık olarak alırken bunu bilgiyle birleştirmek, hele ki bu çağda, komik. nusret dediğimiz adam "kasap çırağı" idi. tahminimdir ki öyle çok okuyan eden biri filan değil. üniversite diploması da yoktur - ki gereği de yok. şimdi, fibonacci'nin teorik düzleminde nusret refah içinde mi? evet (ki benimkinde de evet, o ayrı). peki, bu bilgiye erişebildiği için mi? yani burada bilgi derken nasıl bir şeyden bahsettiğini sanıyorum anlıyoruz. o bilgiyle nusret'in içinde bulunduğu durumun ne alakası var?
    --- spoiler ---

    öncelikle refahı sadece para/varlık olarak ele almadım, önceki entryde de almamıştım ama kendimi ifade edememişim ama umarım bu sefer edebilmişimdir. nusret örneğinden ilerleyelim, doğru kendisi bir kasap çırağıydı. refah içinde mi derseniz hayır varlık içindedir derim ama bu direkt olarak bu varlığı haksızca elde etti demek değildir. nusret türkiye'de örneğine çok az rastlanan başarılı bir girişimcidir.

    mesela meşhur beş müteahhitimiz de varlık içindedir ama refah içinde değildir. mamafih kendileri bu varlıklarını toplum üzerinde meşru şiddet uygulama tekeline sahip devletin verdiği ayrıcalıklar sayesinde bulmuşlardır. bu nedenle sermaye birikimleri negatif rızaya dayalıdır. nusret ise bir refah üretmese dahi, bütün kazanımını pozitif rızaya dayandıran bir girişimcidir. para döngüsündeki verime olan negatif etki negatif rızada çok daha yüksektir bu nedenle nusret'i sevelim ama müteahhitleri sevmeyelim.

    --- spoiler ---

    2- refahın yayılabildiği kesim. yani bana gömmesi kolay da "referans" entrideki bir diğer konu olan buna değinil(e)memesi garip: bugün devletin okulundan, hastanesinden, postanesinden kaç kişi faydalanamıyor? ha, diyorsak ki "tamam da özel hastane var, özel okul var, kalite kötü, bilmem ne", derim ki orada bir dur. sıra sıra gideceğiz.

    "türkiye'de refah tabana yayılamadı" gibi jenerik bir cümleden direkt 21. asıra atlanmaz. arada koskoca 20. asır var. o koskoca 20. asırdaki anadolu lisesi'nden mezunuz ikimiz de (hatta belki fibonacci fen liselidir, onu bilmiyorum). ikimiz de devlet hastanesinde doğduk, ikimiz de devlet üniversitesinden mezun olduk. hatta çok büyük ihtimalle aynı okulda okuduk. eğer doğruysam (veya doğru hatırlıyorsam) dese ya; hakkari'deki köyünden gelen, adana'nın çukurova'sından gelen, ağrı'da dağdan gelen, kars'ta çobanlıktan gelen... o kadar arkadaşı o'nun da oldu. ya bu "bilgiye erişim" "şehirli/chp'li/memur-bürokrat" kesime mi özgüydü? veya o parasız yatılıdan gelen, o köyden gelen erzakla geçinen arkadaşları neydi, ne ayaktı?

    hakkari'nin dağ köyünden arkadaşım oldu benim odtü'de. ne yapacağız bu adamı? okula kabul filan etmememiz lazım herhalde. "siktir git lan. sizin bilgiye erişiminiz uzak. ha kasımpaşa, ha hakkari. siktir git, yok sana üniversite müniversite. piç seni".
    --- spoiler ---

    refahın yayılabildiği kesimden kasıt şudur. refah sadece kişinin daha fazla ücret alması değil, o ücreti alırken sahip olması gereken bilgi miktarı ve aynı zamanda eğer üretiyorsa, ürettiği bilgi miktarıdır. bunu zamana oturtarak ele alınca da, birtakım davranış alışkanlıklarının seneler içinde gelişmesi son derece normaldir. klasik müzik konserine giden kitleyle, mevlid'e giden kitle arasında bugün siyasi parti tercihi, dine yaklaşım, demokrasiye yaklaşım vs. sonsuz tane fark var. bu kadar fark 90 yıl önce yoktu. aynı değillerdi ama bu kadar da uçuk değillerdi.

    benim de bir sürü arkadaşım oldu anadolu'nun dört bir yanından gelmiş ve ben de liseyi bir anadolu şehrinde okudum. ama üzülerek görüyorum ki konu hala anlaşılamamış. ben diyorum ki, ortada paylaşacak bir ekonomik pasta yokken, kurtuluş savaşı sonrası atatürk dönemi savaşlar sonrası çökmüş ve yorgun bir toplum, bitik ekonomi, olmayan sanayi. refahın yokluğundan kastım buydu.

    az çok 3-5 nitelikli subay ve onları yetiştiren okullar vardı. ülke kurtuluş savaşını onlarla verdi zaten. ülkede mühendis yok, sanayi yok, kalkınma yok. memleketin kahir ekseriyeti fakirlikte eşit. böyle bir durumda o toplumda kavga edilecek şeyler kısıtlıdır. güç kavgası yaşanır belki ama ekonomik pasta üzerinde kavga yaşanmaz. ortada paylaşacak bir şey yok çünkü. bu cumhuriyet ilk 20 yılında her sene dış ticaret fazlası vererek rekor seviyede büyümeyi başardı.

    bunu başarırken kısıtlı nitelikli eğitim vereceği okulla başardı. herkes fakirlikte eşitken de, bu okullara girebilmek için, en azından bugüne göre daha eşit şartlarda yarıştılar. kapasitesi yüksek olan öğrenciler, mardin'in köyünden nobel ödülüne uzanabildiler. bu durum günümüzde giderek azaldı çünkü gelir dağılımı bozuldu ama sadece devletin zengin ettiği 3-5 soytarının kazandıklarıyla değil.

    gelir dağılımı tabana yayılamayan refah yüzünden bozuldu. diğerleri sadece arkadan gelen schadenfreude soslu siyasi akımların yükselmesi ve çökmesinden ibaret. teoride odtü, boğaziçi, yıldız, galatasaray devletin eğitim kurumlarıdır. yani hala hakkari'den birileri buraya girebilir. ama pratikte girilmesi için geçilmesi gereken sınav var ve bu sınavı birilerinin hakkari'den kazanma ihtimali eskiden %1 ise artık milyonda bire düştü. bunda gelir dağılımının tabana yayılamayan refah sonucu yıllar içinde emekçi düzeyi üzerinden bozulmasının etkisi var.

    koç, sabancı, diğer zenginler ya da birçok siyasinin çocuğundan artık kaç tanesi türkiye'de okuyacak sizce? bunların çoğu zaten artık yurt dışında okuyacak, okuyor. türkiye'de kalan 3-5 okulda çocuklarının okumasını isteyecek kesim içinde çok ciddi düzeyde rekabet var. bu rekabeti kazanacak olanlar da, ekonomik durumu diğerlerinden iyi ailelerin çocuklarıdır. bu demek değil ki diğerleri kazansa bile okutmayacaklar, ya da siktir git diyecekler ama o sınavda gereken puanı alıp okuyabilme ihtimalleri her geçen yıl yok oluyor.

    --- spoiler ---

    3- daga 60'lı yıllarda bu memlekette "köylünün aydınlanması" yaşanmaya başladı. sol ezildi, o arada memleketin de anası sikildi. o ayrı. esas mevzu mühim olan:

    devlet, "bakın artık cumhuriyet var. eklemlenin, dalaşmayın, zıtlaşmayın" demiş mi, dememiş mi? bu zıtlaşmayın konusu, tekrar ediyorum, ayrı. neden ayrı? şundan: dar anlamıyla gidip refah dediğimizi sadece varlık/varsıllık olarak alıyorum fibonacci gibi. ondan.

    neyse. şimdi devlet okul yapıyor, diyor beleş. yolla okusun. hastane yapıyor - ki türkiye cumhuriyeti'nin akp anasını belleyene kadar olduğu kadarınca iyi işleyen kurumuydu sağlık, git doktor sana baksın. refah dediğini mala sahiplikle malın erişilebilirliği olarak sınırlandırdığımızda devletin dediği basitti: bana artislik yapmayın. gelin, beraber takılalım.

    yani devlet bunu demediği zaman anamızın amını gördük topluca, hala daha "ah o bürokratik elit" tatavası yapmak. daha fenası popülistlikle suçlanmak...

    e senin istediğin gerçekleşti işte kardaş? üreten bir avuç adamın sırtından refah, küçük bir azınlık multimilyarder hariç, eşit dağılıyor şimdi? molla sosyalizmi dibine kadar? asgari ücretli olmuş %45, asgari ücretlinin iki katına kadar olan ücretin toplama oranı herhalde %85 filan. al sana dibine kadar eşit dağılım. halbuki sen, içinde bulunduğumuz dönemi gömüyorsun.

    yani şuradaki çelişkiyi göremiyorsanız, görebilene kadar oturun düşünün.
    --- spoiler ---

    hiçbir şeyin eşit dağıldığı yok. türkiye'de gini katsayısı her geçen yıl büyüyor. özellikle de kriz zamanlarında çok seri artıyor. zaten genelde türkiye, şili, rusya, abd gibi gini katsayısının son derece yüksek olduğu ülkeler arasındadır. bu durumun önüne geçmek için dış ticaret fazlası vererek ekonomiyi büyütecek yöntemi geliştirmek gerekiyor, ki bu da ister istemez daha fazla refah üretmek demektir.

    --- spoiler ---

    4- bilgiye erişim hiçbir yerde - ki buna anglettare de dahil, alemanya da, eşit değil. devlet bunu eşitler. eh, devlet de okulunu yapmış. daha ne yapsın? zorla kafalara çivi mi çakacak? dersen ki eğitim sistemini siktiler, derim eyvallah. o zaman da sorarım ama: türkiye'de sorun tarihselse bu iş ne ayak kuzum? yok son dönemdeyse türkiye tarihini sikip atmak ne ayak?
    --- spoiler ---

    bilgiye erişimin devlet tarafından kısıtlanmak istenmesi ayrı bir konu ama ben neden bu soruları cevaplaması gereken kişi olduğumu anlamadım.

    refahı tabana yaysaydınız daha çok kişi okumak isterdi.
    insanlar okuyarak sınıf atlayacağına inansaydı daha çok kişi okumak isterdi.
    gini katsayısı daha düşük olsaydı daha çok kişi okumak isterdi.
    sermaye mülkiyet hakları devlet tarafından baskılanmasaydı daha çok girişimci çıkardı ve bunlar bilgiyi kullanarak ve üreterek refahın tabana yayılmasında daha çok rol oynarlardı. refahın tabana neden yayılamadığını daha önce açıklamaya çalıştım daha fazla detaya girmeyeceğim.

    --- spoiler ---

    apayrı bir komedi var sonra:

    "son olarak değinmek istediğim de, refahı tabana yayamayan ülkelerde toplumun bilgiye olan mesafesidir. hamaset, popülizm, post truth bu mesafe üzerine kurulmuştur. kamplaşmalar bu mesafe üzerinden körüklenir. refah tabana yayıldığı zaman schadenfreude etkisi azalır. bu etki azalınca da hamaset çöker."

    2017, almanya federal seçimleri. afd aldı %12.
    2017, hollanda genel seçimleri. pvv aldı %13.1.
    la geç onu bunu, brexit var brexit.

    ne kadar da "refahı tabana yayamayan" ülke örnekleri, değil mi?

    diyecekseniz ki "%50 ile %10'u mu kıyaslıyorsun", işimiz var. bu seçimlerin üstünden çok geçti. 2021-2022 geliyor. o zaman bakalım. bir de ne olur ne olmaz diye brexit'i koydum. o da yetmezse "insan haklarını kısıtlayalım" diye seçimlerden hemen önceki gün demeç veren theresa may ne kadar oy almış, ona bakalım: %42.4.

    insan bu. öyle atoma, elemente, makinaya benzemiyor. keşke benzese.

    -

    "cumhuriyetin ilk yıllarında ortada paylaşılacak bir refah olmaması".

    neresinden tutsak elimizde kalacak bir başka fikir. refahı varlık olarak daralt, sonra de ki cumhuriyetin başında memlekette para yoktu. e o kadar fabrika, o kadar şey neyle yapıldı? "devlet eliyle". devlet bireylere "yedirdi" mi? "yedirdi". yani yedirdi dediğimi, anlayın.

    e varmış para?

    -

    "çünkü refah tabana yayılamadığında ve bu durum uzun yıllar boyunca sürdüğünde birtakım kültürel farklılıklar vuku bulur."

    şimdi bunun asırlar boyunca erken-kapitalist devletlerde gerçekleşmiş şey olduğunu bir anlığına kenara koyalım. benim sorunum başka.

    refah deyince hep varsıllıktan bahsederken birden kültürel tarafa kaymak. bakınız çok enteresan. kültürel farklılıklar, farklı ekonomik gelire sahip gruplarda normal. doğru fakat eksik. bir de gelirden bağımsız kültür var. bakınız: tarikatçı bilmem ne bakanı, bilmem ne başkanı, bilmem ne.

    o kasımpaşa'da, taksim'e yürüyerek 10-15 dakikalık yerde bulunup da bambaşka bir dünyada yaşamanın sebebi gelirdeki farklılık değil. türkiye'de devletin "seve seve" dayattığı değişime ayak uydurmamak. aynı zamanda taksim'e 15 dakika değil 15 gün mesafedeki biri başka bir hayatı amaçlayabiliyorsa öyle "devlet bunlara baohmiir" diye değil.

    nedir? "refahı tabana yaymaktan kasıt ise relatif artış sağladığınız kesimle mutlak artış sağladığınız kesim arasındaki makasın hiçbir zaman toplumsal kaos yaratacak kadar yükselmemesidir". e güzel de, anglettare'de koca koca asırlar bu denilen yaşandı? alemanya'da da yaşand? inanır mısın, amerika'sından ispanya'sına, yaponya'sından avusturya'sına hepsinde yaşandı?

    yoksa konu, mühendis mekanikliğiyle üstüne gidildiği üzere, varlıkla "o kadar da" alakalı olmayabilir mi?

    bugün tayyarcanlar ne diyor? 100 yıllık reklam arası, bilmem ne. memleket kurulduğu andan itibaren hayvan gibi bir devlet-toplum çatışması var. devlet diyor ki yeni dünya, toplum(un yeterince büyük kısmı) diyor ki "yok, ben almayayım". devlet bunlara da okul götürüyor, hastane götürüyor. daha fenası, üstünden silindir gibi geçtiği de solcular. bu "refahı alamayan" sağcılar da değil. ama devleti yıkıp molla sosyalizmini inşa edenler haklı görülüyor.

    sonra neymiş? fibonacci'ninki "analitik düşünme yeteneğinin duygularla baskılanması" imiş. hadi canım!

    kurulduğu günden itibaren yeni dünyaya uyun diye uğraşan bir devlet var elimizde. bunu olduğu gibi gözardı ederek ne yapıyoruz? analitik düşünüyoruz.

    yani çok derinleştirmeye de gerek yok. singapur ve güney kore bize şu yönden benzer: tarihin akışı içindeki gidişat keskin kırılmalar yaşar orada da. ama bizdekinin aksine orada toplum dönüşür. buradaysa islam denilen şey sayesinde toplumsal dönüşüm işte, olduğu kadar olur. sen islam'ı olduğu gibi gözardı et, sen devletin kurulduğu anından itibaren yaşadığı ideolojik iklimi gözardı et, sen devletin vazgeçmemesi sayesinde gidebildiğin okulu siktir et, sen devletin inatla insanları zorlaması sayesinde hizmet alabildiğin doktorları siktir et. de ki "ben analitiğim".

    aha bak, senin istediğin oldu. molla sosyalizmi var. refah "tabanda eşit", dağılıyor. fakirsek, küçük bir oligarşi hariç, hepimiz fakiriz. hatta relatif olarak eskisine göre daha zenginiz bile - her ne kadar 2020 itibariyle doksanlara dönmüş olsak da.

    e şimdi "refah tabana daha çok yayılıyor". hadi desene ben de gitmeye yer aramıyorum diye? bak, senin istediğin memleket işte bu, mis gibi? gidebilecek misin 10 sene sonra o doktorlara? güvenecek misin? bizim odtü'nün anasını şimdiden bile siktiler. 10 sene sonra odtü'ye yollayacak mısın (olursa) çocuğunu?

    varlıksa varlık. absolut manada da, relatif manada da daha zenginiz işte. daha mutlu olman lazım? yoksa tek der, 2013'te biten o hayali zenginlik mi? o gün de multimilyarderler vardı? hatta o gün daha fazla eşitsizlik vardı. bugün daha eşitiz?

    fikir tamam, motto olarak kullanmak istedin mi güzel de öyle basit değil işte o. analitik düşüneceğiz o ki, öyle sekiz yüz milyor katrilyar değişkenin içinde tekini alıp çekilmek, sonra "bakın ben ne kadar da duygularımdan bağımsız, nesnel analiz yapıyorum" demek değil. yani dedim, hep dedim, yine de derim: analiz kelimesinin kökünde anal var. hepimizinki, benimki de dahil, götünden uydurmaca. ama ben en azından bu bilimsel gerçekliktir, demire kazınmıştır diye gez(e)miyorum.

    hadi bana neden 16-20. asır britanya zenginleşmesinin sonunda, anca 20. asırda "refahın" tabana yayıldığını, o arada neden bizdeki gibi sorunlar olmadığını (tikkat! sorunlar olmadığını değil, bizdeki gibi sorunlar olmadığını), aynı şeyin neden almanya'da gerçekleşmediğini, neden okumuş insan sayısı ve salgın hastalıkların kontrolü haricinde neredeyse aynı olduğumuz güney kore'de işlerin bizden çok farklı olduğunu, neden singapur'da yaşamayı türkiye'de yaşamaya tercih edeceğimizi... sadece "bugün oralar zengin ve çalışana da iyi kötü para veriliyor" şeklinde değil "çünkü oralarda gelişim şöyleydi, sonra böyle oldu, derken ötekinin ardından beriki geldi" şeklinde bir anlatın da bilelim?

    sloganlar güzeldir. ama sloganlar dardır. yemez de, yetmez de.
    --- spoiler ---

    üslup tam bir facia ama kavramsal olarak birkaç hata değil de belki eksikliğim var. cumhuriyetin başında ortada üretilen bir refah yoktu ama zamanla ülke kalkınarak refah üretebilir hale geldi. herkesin refah üretim merkezine mesafesi aynı değil ama devlet bir şekilde herkesi refah üretimine eşit şartlarda yarıştırmaya zorladı denebilir. sorun üretimin yarım kalmış olmasıdır.

    refah üretimi gerçekleştiği zaman ortaya parasal bir değer çıkıyor. zaten ekonomik paylaşım kavgaları da o ekonomik pastanın bölüşülmesi üzerinden çıkıyor. refah tabana yayılamadığı zaman farklı siyasi oluşumlar kendi kavgalarını siyaset sahnesine çıkartıyorlar. toplumun bir kesimi refah üretimine ister istemez daha yakın olduğu ve yıllar boyunca da nesiller üzerinden birikimle bu yakınlık varlık farkı yarattığı için bu kavgalar kültürel saiklerle de harlanarak siyasi avantaja evrilebiliyor.

    bir kesimin bu tutuma girmesi kendi adına rasyonel mi?

    rasyonel

    ahlaki mi?

    ahlaki değil.

    bu yüzden de arada müreffeh olamayan bir ülke olarak kalıyoruz. kısacası refah, sonucunda ortaya parasal bir varlık çıkaran her çeşit ekonomik aktivitede bulunur. refah tabana yayılabilirse, ki bunun tek koşulu giderek daha fazla ve dengeli bir dağıtımla refahtan doğan artı değeri topluma dağıtarak aşırılıkları törpülemek ve refah artışı sağlayacak ekonomik modeli uygulayacak yöntemleri geliştirmektir, toplumun kavgası varlık üzerinden kavga etmek yerine refah artışı için odaklanmak olur.

    hala aynı şeyi söylüyorum, refahı tabana yayamadığı için türkiye bu haldedir. neden yayamadığı sorusunun cevapları ise sadece bizim iç kültürümüzün değil aynı zamanda diğer devletlerle ilişkilerimizin de bir sonucudur.

    şimdi geleyim üslupla ilgili soruna, öncelikle şunu belirtmem gerekir ki üsluptan son derece rahatsızım. ortada ciddiye alınacak bir fikir olsa dahi, bir sonraki karşı eleştiri yazısı da aynı üslupla yazılırsa üzgünüm ama yazarı engelleyerek cevap da vermeyeceğimi belirtmek isterim. ayrıca, kesinlikle benimle aynı fikirde olmamasından değil çünkü bu söz konusu bile olamaz, beni eleştirmesinden dolayı değil çünkü bu söz konusu bile olamaz ama bu bayağı üsluptan dolayı da bir özür beklediğimi belirtmek isterim çünkü mühendis şu bu bilmem ne diyerek ad hominem tekniklerine başvurulması beni rahatsız ediyor.

    buna ek olarak, sürekli bir suçlama, o zaman bu nasıl oldu bunu da açıkla, buna diyecek hiçbir sözün yok vs. minvaline gelecek kavramları okumaktan hicap duyuyorum. amaç politika yapmaksa bu son derece pragmatik ve kişiye çok destekçi kazandıracak bir hareket olduğunu belirtmekle birlikte, bunun en çok kişinin kendisine ve kendi mutluluğuna zarar vereceğine yaşadığım hayat tecrübesinden müteaddit defalar şahit oldum.

    eğer politika yaparak kendi fikrine destekçi aramaksa amacı ve o yüzden bu saldırgan üslubu tercih etmişse, ben bu polemiğin bir tarafı olmak istemiyorum. çünkü ben fikirlerimin başkaları tarafından onaylanmasını istemiyorum, fikirlerimin bilgilerle değişmesini ve kök nedenleri bulabilmeyi istiyorum.

    yok eğer gerçekten kendini kaybederek böyle bir üslubun içine düşmüşse, bu öfkeyle kendini yer bitirir. bunun bir örneğine daha yeni işyerimde şahit oldum. sizinle her hemfikir olmayana farklı ad hominem teknikleriyle saldıracaksanız ve bunu soğukkanlılıkla bir politika aracı olarak değil de doğal olarak yapıyorsanız korteks amigdala zincirinizde düzeltmeniz gereken şeyler var.

    ne yazık ki ben bunu bu toplumda çok fazla kişiyle yapamadım. yapabildiğim tek örneği hem de üslubu yitirmeden highpriestess adlı yazarla yaptığım bir tartışmaydı. talihsizliğimize bakın ki o da denk gele gele hipergami başlığına denk geldi. bir konu salt teknik kavramlar üzerinden müzakere edilemiyor. insanlar doğruyu anlamanın değil, daha çok insanın kendiyle hemfikir olmasının yollarını aramanın ve beğenmediği fikirleri savunan kişinin fikirlerinin ve kendisinin değersizleştirilmesini istiyor. üzülüyorum.
  • ferahlık, rahatlama, müreffehlik, saadet, boşalma, huzur... anlamlarına denk düşer istenirse.
  • 1* refah, ekonomik aktivitenin hedeflerinden birisidir. bu kavramın ingilizcesi 'prosperity'dir ve birçok eserde de bundan sıklıkla bahsedilir. bunlar içerisinde örneğin, daron acemoğlu hocamızın why nations fail adlı kitabının üzerinde kapı gibi "the origins of power, prosperity and poverty" yazar.

    2* refah bir kavram olsa da, aslında bireyler olarak bizler de bunu kendi hayatlarımızda hissederiz. örneğin günümüz 2020 türkiyesi'nde herkesin şikayet ettiği mevcut ekonomik atmosferin, nam-ı diğer ekonomik krizin, veya kimilerine göre bir ekonomik buhranın neticelerinden biri refah kaybıdır. refah kaybı, hepimizin cebindeki paranın nominal olarak azalması da olabilir, enflasyonun ve fiyatların artması yoluyla da olabilir, satın alınacak malın bulunmamasıyla da olabilir. zira ekonomiler ancak büyüdükçe kural olarak kişilerine ve kurumlarına gelir artışı sağlarlar. gelir artışı da refahın artmasının en önemli sebeplerinden birisidir. özellikle ihtiyaçların sınırsız fakat kaynakların sınırlı olduğu senaryoda düzgün yatırım yapan kişi veya kurum, ülke veya dünya ekonomisinin büyümesinden aldığı momentum ile de oldukça güzel refah artışı kazanabilir.

    3* ancak iş her zaman öyle olmuyor. içerisinde yaşadığımız neoliberal serbest piyasa sisteminde, kimisine göre 10 yılda bir, kimisine göre 7 yılda bir ekonomik kriz çıkıyor. bu kriz diye bahsedilen şey, aslında yukarıda bahsedilen ekonomik büyümenin terse işlemesi, yani ülkenin küçülmesi oluyor. ekonominin küçülmesiyle beklentiler bozuluyor, yatırımlar duruyor, harcamalar kesiliyor, masraflar azaltılıyor, çalışanlar işten çıkarılıyor, batık krediler artıyor ve başka benzer şeyler oluyor. böyle olunca sistem içerisindeki para dönüşüm hızı azalıyor ve ülke ekonomisi bu sayede küçülüyor. bu noktalarda devlet müdahalesi gerekiyor, ki bu sebeple de bu devlet desteklerine stimulus package diyorlar.

    4* ancak kağıt üzerinde büyüyen ülkeler de var. dolayısıyla ülkenin istatistik kurumlarının bağımsızlıkları ve verileri doğru ölçme hadisesi çok önem kazanıyor. bu nedenle büyümenin niteliğine de, alt kalemlerinde nerelerden ne katkı yapıldığına bakmak gerekiyor. bu örneğin türkiye'de inşaat olarak biliniyor.

    5* daron acemoğlu hoca, türkiye'nin büyümesi için "kapsayıcı olmayan büyüme" veya "kalitesiz büyüme" tabirini kullanıyor. zira kalitesiz bir büyüme söz konusu olursa, ki türkiye ekonomisinin amiral gemilerinden biri inşaat sektörü olduğundan türkiye kalitesiz bir büyüme modeli içerisinde oluyor, o vakit o ülke krizleri çok daha fazla yaşadığı gibi, yaşadığı bu krizlerden de çok daha fazla etkileniyor. tüm bunları daron hoca'nın ağzından dinlemek için tıklayınız.

    6* tüm bu tatava nereden çıktı diye kendime de sordum. 18 ağustos 2020'de t24'de mustafa durmuş üstadımızın bir köşe yazısı yayınlandı. bunu okurken, özellikle şu cümleler beni bu yazıyı yazdırmaya sevk etti:

    --- spoiler ---

    (...) son 3 yılda refahımız yüzde 25 azaldı

    rapordan (s.67); yurttaşlarımızın ortalama ekonomik refah düzeyinin (koronavirüs salgını yüzünden değil), aslında 2017 yılından bu yana düşmekte olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

    şöyle ki; 2017 yılında kişi başı milli gelir 10,616 dolar iken, bu sürekli olarak düşmüş ve 2018’de 9,693 dolara; 2019’da 9,127 dolara gerilemiş. içinde bulunduğumuz yılda ise 7,924 dolara kadar düşmesi bekleniyor. bu son 3 yılda ortalama gelirimiz yüzde 25 azaldı demek oluyor. (...)

    2023’te 2019’un gerisinde olacağız

    bu yanılsamaya rağmen, 2022 yılında kişi başı gelirin 8,502 dolar olarak gerçekleşebileceğinin öngörülmesi ise, bu süreçte bir ekonomik toparlanma olsa dahi, halkın durumunun iyileşmeyeceğini, hatta 2019 seviyesinin bile gerisinde kalacağını ortaya koyuyor. (...)

    --- spoiler ---

    7* netice itibarıyla, refah yaratan değil, refah kaybı yaşatan derin bir ekonomik kriz içerisindeyiz. bu ekonomik kriz korona ile başlamadı, çok daha öncesinden başlayan, temelleri 22 mayıs 2013 tarihine varan fakat etkilerini 2017 itibarıyla hissettiren bir kriz bu. ve gerek dünya bankası raporunda, gerek mustafa durmuş'un yazısında, gerek ise de ta korona öncesi söyleşisinde daron hoca'nın ifade ettiği gibi, uzun süreli bir ekonomik buhran yaşayarak son üç senede gelirimizin %25'i azaldı ve bu işsizliğe de sirayet etti. uğur gürses üstadımızın yaklaşık son 3-4 sene içerisinde sıklıkla betimlediği gibi, ağır çekimde bir tren kazası izliyoruz ve hepimiz de o trenin bir yolcusuyuz.

    hadi geçmiş olsun.

    *

    (bkz: 14 ağustos 2020 dolar kuru/@dragonlady)

    (bkz: kemal derviş'in ekonomik kriz öngörüsü/@dragonlady)

    (bkz: 2020 ekonomik krizi/@dragonlady)
  • dunya geneli gunumuz siyasi felsefesinde istisnalar haric somut bir yeri felan olmayan ve herkesin bu durumu benimsedigi kavram.

    isin acikli tarafi silah zoruyla vergi toplamaktan ote bir numarasi olmayan ortacag yonetimleri bile bunu en azindan lafta da olsa saglamayi az biraz gorevleri olarak gorurlerdi, hic olmadi vergi gelirini optimum duzeyde tutmak icin

    son yuzyilda para ve vergi kavramlarini yeniden icat edip tamamiyla iktidar kontrolune soktuktan sonra bu tesvik mekanizmasini da ortadan kaldirmis olduk. artik guclu bir iktidar olmak halkin refahiyla ters orantili.

    muhtac bir halk denileni yapan bir halk ne de olsa
  • bir isimdir. sıfat ya da zarf değildir.
    refah yaşam, refah yaşamak gibi kullanımlar yanlıştır.
  • sözlükte anlamı konusunda kimsenin fikri olmayan ve sürekli yanlış kullanılan bir kelime.

    refah, bolluk ve rahatlık içinde yaşamaktır. bir durumu temsil eder, sıfat değildir. sıfat olmadığı için insanlar refah olmaz, sıfat olmadığı için sonuna “ça” eki almaz, refahça yaşanmaz.

    bolluk içinde yaşayan kişiye refah insan değil değil müreffeh insan denir.
hesabın var mı? giriş yap