• aslen max allens'in yazdığı ve richard piers raynor'un çizdiği bu çizgi roman 1998'de yayımlandı.. türkiye'de de cehennem yolu ismiyle aksoy yayıncılık tarafından okurlara kazandırıldı*... çizimleri 4 sene sürmüştür..
    bi grubun yorumladığı kadar kötü olmasa gerek diyorum çizgi romanına dayanarak..
  • oyle ya da boyle, jenerikteki "eller gider mersin'e, sullivan gider tersine" temalı, bisikletli goruntuler pek guzeldi; hatta filmle hos bir analoji kurdugu soylenebilir. bir adim daha ileri gidilip bisiklet / araba metaforu uzerine dusunulurse, ---spoiler--- sonrasi ev terk edilirken, bisikletin [: bir sure masumiyetin] de terk edildigi gorulur (gosterilir). ama yine de adamimiz sullivan degil, aylak adam!
  • sinemada izlenmiş olmasından dolayı mıdır, yoksa gerçekten silah sesi efektlerini çok iyi düzenlemelerinden midir anlaşılamayan bir şekilde, deli gibi gerçeğe çok yakın silah sesi çıkartabilen film. ilk silah patlayışında karanlık sinema koltuklarında onlarca zıplayıp damagını kaldıranın olduğunu düşünüyorum.
  • intikam tatlıdır * temalı hoş bir film.genelde sözlukculerin pek hosuna gitmese de 30ların mafya mevzusu ve atmosferine hasta kişiler * tarafından zevkle izlenebilir.
  • son dönemde izlediğim en iyi filmlerden biriydi road to perdition. buna şaşırmak mı lazım? hayır aslında. evvela bu filmi sevecek izleyici kitlesi pek geniş değildir. kadınlar gangster filmlerine zaten vakit harcamazlar, hele bu film işleyişi, hikayeyi ağırdan alıyorsa "cool" karakterler yoksa, daha yarısına bile gelmeden sıkılırlar. yaşı hayatını yarılamamış sinema meraklılarınınsa, sinemada 1930'ların amerika'sını, buhran görüntüleri, baba-oğul-aile hikayesini izlemekten başka tercihleri olacaktır mutlaka. kaç kadın severek izlemiştir veya çok değerli bir film demiştir godfather'lara, kaç tanesi goodfellas'ı defalarca izleyebilir? "yeni sinemacılar"dan ne kadarı bu filmleri seviyordur, sözünü ediyordur, beğeniyordur. dolayısıyla bu film, daha en baştan, büyük sayıda izleyiciden feragat ederek çıkmıştır yola.

    ben gangster filmlerini severim, nedendir, eski amerika ile ilgili filmleri de, karanlık filmleri, suç filmlerini, thompson (yahut gangster camiasındaki klasik adıyla tommygun) kullanan adamları da, adaleti kendisi belirleyen; öldürme gereği yokken öldürmeye sevkedildiğinde anında hedefinin biletini kesen adamların hikayelerini de severim, ki bu teks'den veya punisher'dan kalma bir bağımlılık olmalı.

    filmin, çizgi roman'dan uyarlandığı, karakterlerden, karelerinden belli zaten. yağmur altında, karanlıkta, tommy gun'la 7 kişiyi öldürmek, küvetteki adamın kafasına sıkmak, bir çocuğun tahtaların arasından göz sığdırıp cinayet izlemesi çizgi roman kareleridir. "i shoot the dead. i mean, i take pictures of them, i don't kill 'em."i bir çizgi roman karakteri söyleyebilir; ve bu söz öyle ki, sadece bu söz için uzunca bir makale yazılabilir. kısaca, ölüleri öldürüyordur, çünkü birisinin fotoğrafını çekmesini isterlerse, o zaten ölü demektir. "onları öldürmem" der ama, öldürür fakat, fotoğraflarda yaşamalarını sağlar.

    filmdeki klasik bir intikam öyküsü ya da daha net olarak kan davası. kan davası konulu filmleri ya türk'ler yapmıştır yahut mafya filmleridir bunlar. bu da bir mafya filmi. kara film olup olmadığı tartışılır, karakterleri ve sonuyla yer yer kara filme çalsa da, kara film olmak istemiyor gibi, değişip duruyor sürekli. aynı zamanda film, cehenneme gideceğini zaten kabullenmiş bir babanın, oğlunun cennetlik olduğuna inanması ve onu cehennem azabından korumaya çalışması olarak da görülebilir. böylelikle "road to perdition" isminin iki anlamı olduğunu film sırasında öğreniyoruz. baba ve oğul, "perdition" isimli kasabaya doğru yola çıkıyorlar ama "perdition", aynı zamanda "cehennem azabı" anlamına gelen bir kelime.

    michael sullivan (sleepers'da brad pitt'in oynadığı karakterin de ismiydi), kendisi, bir şekilde pis işlere bulaşmış fakat ailesini sürekli bu işlerin dışında tutmaya çalışan bir adam. john rooney' (paul newman)i babası gibi seviyor, onun için canını verebilir, onun gibi olmak istiyor fakat, kendisine benzeyen oğlunun, kendisi gibi olmasından korkuyor. rooney'le piyano çaldıkları sahnede, sullivan ve rooney'in, birbirlerine ne kadar bağlı olduklarını görüyoruz. baba ve oğul bunlar. gelgelelim sullivan'ın oğul'luğu, mahkumiyet gibi, rooney'e kendi deyimiyle "hayatını" borçlu olduğundan, onun oğlu. hepimiz babalarımıza borçluyuzdur, babamız olduğu için, babalık yaptığı için, fakat ev aldığı, yanında iş verdiği için değildir borçluluğumuz... cool bir adam değil sullivan, öne çıkmıyor, "boyun eğmeyen" bir adam da değil, sadece kendi gücünün neye yeteceğini ve sınırlarını biliyor. michael sullivan'ı canlandıran tom hanks için söyleyebileceğim tek şey bu role cuk oturduğu, daha doğrusu michael sullivan'ı mükemmel canlandırdığı. tom hanks'i pek sevmem, "çocuk filmlerinin adamı o" olarak kabullenmişimdir bir kere, ama bu filmde gördüm ki, tom hanks artık kemale ermiş. öne çıkmayan, hantal ama akıllı, öldürmekten acı duyan, mağdur ama intikam isteyen, oğlunu seven ama onun kendisine benzememesi için, ona "soğuk, kötü bir adam" gibi görünmeye çalışan biri ancak bu olabilir.

    bir çok filmde, ana karakter için değil de, yan karakterler için, "iyi mi, kötü mü, ölse mi, ölmese mi" ikilemine düşülür. bu durum, yan karakter için değil de, ana karakter için varsa, ana karakter daha sonra doğruyu bulur, hakettiği biçimde öldürülür veya sonu mutlu sondur (natural born killers, vincent vega, michael myers...) fakat bu filmi izlerken, afişinde yer alan "pray for michael sullivan" (micheal sullivan için dua edin) çağrısına ister istemez uyduğunu farkediyor insan. "michael sullivan ölmesin" diye bekliyoruz, ölmemesi için, dua bile edebiliriz hatta. michael sullivan iyi bir adam değil, mafya, adam öldürüyor, fakat peşinde bir kiralık katil var, üstelik orospu çocuğunun teki, belki hakettiği biçimde öldürecek sullivan'ı, ama bunu istemiyoruz. biliyoruz ki hikaye sullivan'da değil, çocuğun hikayesi, ama ölmemeli. jude law, maguire karakteri için biraz genç gibi, her ne kadar saçları dökülmüşse de, yaşlandırılmaya çalışılmışsa da, genç, üstelik züppenin biri, lüks içinde yaşayan bir kiralık katil. "villain" veya kötü adam daha baskın, spekteküler bir karakter olabilirdi. bir de nedense, neden izin vermişlerse, "artifical intelligence"'de olduğu gibi sürekli para çeviriyor parmakları arasında, hatta hatırlayamadım, bir filmde daha vardı bu hareketi. anladık adam bunu becerebiliyor ama, her filmde de izin vermeyin yahoo.com.

    paul newman için de sadece şunu söylemek isterim; filmin başında, john rooney bayağı havalı bir adamdı, dediği dedik, işlerin başında, herkesin alkış tuttuğu, bir dediği iki edilmeyen, herkesin korktuğu bir adam. oysa filmin sonlarına doğru iyice zavallı, bitmiş bir adamdı. bu iki farklı rooney'i, paul newman değil de başka başka insanlar canlandırmış gibi sanki. neticede demek ki, bu usta oyunculuk.

    filmin görüntü yönetimi beni çok etkiledi, daha çok karanlık sahneler. bu filmin %50'si görüntü yönetmeninin diyebilirim. sullivan'ların evinin bahçesinin kar altındaki görüntüsü, yağmur altındaki çatışma, otel; mükemmeldi. karın üstünde yatan bisikletse, sam mendes'in bir numarası olmalı, american beauty'deki poşet gibi, takmadım bu defa kafayı.

    "kan davası soğuk yenen bir yemektir" mi? o yüzden belki film bu kadar ağır işliyor, aksiyon ardarda sıralanmıyor. filmin bu işleyişi, ağırdan alışı, izleyenleri, bir şeyler bekleyenleri sıkabilir. lakin, bence tam olması gerektiği gibi bir filmdi bu. beklediğim bir çok filmde hayal kırıklığına uğramışken, hiç bir şey beklemeden ve boş vakit dolayısıyla izlediğim bu filmde ironiktir, bir filmi ne kadar sevebileceğimi görerek, ve akılda kalıcı şekilde hoşlaşarak, çok sevdim.

    yeter beha, karnım çok acıktı mna koym.
  • herşeyden önce bir sam mendes filmidir. kafadan bir kaç puan yazar. evet bir başyapıt olmayabilir ama kesinlikle iyi bir film. cyrano gerekenleri söylemiş, ben sadece bana göre filmin en mükemmel sahnesini anlatmakla yetineyim. tom hanks'in gece yağmur altında "hacamat" diye ortaya çıktığı anda büyük usta paul nevman'ın sırtı tom hanks'e dönük araba kapısında beklediği sahne. gerçekten çok iyiydi ve usta bir yönetmenin ne demek olduğunu gösterdi.
  • sam mendes in american beauty den sonraki ilk,toplamda ikinci filmidir.basrolunde tom hanks vardir.diger oyuncular jude law ve paul newman dir.sadece bu kadari bile bu film hakkinda fikir vermek icin yeterli olmalidir.fakat bunlarin yaninda sade ama guzel bir senaryosu ve muhtesem arka planlari vardir.paul newman in tom hanks ile piyano caldigi sahne ve asil tabi ki yagmur altindaki sahne bence unutulmazdir.hakkettiginin cok altinda bir ilgi gormus bir filmdir ancak herkesin ilgisini cekmemis olmasi da normal karsilanabilir.
  • damağımda çok profesyonel bir tat bırakdığından olsa gerek bir türlü keyif alamadığım oyunculuğu ile tom hanksin, izlediğim en başarılı filmi. senaryo her ne kadar özgün izlenimlerden oluşmasa da yönetmenin başarısıyla özgünlükten nasibini almıştır film. fakat senaryo her ne kadar yaratıcılık bakımından göz kamaştırmasa da karakterleri işleyişi gayet başarılıdır. bu başarılı karakter işleyişleri de "bunlar önceden yapıldı" şeklinde eleştirilebilir elbet ama kanaatimce bu yapılan ilk yapılanlar seviyesine yaklaşmıştır.
    (bkz: scarface) (bkz: godfather)
  • içinde biraz mafia oyunu tadı bulduğum filmdir.
  • oscar'da hiç küçümsenmeyecek cinematography ödülünü almıştır, sırf bu yüzden bile izlenmeye değerdir.
hesabın var mı? giriş yap