• bir süredir sokak müzisyenliği yapıyorum. nerede, ne zaman, nasıl sorularını bir kenara bırakalım. hanidir orada karşılaştığım insanları, tanışıp arkadaş edindiğim insanları, yaşadığım pek kıymetli anıları yazmak istiyorum. insanların bu kadar içinde olup onlara bu kadar çok dokunabiliyor olmanın mutluluğunu yaşıyorum. derdim tasam bir yerlere gidiyor. ben müzikle bütünleşiyorum. insanlar da zaman zaman benim müziğimle başka anlara, zamanlara yolculuk ediyorlar. bunu tecrübelemek o kadar değerli ki. dahası hiç tanımadığın bir insanı mutlu edebilmek öyle müthiş bir duygu ki. ben de bunun etkisiyle yazmak istemiş olmalıyım.

    bugün, 3 saati geçkin bir süre çaldıktan ve epey yorulduktan sonra kendi kendime son bir parça çalıp gideyim diye düşündüm. the rains of castamere çaldım. red wedding'i izledikten sonra aylardır bu parçayı çalamamıştım. çok seviyordum, ama sürekli o sahne aklıma geliyordu. geçtiğimiz yaz bu düşünceden sıyrılmış olmalıyım. parçayı o sahneden soyutlayarak sevip çalabilmeye başladım yeniden. neyse. ben the rains of castamere çalarken iki kişi geldi ve ayakta dinlemeye başladı. ben bitirince de alkışladılar. müthiş heyecanlı bir şekilde pek beğenildiğini öğrendim. minik bir muhabbet ettik. ardından yüzüklerin efendisi'nden bir şey çalıyor muyum diye sordu içlerinden o çok heyecanlananı. "evet" dedim. notalarım arasından, o en sevdiğim yüzüklerin efendisi parçasını çıkardım. ben çalarken gözüm pek bir şey görmüyor, ama tahmin ettim nasıl da mutlu olduğunu. hiç tanımadığım bir insanı bu denli mutlu edebilmek öyle güzeldi ki. ben belki yarım saat eve geç gitmiş oldum, ama hiç tanımadığım bir insanın belki de hayal edip de ötelediği enstrümanı çalması için küçük bir katkı sağlamış bulundum.

    düzeltme: yazım yanlışı.
  • yaklaşık iki aylık bir aradan sonra, bugün, havanın nispeten güzel olmasının etkisiyle kendimi yeniden insanların, ağaçların ve güvercinlerin arasındaki sahnemde buldum. insanın içini ısıtan bir kış güneşi vardı. yine de, bir süre parmaklarım da çellom da üşüdü. haliyle, çok da güzel olmayan sesler çıkardık. itiraf etmem gerekirse çellomun ve parmaklarımın bu kadar üşeyeceğini hesaba katmamıştım. sesin bu kadar kötü çıkacağını da hesaba katmamıştım. daha birkaç saat evvel kapalı bir alanda çalışırkenki kişiyle dışarıda çalan kişi aynı değilmiş gibiydi. ama biliyordum ki bu soğuğun etkisiydi.

    her şeye rağmen olumlu eleştirilerini ifade eden pek çok kişiyle karşılaştım. diğer günlerin aksine daha da çok kulak kabartan büyükler, küçükler vardı. bir ara, sanıyorum bir anne çocuğuna "bu çalan enstrüman ne?" diye sordu. "viyolonsel" cevabı geldi. bir yandan çello çalarken, bir yandan bu minik diyalogu duyduğum için keyiften dört köşe oluyordum.

    sonra bir ara bir büyük geldi ve çaldığım enstrümanın ne olduğunu sordu. "çello" dedim. sonra çalmaya devam ettim. soğuk gitgide daha da çok etkisini gösteriyordu ve hakikaten de çaldığım eseri o kadar da iyi çalamadığımın farkındaydım. eser bittikten sonra çaldığım enstrümanın ne olduğunu soran kişi dedi ki "daha iyi çalamıyorsunuz sanırım." ne demek istediğini anlamamıştım. aynı şeyleri tekrarladı ve ekledi: "sizden daha iyi çalanlar vardır." "muhakkak vardır." dedim ve soğuktan etkilendiğimi söyledim. "yeni başladınız sanırım." dedi. şaşırdım. "hayır, yeni başlamadım." dedim. çelloya yeni başlayan bir insanın nasıl çalacağını bilmediğini tahmin ettiğimden böyle bir cümle kurabileceğini düşündüm. insanların aylarca yay çektiğini, tek bir sesi doğru basmak için bile ne kadar uğraştığını bilmeyen bir insanın benim soğuktan dolayı parmaklarımı hissetmezken çalışımı bu şekilde eleştirmesi ilginçti tabi. birkaç bir şey daha söyledi. ben de en sonra "ben iyi çalmadığımı düşünmüyorum" dediğimi hatırlıyorum. kendimi bu şekilde savunduğum ender anlardan biriydi. o an eseri kötü çalmış olabilirdim; ama bu her zaman kötü çaldığım anlamına gelmiyordu. bu adeta 10km koşunun sonuna doğru düştüğün bir anda birinin gelip de "sen koşmayı bilmiyorsun" demesi gibi bir şeydi. her türlü yoruma açık olmam gerektiğinin farkındayım elbette; ama insanlar da bilip bilmeden konuşmasalar keşke, ne güzel olur.

    düzeltme: yazım yanlışı
  • bu yaz, sezonu haziran başında açtım. ilk gün, 8 dakika çalmamın ardından yağmur yağmaya başladı. gittikçe azalmak yerine sağanağa dönüştü. neyse ki o 8 dakika öncesinde deniz adlı bir kız çocuğu ile dedesi olduğunu sandığım bir amcayla da tanışabilmiştik. ben oturacak bank bakınırken bana yerlerini verdiler, sağ olsunlar. yine bu 8 dakika öncesine deniz'in çello ile tanışması da girmiş oldu. bir ara, rüzgar mandallanmış notalarımı savurmak istediyse de deniz imdadıma koştu.

    bir sonraki sefer deniz'le yeniden karşılaştık. ben çalarken yanıma geldi, ben de ona gülümsedim. hâlâ çalarken konuşabildiğim pek söylenemez. bu kez bulutlar 50 dakika kadar çalmama izin verdi. sonra bir sağanak daha.

    üçüncü sefer, yağmura yakalanmama hususunda kararlıydım; ama yine yağmur yağdı. meteoroloji sürekli benimle dalga geçiyordu. %80 ihtimalle yağmur yağacağını söyleyince yağmur yağacak zannediyordum, yağmıyordu. %30 ihtimallik yağmur ise sağanak şeklinde yağıyordu. ben de yağmura inat gittim. en kötü metroda çalmayı denerim diyordum ki ben gidene kadar da durdu yağmur. bir de 13'e uğursuz derler; ama benim için uğursuz bir gün olmadı 13 haziran. böylece yağmurla olan ilişkimi düzeltip sahiden de sokakta çalmaya başlayabilmiştim. hayır, bana kalsa ben yağmurda da çalardım; ama sevgili çellom suya pek dayanıklı değil. bir yerleri şişerse diye çok korkuyorum. iki seferdir yakalandığım sağanakta benim suyum çıkmıştı; ama neyse ki canım çellom pek sevgili kutum sayesinde ıslanmadı.

    daha evvelinde belirttiğim gibi sokak müzisyenliği süresince çok çeşitli insanlarla tanışma imkânı ediniyorum; ama bu yaz üçüncü sefer gittiğimde adeta kombo yapmıştım. ilkin rabia zorlu adında bir şairle tanıştım. ara ara bana şiir okudu, ben de çello çaldım. o yanımda otururken bir müzisyen geldi yanımıza. vaktiyle cem karaca'ya davul çalmış, oğlu da agabando'nun müzisyenlerinden biriymiş. ritim ile ilgili problemlerim olduğunu söyledi. ritim, kanayan yaram. "ben metronomla çalışıyorum." diyemedim. tabii tek başıma çaldığım için bazı notaları bilerek uzatıp bazı sus işaretlerini de görmezden geliyordum. (canım istediği gibi çalıyordum, belki de müziği bozuyordum. (burada argo bir tabir kullanmıştım; ama sonra vazgeçtim.)) rabia hanım ile nevzat bey'den sonra adını hatırlamadığım bir senarist geldi. (belki de ismini söylememiştir. ama kesin söylemiştir, biraz ego vardı zira.) bir istekte bulundu. istekte bulunduğu parçayı bilmediğimi söyledim. başka bir eser çaldım. onun üstüne youtube'dan açıp dinletti bu bahsini ettiği istek parçasını. yine tanımadığımı söyledim. nasıl tanımazmışım? meğer senaryosunu yazdığı filmin müziğiymiş. nasıl cahilsem, bilememişim işte. bunun üzerine hiçbir şey söylemeden gitti. (ama ne ayıp ettiysem, insan nasıl bilmez böyle bir senaristi ve filminin müziğini?) yine yetmedi, bu kez ekrem imamoğlu'nun üniversiteden arkadaşıyla tanıştım. tanıştığım kişi, kızının müzikle olan ilişkisinden başladı, siyasetten devam etti. meğer ekrem imamoğlu istanbul üniversitesi'nden evvel doğu akdeniz üniversitesi'nde okumuş bir süre. her gün yeni bir bilgi. uzun uzun her şeyden konuştu. ben diyeyim yarım saat siz deyin 45 dakika. tamam, birileriyle tanışmak hoşuma gidiyor; ama kesintisiz bu kadar uzun uzun konuşan olunca "ben müzik yapmak istiyorum." diyesim geliyor; ama diyemiyorum. bazen ayıp etmek gerek herhalde.

    dördüncü sefer, boş bank bulamayınca nurten hanım'ın yanına oturdum. kendisiyle o gün, orada tanıştık. akademisyen bir oğlu varmış, bir de kızı. (kızının ne iş yaptığını söylemedi.) ben yanına oturmak için izin istediğimde kızıyla konuşuyordu. bir ara da kızına benden bahsetti. ben çalarken aralarda ara ara sohbet ettik. ilerleyen vakitlerde inci hanım ve emin bey ile rastlaştık. onlarla da geçtiğimiz yaz tanışmıştık. beni yurt dışına göndermek için öyle hevesliler ki. emin bey, her seferinde elime gelen fırsatları değerlendirmem hususunda salık veriyor. benim sokak müzisyenliğine ara verdiğim zamanlardan birinde bana iş bulmuş; ama bana ulaşamadığı için haber verememiş. bunu duyduğuma hem şaşırmış hem sevinmiştim.

    beşinci sefer, çok enteresan bir gündü. ben çello çalmaya başladıktan kısa bir süre sonra yakınlarımda saksafon sesi duydum. saksafonun sesi beni epey bastırıyordu. saksafonun sesini duydukça konsantrasyonum bozuluyordu. dolayısıyla yaptığım müzik de yalan oluyordu. (canım bach'ın kemikleri sızlamıştır.) saksafon çalan kişinin bu kadar yakınımda çalmaya başlaması niyeydi? yer mi kıtlıktı? benim sesimi duymamış olması imkânsızdı ve ona rağmen neden dibime kadar gelip de böyle bir saygısızlık yapmıştı? ben özellikle bu duruma saygı gösterirken, neden o benim varlığımı umursamadan konumlanmıştı? bu gibi sorular kafamda dolanırken bir yandan da çalmaya devam etmeye çalıştım. o ara, geçen yıl sokak müzisyenliği yaparken tanıştığım arkadaşlarımdan biri geldi. biraz onunla konuştuk ve ardından saksafon çalan müzisyenin yanına doğru yol aldım. yanındaki gitaristle yaptıkları müziğe ara verdiklerinde aklımdaki soruları onlara da yineledim. kolay kolay sinirlenmeyen bir yapım vardır; ama o an sinirlenmiştim sanırım. saksafon çalan müzisyenle konuştuk ve verdiği cevaplar da pek tatmin edici değildi. ilk olarak, beni fark etmediğini söyledi. sonra fark ettiği halde yanıma gelip rahatsız etmek istemediğini söyledi. çünkü ben "bayan"mışım. daha sonra, kendisi ve müzisyen arkadaşının yaptığı müziğin çocukları ve o ortama gelen insanları eğlendirme amaçlı olduğunu söyledi. en sonra da demesin mi "sen klasik müzik yapıyorsun, senin yaptığın müzik buraya uygun değil." diye. resmen "sen insanları eğlendirecek müzik yapmıyorsun, bir zahmet gidiver." demişti. ben şaşırdım. müziğin yegane amacının "eğlendirmek" olduğunu zanneden bir "müzisyen" benim yaptığım müziğin sokağa uygun olmadığını iddia ediyordu. bu sebeple de benim sesimi bastırabilirdi, öyle mi? ben de kendisinin böyle bir yargıya varamayacağını ifade ettim. muhakkak ki "bu ne ya, gıy gıy çalıyor!" diye düşünen bir dolu insan geçmiştir yanımdan; ama yaptığım müzikten memnun olan pek çok insan da oluyordu. alkışlayan, teşekkür eden, memnuniyetini ifade eden pek çok insan. saksafon çalan müzisyen, kendisinin sosyoloji öğretmeni olduğunu da söylemişti laf arasında, ortamın ne istediğini ondan iyi kim bilecekti değil mi?

    geçtiğimiz 1.5 yaz boyunca, ata abiyle beraber aynı ortamda iki ayrı müzisyen olarak birbirimizi hiç rahatsız etmeden çok farklı müzikler yaptık. özellikle geçen yıl, ne zaman birbirimizi görsek birbirimizi selamladık, birbirimize hal hatır sorduk. bir kez olsun birbirimize karşı saygısızlıkta bulunmadık. ben de bu müzisyene ata abiyle olan ilişkimizi örnek verdim. mesele onların ve benim aynı ortamda bulunmam değildi. seslerimiz birbirine karışmadan pekâlâ aynı ortamda bulunabilirdik. ama, bazı insanlar yol yordam bilmiyor. çalmaya başlamadan evvel yanıma gelselerdi, ben biraz onlardan uzaklaşırdım, biraz onlar uzaklaşırdı ve hiç böyle tatsız olaylar yaşanmadan bir çözüm üretebilirdik diye de ifade ettim. en sonra haksız olduklarını anladılar ve yer değiştirdiler. dışarıdan bakıp da olayı kavrayamayan insanların gözünde de sanki "burası benim yerim, buradan gidin!" demişim gibi bir izlenim yaratmış oldum. hatta bir tanesi de bunu ifade etti. böyle olmadığını ben biliyordum ve bunu biliyor olmam yeterdi. insanlar saygısızlardı ve birilerinin bunu onlara ifade etmesi gerekiyordu.

    bu olayların üstüne yeniden müzik yapmak biraz zordu. kafamı dağıtmak için gittiğim yerde kafamın daha da dolmasına gerek yoktu aslında. neyse ki müziğin iyileştirici bir gücü var. aradan biraz zaman geçtikten sonra başka bir deniz'le daha tanıştım. o da çelloyla tanıştı. belki deniz'lerden biri bir gün çello çalarsa dedim, neden olmasındı?

    yorucu başlayan beşinci günün sonu tatlıya bağlandı. fazla alkışlı bir gün oldu, ben bu kadar alkışa alışık değildim oysa. sona doğru da bir başka arkadaşım ve sevgilisi de "belki kuroi roose çello çalıyorsa." diye geçirerek gelmişler. şehirde bir yer edinmek, şehrin bir parçası, hatta belki sesi olmak böyle bir şey olsa gerekti.
  • bugün central parka geldim, amfim ufacık, akustik gitarım küçücük pek de ses çıkmıyor zaten, dar bir yol ağzına konuşlandım, geniş yerlerde sesim duyulmazdı bile, açtım gitarı, ilk kez deniyorum new york'ta. kendimi bir türlü rahat hissedip de o akışın içine dahil olamadım. gitarıma alışamadım, çaldıklarımı uzun süreli çalamadım, yaratıcı ruhumu bir türlü yansıtamadım, aklımda sürekli düşünceler geçiyordu, durmuyor, sürekli anda kalmayı kaçırıyordum. rahat hissetmek ne kadar önemliymiş onu anladım. enstrumanına alışmak, şehrine alışmak, kendine alışmak, hayata alışmak. konfor alanını sokaklara taşımak. kendi kendime ne kadar alıngan olduğumu da düşündürttü bu bana. insanları hem hiç takmayı hem de aşırı takmak arasında bipolar bir bozukluk. hafif yağmur başladı bıraktım, 1centim oldu, yoldan dönüp gelip atan kişiye zahmeti için teşekkür ederim 1 pennyden daha değerli. atmasa da olurmuş. dilenciler 1 doları beğenmiyor burda en az 5lik veya 10luk olacak. 1 dolar verip özür diliyorsun üstüne. domino park uzağımda ama washington parka gidip orada kendi kendime takılabilirim belki. belki de sabit durmadan yürüyerek çalmalı.
hesabın var mı? giriş yap