• bir ömer hayyam rubaisi ile anlatılacak olursa solipsism şudur ;

    ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
    kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
    sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.
    ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok...
  • solipsism of the moment tabir edilen versiyonu ben'i degil ben'in icinde bulundugu zaman, mekan iliskisini de an'a hapseder. yani sadece ben vardim, ve ben sadece su an varim, oncem ya da sonram yok. sartre'in solipsizm'i "utanc ve hicap" duygusu ile curutmeye calismasi gibi beyhude cabalar da dahil olmak uzere solipsizm'in degillenebilmesi, aksinin ispat edilebilmesi mumkun degildir, "var oldugunu bilen" kisiler de zaten bu tartismayi solipsizm savunuculari ile degil, kendileri ile yaparlar, acaba benden baskasi var mi? benden oncesi ve sonrasi mumkun mu? sorulari yorucu dalgalar halinde uzerimize uzerimize geldiginde beyin'de bir pop-up butonu acilir, retry, cancel disinda yuklenen patch sayesinde bir de ignore opsiyonu eklenince rahatlanir.

    ozellikle ezel ebed tek-tanri gorusunun kozmik bir solipsizm oykusu oldugunu dusunebiliriz, oncesiz sonrasiz bir mutlak tek ve onun aklindan gecen digerleri.
  • christopher hitchens anti-theist god is not great adli kitabinda türsel -yani insanoglu- solipsism'in din'in arkasindaki itici guclerden biri oldugunu ileri surer. turleri bir meta kisilik olarak gorursek dunyanin ve evrenin sadece kendisi icin yaratildigini dusunmek solipsism degildir de nedir?
  • (bkz: enel hak)
  • materyalizmden solipsizme yolculuğumdan notlar:

    "mekanik titreşimi ileten bir ortam olmadıkça ses olmaz. nükleer reaksiyonlarla gümbür gümbür patlayan yıldızları, ve dahi en yakınımızdaki yıldız olan güneşin patlama seslerini bu yüzden duyamıyorum. ses gibi bir fenomenin ortama bağlı olarak var ya da yok olması ne garip...

    peki şu karşımdaki gül ağacı, yanıbaşında öten kuşu duyabiliyor, güneşi görebiliyor mu? onun dünyası sessiz ve ışıksız. güneşi benim gibi sınırları çizilmiş bir daire değil, üzerine akan bir sıcaklık olarak algılıyor. hayır, bu dediğim de yanlış. o, güneşi hiçbir şekilde algılayamıyor. peki ışığa yönlenmeyi nasıl başarıyor? bir şeyi algılamadan ona yönlenmek mümkün mü? değil mi? sürekli güneşi takip eden güneş panelleri de mi algılıyor o zaman?

    gül, duyu organı olmadığı için değil, duyuları değerlendirecek bir zihne sahip olmadığı için algılayamıyor güneşi. bense zihnim sayesinde varlıkları algılayabiliyorum. dış dünyadan gelen bilgiler, diyelim ışık, duyu organlarıma çarpıyor. orada bu uyarıyı alan hücreler uyarı ile orantılı olarak sinir atımlarına başlıyor, bu sinir atımları başka hücrelere ulaşıyor, onlardan başkalarına, onlardan da başkalarına derken, görme deneyimini yaşıyorum. ışığın bedenimin sınırında sonlanması ne garip; bundan sonraki tüm işlemler sinyal dönüşümü aslında. hey, ben ışığı değil de onun dönüştürülmüş temsillerini mi yaşıyorum?

    piyanonun sesi, mekanda bir titreşim halinde var olurken, bende sese dönüşüyor; ben bu titreşimi ses olarak temsil edenim çünkü. gülün kokusu, birkaç kimyasalın burundaki hücrelerimle girdiği reaksiyonun temsili, şekerin tadı da öyle. bir şeye dokunduğumda, bedenim ile dokunduğum cisim arasında oluşan mekanik gerilmenin bir temsilini yaşıyorum. tüm duyularımla, aslında gerçekliğin yeni bir temsilini kuruyorum: zihinsel temsil!

    o halde dışarıda aydınlık yok, dışarıda ses yok, koku, sıcaklık, lezzet yok. her şey benim içimde üretiliyor. ben güneşin aydınlattığı bir yolda yürür sanırken kendimi, mutlak karanlığın, mutlak sessizliğin içinde yürüyorum aslında. zombiyim ben! hatta belki de aynada gördüğüm yansımaya hiç benzemiyorum; bu benzerliği bana kim garanti edebilir ki? hatta hatta, dış dünya diye dediğim bir şey bile yok belki de; kendi içimde adım atıyor, kendi kendime dokunuyor, kendi tadıma bakıyorum... ışık dışarıda değil, kendi içimde. ben sadece kendimi yaşıyorum."
  • sendromunda deniliyor ki; bebekler solipsist olarak doğarlar, sadece kendilerini düşünür ve kendileriyle ilgilidirler. geliştikçe empati yapmayı öğrenirler.
    sosyalleşmenin bir uzlaşım kültürü olduğunu söylemeye paralel bir söylem.
    ancak, bir solipsistin solipsist olmayanla ya da daha doğru bir anlatımla, kendinden başkasıyla olgulara ilişkin bir pratikte anlaşmazlığı yoktur. solipsist, bir başkasının -varoluşuyla- kanıtladığı, inandığı, olumladığı (ya da kendine sebeplendirerek kanıtladığını, inandığını, olumladığını öne sürdüğü) bir gerçekliğin, bu ikisi arasında oluşturulan dildeki uzlaşımını reddeder -dili de ya da herhangi bir iletişimin olanaklığını da reddetmesi gerekmez mi? (gerekmediğini düşünmesini sağlayan, kendisinin sözkonusu dilin bir ucunda olmasını sağlayan çelişkili tasarımıdır.) başkasının gerçek'inin kendi algılamasında, tanımlamasında karşılığının olamayacağının; başkasının kırmızıyı kendisi gibi kırmızı olduğunu düşündüğünden-gördüğünden emin olmanın bir yolu bulunmadığını söylediği için "benim kırmızım benim kırmızıyı görme-tanımlamama aittir; seninki mırmızıdır, mırmızıyı görmeni sağlayan organik yapılanman nasıldır bilmiyorum ama ona göre tanımlamanda -tanımlama mantığını da bilmiyorum ama- ortaya çıkan sonuç seninkidir -seninkiliğin benimkilik dediğimin iyelik gramerindeki karşılığı olup olmadığından da emin olamayacağımı daha önce ima etmiştim sanırım." der.

    solipsism syndrome'a dair ya da etrafında bir film için de (bkz: waking life)
  • solipsizmin çürütülmesinin 'de facto' olanaklı olmadığı inanışı, solipsizmi tartışmanın bile gereksiz olduğu görüşü kadar batıldır. solipsizmin çürütülmesi ancak solipsistin öncüllerini ve önkabullerini onayladığınız takdirde olanaksızlaşabilir. solipsist kendi dayanaklarına döndüğünde bile bu felsefi tutumun sorunlarıyla yüzleşip "şimdi ve burada"nın tekilliğine sığınmak durumunda kalır. bu da 'solipsism of the present moment' dediğimiz uç pozisyondur. örneğin bellek veya imgelem, "ben"in geçmiş ya da gelecek varoluşuna dair güvenilir bir bilgi veremez, tüm duyum ve düşünceler ancak "şu anda" vardır. ancak bu pozisyonda bile "ben"in varlığı kendinden menkul, tözsel bir entiteymiş gibi kabul edilir. "ben" de tıpkı "şimdi" ve "burada" gibi kıyas kabul etmez, devinimsiz bir nesneye dönüşür. bu nesneler üzerine yapılan her akıl yürütme, her dile getirme edimi ise şimdi ve buradanın dolayımsızlığını yadsıyıp "ben"i mutlak bir suskunluğa ya da pervasız bir gevezeliğe mahkum eder.

    solipsizm yalnızca metodik bir araca indirgenemez. anlamlı bir ontolojik-epistemolojik pozisyondur. dolayısıyla, karşıt bir ontolojik-epistemolojik duruş açısından, varlığın solipsizmi değillemiyor olması, aklın da solipsizmi değilleyemeyeceği; aklın solipsizmi değilleyememesi, varlığın da değillemediği anlamlarına gelebilir. bu da ürkütücü bir ihtimaldir.
  • tam tersi bir görüşün de sistematik bir anımı tanımı olup olmadığını merak ettiğim fantastiskas. düşünüyorlar öyleyse varım, o şekilde varımcılık gibi. tanrı düşünmüş etmiş, ol demiş olmuş filan, bu değil.
    kendine yalan söyletmeye kadar varabiliyorsa, bunun dereceleri, ucu bucağı nedir, popülaritesi patolojisi nerededir, neresinden psikiyatriye bağlanır, kırk altı eder, düşünmeli.
  • bu öğretiyi savunan ünlüler için (bkz: tanrı)*

    esprisi bir yana bu düşünce kafanızı yorduğu zaman etrafınızdaki gerçekliği sorgulamanız kaçınılmazdır. algılanabilen herşeyin varlığının tek sebebi onları düşünebilmesi olarak tanımlayabilir olayı, solipsist kişi. bunu yaptığında ise içinden çıkılamayacak bir hal halır bu durum.

    örneğin ben çokca düşünüyorum, algıladıklarımın tek varolma sebebinin algılamam olduğunu. herşeyin kafamın içinde olan bitenden ibaret olduğu ihtimali de geliyor aklıma. şuna benzetilebilir: şizofren bir adam* var hayatı gayet normal*. beyni onu öyle bir yanıltıyor ki etrafındaki herşey bildiğin gerçek`:yalnızca beynin yarattığı ve dış etkenlerle birlikte yaratılan gerçekler`, ve dış etkenlerle birlikte varolan gerçek olgular ile beynin yarattığı aslında olmayan gerçeklerin birbiryleriyle etkileşimleri de yine beynin yarattığı eşsiz kurgudan dolayı yıllarca ortaya çıkmıyor. yani diyelim ki ben tek çocuğum ve şizofrenim, zihnim bana oyun oynamış ve küçük bir kardeşim olduğuna inanıyorum, akşam yemeklerinde o da annem ve babamla birlikte oturup tv izliyor, sohbet ediyor. zihnimin ona dair yarattığı herşeyin gerçekten farkı yok. hatta kardeşimin doğumundan ölümüne kadar tüm hatıralarım gerçekmiş gibi zihnimde. bu sanrılar ölümüme kadar pürüz olmadan sürüyor.

    insan beyninde böyle bir olay gerçekleşebiliyorsa, gerçek sandığımı sorgulamak veya kendimi herşeyin merkezine koymak çok abest kaçmıyor gibi geliyor zaman zaman. düşünen ve varolan tek şeyin ben olma ihtimali de şuradan geliyor ; varsa böyle bir ihtimal ve gerçeği sorgulayacaksam gerçekliğinden emin olduğum ne vücudumun varlığı, ne gördüklerim, ne işittiklerim vs. ancak düşünebildiğimden emin olabilirim. düşünüyorsam, algıladıklarım ben düşündüğüm için var ve bir başkasının düşündüğünden de emin olamam.
    bu işin düşünme kısmı ise -var ise böyle ihtimal- şöyle olmalı: varolan düşünürken düşündüğü herşeyin farkında değil, bu düşündükleri ona acı da verebilir haz da. bilinç altı istekleri gibi. bu son kısmı da olayı bir paradoksa dönüştürür ki, öğretiyi çürütmeye çalışanların her sorusuna her zaman bir cevabınız vardır.

    (bkz: düşünüyorum öyleyse varım)
    (bkz: bir şeyi çok istersen olur)
    (bkz: fenafillah)
    (bkz: enel hak)

    ayrıca: bu entrydeki tecrübeler tamamen hayal ürünüdür.*
  • berkeley bu öğretinin babası, descartes kayınçosudur gibi önermeler çoğunlukla kabul görmüş olsalar dahi i.ö.5.yy.da

    . hiçbir şey yoktur,
    . bir şey varsa bile bilinemez,
    . bilinse bile başkalarına bildirilemez.

    diye buyuran gorgias bu akımın gerçek babası olan tüpçü olarak hafızalarda yerini almıştır.
hesabın var mı? giriş yap