• alkali + yag -> sabun + gliserin

    sabun sadece yukaridaki sekilde elde ediliyorsa "sabun" olarak adlandirilabilir... cogu sivi temizleme maddeleri deterjandir, sampuan ve dus jellerinin tamami deterjandir... sabunla ph 5.5 elde etmek de mumkun degildir, genelde sabunun ph degeri 8 ile 9 arasindadir... zeytinyagindan (veya pirina) sabun elde etmek guzeldir de guzel olmasina, pisirme esnasinda cikan kokuya her babayigit dayanamaz... kaldi ki sadece zeytinyagindan elde edilen sabun hem fazla kopurmez, hem de cok yumusak olur... bu nedenle genelde %20 oraninda defne yagi kopurmesi icin katilir... yumusaklik sorunu, zeytinyaginin icindeki trigliseridlerdeki karbon zincirlerinden kaynaklanmaktadir, doymamis yaglar yumusaktir... bu nedenle ya hidrojenasyon uygulanarak ham yaglar sertlestirilir, ya atomizörlerde rutubeti alınır, ya da eski uretim sekillerinde oldugu gibi buyuk yassi tepsilere dokulerek kurumasi beklenir... ancak kuru sabun agirlik olarak daha az oldugundan dolayi bircok uretici bunu tercih etmez, amac sabunun icinde olabildigince cok su vermektir. bunu engellemek icin tse'nin 54 numarali sabun standardi bulunur.

    ambalaj uzerinde icindekiler bolumunde sodium tallowate yazan sabunlar donyagindan, sodium palmitate veya palmate yazanlar palm yagindan yapilmistir... sikca gorulen yumusak yaglar icin sodium cocoate (koko yagi) veya sodium palm kernelate (palm meyvasinin cekirdegi) gosterilebilir... sodium laureate, yani defne yagi, ve sodium oleate, yani zeytinyagi, gordugunuz sabunlarin fiyatlarinin daha yuksek olacagi hemen hemen garantidir...
  • sabunlar…

    sabunlara olan ilgim çok küçük yaşlarda başladı…

    rahmetli dedem evin sabun ihtiyacını toptan karşılar ve bunları anneannemin gardırobunda bir torbada saklardı. ben de 4-5 yaşlarındayken ufacık vücûdumla gardıroba girer, içinde yere oturur saatlerce o sabunları koklardım.

    hepsi hacı şakir ve tariş marka sabunlar… lavantalar, leylaklar, gardenyalar, yaseminler… evdekiler benim sabun merakımı fark ettikleri için ambalajlarını açmama hiç kızmazlardı. ben de rahat rahat hepsini açıp koklar kendimi daha o yaşta başka diyarlarda hayâl ederdim.

    biraz büyüdüğümde anneannem bana teyzemin çeyizinin içine güzel kokması için koyduğu mavi bir sabun hediye etti. en güzel oyuncaklardan daha değerli bir şeye sahiptim artık. deniz gibi kokuyordu...

    80’ler hızla geçiyordu. o yıllarda markası puro olan bir sabun keşfettim. onda tarif edemediğim başka bir esans vardı. böyle biraz sütlü, biraz vanilyalı sanki… puro sabunlar da iz bırakmadan silindiler raflardan. görüntüsü zihnimde saklanmış olacak ki bundan birkaç yıl evvel bir antikacıda puro sabunlarının afişini gördüm. film geri sardı: 80’ler, anneannemin gardırobu, lavantalar, yaseminler ve puro sabunun tarifsiz kokusu… hepsi geri geldi sanki. çocukluğuma dair bir hatıra olsun diye fotoğrafını çektim.

    efendim, 80’lere dönelim. o yıllarda babam eve eğer pahalı bir sabun almak isterse hacı şakir değil lüx marka sabun alırdı. (lüx hala marketlerde satılıyor ama pek de havası kalmadı artık) lüx’ün gül kokusu oldukça iyi sayılabilirdi. rexona ise ondan hemen sonra duyuldu. yeşil ambalajı ve harika kokusuyla banyomuzda yerini aldı.

    lüx’e daha yeni alışmışken yepyeni bir marka girdi sabun piyasalarına: le sancy. allah’ım! le sancy, çeşit çeşit, çok yoğun kokusuyla ve asıl önemlisi de yumurtamsı şekliyle gerçek bir sabun devrimiydi. şimdiye kadar hep dikdörtgen şeklindeki sabunların yerine le sancy’yi elimize aldığımızda koskoca bir yumurtayı tutuyor gibiydik. öyle sürekli le sancy kullanmaya başladığımızı zannetmeyin. le sancy diğer sabunlardan biraz daha pahalı olduğu için babam yalnızca bir defa aldı. o da çilekliydi. daha önce çilekli bir sabuna hiç rastlamamıştım. hacı şakirler hep çiçek kokuyordu. çilekli sabunum bitmesin diye onu az az kullanıyor, işi bitince kuru bir bezle siliyordum.

    neyse efendim. yıllar geçiyor benim sabun merâkım geçmiyordu. televizyonda fax isimli bir sabunun reklamı çıkmaya başladı. “kuru sabun fax! kârlı sabun fax! fax güzellik temizlik, ekooonomiiik” ben bu markaya da alışamadım efendim. aklım fikrim puro sabundaydı. fakat artık puro piyasadan tamamen silinmişti. bununla birlikte hayâtımızda yeni bir değişiklik daha olmuştu: sıvı sabun.

    sıvı sabunlar çıktığında ben iyice büyümüştüm. artık karakterim şekillenmiş; koku anlayışım yerine oturmuştu. bu yüzden bu değişiklikten çok etkilenmedim. 90’lı yılları yaşıyorduk. fatih’te selam isimli büyük bir market açıldı. selam market’e her girdiğimizde ben sabun reyonunda kayboluyordum. tek tek bütün sabunları kokluyor, yeni çıkan bir ürün varsa hemen haberdar oluyordum.

    efendim, arkadaşlarım yurt dışına çıktıklarında artık bana “janeciğim sana falanca ülkeden ne getireyim?” diye sorma gereği bile duymuyor; çeşit çeşit sabunları önüme yığıyorlardı. bugün büyük alış veriş merkezlerinde reyonları bulunan ve kesilerek satılan bin bir çeşit kokulu sabundan 90’lı yıllarda henüz bulunmuyordu. bu sebeple yurt dışından gelen sabunlarım pek, nadide ve kıymetli hediyelerdi. kokular… kokular… fransız lavantası, kavun, mango, portakal çiçeği, sandal ağacı, nane, bulgar gülü, zencefil, tarçın, bergamot, misket limonu, kiraz çiçeği ve daha niceleri…

    ben bu sabunları bir koleksiyoner edâsıyla geldikleri ülkeler ya da kokularına göre sınıflandırıp odamda sergilemeye başladım. kitap raflarımdan birini boşaltıp o rafı sabun koleksiyonuma ayırdım ve haftada bir onları indirip tozlarını alıp, belki bir kere ellerimi yıkayıp, fön makinasıyla kurutup yerlerine yerleştirir oldum.

    sabunlarıma baktıkça mest oluyordum. her birini kokladığımda başka âlemlere dalıyor, kendimi farklı zamanlarda hayâl ediyordum. fransız lavantalarını kokladığımda bir akdeniz sahil kasabasında yaşadığımı düşünüyor, dışı sarmaşıklarla kaplı, yüksek tavanlı evimin yatak odasında böyle mis gibi çarşaflara dokunuyor; kiraz çiçeği kokulu sabunumu kokladığımda ise kendimi japonya’da bir bahçede buluyordum…

    işte günler böyle akarken sabunlarımdan bazılarının kokularının kaybolduğunu hatta çirkinleştiğini fark ettim. bunlar en eski olanlardı. zaten 2000’li yıllara gelmiştik. her köşe başında değişik sabunlar satan dükkânlar açılmıştı. rafta özenle sergilediğim sabunlarım da artık eskisi gibi nadir bulunur şeyler değildi. internetten sipariş vererek dünyanın her tarafından, istediğimiz sabunları alabiliyorduk.

    benim de zamanla hevesim azaldı sanırım… hele iskoçya’dan hediye gelen kömürlü sabundan sonra –ki bütün odayı soba borusu gibi kokutmuştu- artık sabunların birçoğunu çöpe atmanın vakti geldi diye düşünmüştüm.

    neyse… şimdi sabun merakım, beni çocukluğumdan beri tanıyanların bildiği bir hikâyeye dönüştü. tamamen silinmesin diye de bu entry yazıldı.
  • bugün şahsın biriyle el sıkışmak zorunda kaldım. fırsat bulduğum ilk anda elimi sabunla köpük köpük yıkama ihtiyacı hissettim.

    yanlış anlamayın!

    zahiri bir kirlilik değil bu bahsettiğim. ter, kir, pastan bahsetmiyorum. temizlik gereklidir elbet. ancak o türden zahiri kirliliğe kalbim pek tepki vermiyor. sonuçta duş alır, pırıl pırıl olur insan.

    ancak manevi kir öyle değil. öyle şahıslarla el sıkışmak bile bende bulantı hissi oluşturuyor.

    manevi kirin en büyüğü şirktir ki, sabunu "lâ ilâhe illallah" manasını idrak etmektir. sonra günah kirleri gelir. onların da sabunu, "estağfirullah" demektir. estağfirullah demek, kişide birikmiş tüm karanlık enerjiyi yok eder. o yüzden günde 100 estağfirullah çekmeyi ihmal etmemek gerekir.
  • zaman zaman inanılmaz yeme isteği uyandıran şey.
  • ömr-ü hayatımın ilk paradoksunun sebebi nesne.

    henüz ilkokula bile gitmemekteydim, bir gün zorlukla yetiştiğim lavabonun kenarından kayıp, gözüme çok da temiz görünmeyen, erişimi zor bir noktaya düşüverdi sabun.
    ve ikilem başladı böylece, aslında temizlenmek için kullandığımız bu nesne kirlenir miydi?
    yoksa elimizi temizlediğimiz gibi kendini de temizler miydi?
    temizlenmesi için elimizde ovmamız gerektiğine göre asıl temizleyen sabun muydu yoksa elimiz mi?
  • normalde su ve yağ molekulleri birbirinden uzaklaşma eğilimindedir. deri yüzeyi yalnızca suyla temas ettiğinde , üzerindeki yağ, suyu elimizi ıslatmadan dağıtır. ancak sabunu oluşturan kimyasal karışımın moleküllerinin bir ucu yağ molekülünü, diğer ucu da su molekülünü çektiği için , avcumuzun içinde bir sabunla ellerimizi ovuşturduğumuzda , sabun olmadığı zaman su molekülleri ile birbirine karışmayan yağ ve onun altında saklı olan kir tabakasını küçük parçacıklara bölmüş oluruz. sabun molekülleri devreye girdiğinde lekeleri sarar ve kirleri suya çeker. bu sekilde sabun ile desteklenmiş bir durulama işlemi temizlik işlevini yerine getirmiş olur.
  • küçükken köpüğü gözüme kaçtığında (banyo yaparken) annem,'bişey olmaz, mikroplar kırılır' derdi de ben ortadan ikiye ayrılan, sopa gibi kırılan minik mikroplar hayal ederdim. çocukluk işte.
  • artık çabuk bitendir.

    ben bunu anlamıyorum arkadaş. eskiden bi el sabunu alırdık ulan bir ay giderdi. fax vardı mesela. 5'li pakedi olurdu bu üç renkten de olurdu içinde. sarı pembe ve yeşil. . aklınıza şu köşeli yeşil sabun ya da hacı şakir gelmesin. dur görsel koyalım:

    https://www.google.com.tr/…fir-67933557%3b300%3b300

    şu olur mesela.

    diğer sabunlar da öyleydi o kalıp sabunlar falan... şimdi alıyorsun sabunu bir hafta gitmiyor hemen küçücük kalıyor. bütün markalar aynı. tabi desene dönem değişti devir tüketim devri ne kadar hızlı biterse o kadar iyi. herhalde bundan ötürüdür*

    bakteri önleyici olması gibi özelliklerden dolayı mıdır artık nedir neden böyledir bilemem. bir hafta gitmez. cıkcıkcık...
  • insanoğlunun en büyük icatlarından. tarih boyunca alkalin bir çözelti ile (kül gibi) trigliseridlerin (hayvansal yağlar) birleşimi ile ilkel sabun kullanımı sümerler de bile rastlanan bir olgu.
    fakat ilk nasıl üretildiğn bilmek mümkün değil. muhtemelen tarihteki çoğu icat gibi tekrar tekrar başka coğrafyalarda keşfedildi.

    bu kadar önemli ve temel bir teknolojiyi iç ısıtan bir hikaye ile buluşunu açıklamak insanın kolayına geliyor. en çok karşımıza çıkan mitlerden biri roma döneminde sopa dağında (sopa dağı diye bir dağ yok) hayvanlar kurban edilirken yağları akarmış, külle çamaşır yıkayan kadınları da iki bileşenin birleşimi ile köpük ortaya çıktığını görüp sabun yapılmış. tamamen palavra tabi. antik yunan zamanı bile önce soda ile yıkanmak sonra yağ ile ovalanmak gibi çok çok ilkel sabun sürecini anlatan metinler varmış.

    tarihinden çok daha önemli olan kısmı ise bu icadın öyle böyle işe yaramaması. homosapiens'in 100'lü yaşlara kadar gelebilmesinin önemli sebeplerinden biri bu teknoloji.
    günümüz pandemi döneminde ise önemi daha da artmış durumda. el üzerindeki virüs ve bakterilerin tutunduğu yağ vs pisliği itmekle kalmıyor fiilen, coronavirus'ün de dahil olduğu pek çok mikro organizmanın membranını parçalayarak öldürüyor.
    bizim için güzel kokulu kaygan bu icat bakteri ve virüslerin çoğu için destroyer of worlds tadında bir wmd
    fakat bu efekt için pandeminin başından beri üstüne sıklıkla basılan 20 sn boyunca el yıkama önemli. "yea 20 sn'yi milllet yıkasın diye söylüyorlar benim elim temiz sabunladık işte la" diyenlerdenseniz. şu basit araştırmada nasıl logaritmik, saniyeye bağlı mikro organizma düşüşü olduğu görülebilir.
  • "yeteri kadar sabunla heryeri havaya uçurabilirsin..."
    (bkz: tyler durden)
hesabın var mı? giriş yap