• ezgisi ve sözleri birbirini uçuran şarkılardan biridir. kaldırımlar adı ile tanıtıldığı veya dinlendiği durumlar da sözkonusudur. ama nihayi hal son sardunyalar şeklindedir.

    son sardunyalar
    söz: sezen aksu-yelda karataş
    beste: ara dinkjian

    ah o yazlık sinemalar, kapı önü akşamları
    saksıda son sardunyalar, avluda el yazmaları

    ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
    her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
    ah kaldırımlar biliyor, bi devir muhteşemdik
    güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik

    hem utangaç, hem hevesli mektepli sevgililerdik
    pek kırılgan pek acemi, bi söyler bin gülerdik
    hem utangaç, hem hevesli mektepli sevgililerdik
    pek kırılgan pek acemi, bi söyler bin gülerdik

    o pürtelaş piyasalar, ilk sevda ilk gözyaşları
    yolları hep gurbete bağlar, ah o gönül şarkıları
  • bu sarki basli basina di li gecmis zaman acisidir.
  • pek kırılgan, pek acemi olmayı hala üstlerinden atamayanların uzaklara dalarak dinlediği sezen aksu şarkısı.
  • sezen aksu'nun farkına varılmayan şarkılarından biri. her dinleyişimde gözümün önünde trafik kazasında ölen en yakın arkadaşımı anar, ağlarım. toprağın bol bolsun ebru ve sen çok yaşa sezen
  • bu sarki hayatimda gordugum en mutlu fotografi, hepsi birbirinden guzel birkac "liseli"nin uzun sure once cektirdigi sarimsi bir fotografi animsatiyor bana, herkesin gulumsedigi ve hakkaten kaldirimlar biliyor, tam anlamiyla muhtesem oldugumuz bi donemin, bir soyleyip bin gulmek, ayni anda hem "guz gunesinden huzunlu" hem "ilk yazdan sen olmak" gibi kabiliyetlere hala sahip oldugumuz bi donemin film seridini getiriyor onume, sararmis, artik bazi yerlerinde takilip duran ama hep ya kikir kikir gulen ya hungur hungur aglayan hayat dolu acayip insanlarin gorundugu bi film.. simdi o insanlarin hepsinin bir araya gelmesi icin yaz olmasi falan gerekiyor illa mesela, uzaktakilerin donmesi, islerin ayarlanmasi gerekiyor, her sey cok zorlasti, gercekten cok zor artik eskiden oldugu gibi aklina esince sarilmak birilerine, halbuki o zamanlar bir teneffus ziline bakardi toplanmamiz, ne yalan soyleyeyim hep oyle gidecek sandim ben de, simdi o fotografta bi goz kisilmis sapsal sapsal gulen suratima bakip "salak.." diyorum, bu sarki "hep boyle gidecek" sandigimiz her sey icin gelsin madem simdi, soguk bir grenoble aksamini daha boyle huzunlu bi sekilde surdurmus olayim..

    http://img26.imageshack.us/…1248/sonsardunyalar.jpg ... :)
  • kimsenin ölmemiş olduğu bir ana ait şarkı. hanımeli kokusu içinde oturulan o yaz akşamını burnunda tüttürüyor. o anıları yaşamış olduğuna sevinse mi, kaybettiğine üzülse mi insan, bilemiyor. o masumluğu bir daha asla yakalayamayacağını bilmekse, işte o, o var ya o çok acıtıyor.

    ahh ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık!
  • “bu son nefesim.” diyerek bitirmediğim her sigaramın arkasından bir tane daha yakmak zorunda kalıyorum. kül tablasında unutup da kendiliğinden sönen sigaraları içilmiş saymıyorum. ben, yine bu sebeple, ikinci sigaramı yakarken o odaya girdi. akşamdan beri ilk kez kafamı çevirip baktım. yüzüne değil de, boşluğa bakar gibi… üzerinde geçen yaz eteğine döktüğüm kahveyle lekelediğim maksi elbisesi vardı. hatıralarımla veda etmek istediğini anlamak benim için pek de zor olmadı. onu izlemeyi bırakıp yüzümü tekrar cama döndüm.

    başka bir hayat yaşamaya karar verdiğinden habersizdim dün akşama kadar. yemek yerken yeni planlarından bahsetmeye başladığında şaşırmayı bile beceremedim. ben bitmeyen bir hayatı birlikte yaşayacağımızı düşünürken o, içinde beni barındırmayan hayallerin başkahramanı ilan etmiş kendini meğer. kızmaya hakkım olsa bile kızamayacağımı bildiğinden mi bilinmez, sükûnetle anlattı bana bundan sonra yapmak istediklerini. anlatırken yemek yemeğe devam ederek cümlelerinin çok da önemli olmadığına inandırmaya çalışıyordu beni. bağırıp çağırsam, masayı devirip onu evden kovsam rahatlayacaktı aslında, ama bunu yapmayacağımı biliyordu. bu yüzden omzundaki yük daha da artıyor; sakinliğime ayak uydurmaya, canımı yakmamaya gayret ederek içini rahatlatmaya çalışıyordu. ben sustukça kendini daha da suçlu hissettiğini gözlerinden okuyordum.

    “yarın akşam, bu sofraya yalnız oturacaksın” dediğinde çatalı tabağın soluna, bıçağıysa sağına yaslayıp ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturdu. bana değil, salatanın suyunda yüzen yağ baloncuklarına bakıyordu. tek kelime etmeden sofradan kalktım. dizimdeki peçeteyi masaya fırlatmam bile onun bir nebze olsun rahatlatacakken ben tibetli bir rahip dinginliğinde hareket ediyordum. amacım daha çok acı çekmesini sağlamak değildi, sadece başka türlü tepki vermek gelmiyordu içimden.

    o gözlerini bana yönelttiğinde ben sırtım ona dönük bir şekilde cama bakan koltuğa oturdum. kafamı çevirirsem gözyaşlarında suretimi göreceğimi bildiğimden, onu görüş alanımdan çıkarmak daha iyi bir fikirmiş gibi gelmişti o an. sabaha kadar kalkmadım yerimden, o eşyalarını toplamaya başladığında bile. ki, buna kırıldığını biliyorum. hala bana kırılma hakkını kendinde görebildiğini de…

    oda güneşin ışığıyla, kül tablası ile izmaritle dolduğunda ben hala tek kelime etmemişken. o eşyalarıyla beraber gözyaşlarını da bavuluna doldurmuştu. istediği şeyi yapan biri neden ağlar hala anlayabilmiş değilim. ben, hiçbir şeyi anlamlandıramadığımdan soru dahi soramazken o, istediği şeyi yaptığını halde nasıl oluyor da ağlayabiliyordu. “istediğin gitmekse neden benim karşı koymamı bekliyorsun ki?” diyemedim, demek istemedim. suskunluğumun daha sonraları, içki sofralarında “keşke”lerle süslenerek anlatacağım bir pişmanlık sebebine dönüşeceğini bilerek ağzımı sadece sigaramdan bir nefes için açmaya devam ettim. o kadar kırgındım ki, kendi sesimle bile tuzla buz olabilirdim.

    kül tablasında unuttuğumdan kendi kendine sönen sigarayı içilmiş sayamadığımdan, ikinci sigaramı yakarken o odaya girdi. akşamdan beri ilk kez kafamı çevirip baktım. yüzüne değil de, boşluğa bakar gibi… üzerinde geçen yaz eteğine döktüğüm kahveyle lekelediğim maksi elbisesi vardı. hatıralarımla veda etmek istediğini anlamak benim için pek de zor olmadı. onu izlemeyi bırakıp yüzümü tekrar cama döndüm.

    - akşamdan beri hiç konuşmadın, şimdi de konuşma lütfen. konuşursan gidemeyebilirim ve hayallerimin yarım kalmasını sevmem bilirsin.
    - …
    - eşyalarımı aldım. benden bir şey kaldıysa ve seni rahatsız ederse atabilirsin. sadece sardunyalarıma sahip çık lütfen. iki günde bir sulaman yeterli olur. tek istediğim bu. kendine iyi bak.

    ağzından son çıkan kelimenin ardından birkaç dakika sonra duyduğum kapı sesiyle beraber gözlerimin kinini kusmasına engel olamadım. kırıklarımı sükûnetimle sarmaya çalışırken, içimdeki öfkeyi görmezden gelmişim meğer. hışımla yerimden kalkıp elime geçen ne varsa etrafa fırlatmaya başladım. biblo, vazo, saat, bardak, sandalye… en sonundan yorgun düşüp olduğum yere, dizlerimin üzerine yığıldım. gözyaşlarım akmaya devam ettiği halde artık sesim çıkmıyordu. çıkamıyordu.

    ne kadar süre sonra bilmiyorum, ayağa kalkacak gücü kendimde bulduğum zaman, terasa çıktım. yan dairenin terasıyla bizimkinin ayıran taş kaplamalı duvara yaslı, ince ve uzun bir masanın üzerine dizili renk renk çiçekli sardunyalara baktım. en çok sakız olanları severdi. aklımdan geçen önce sakız sardunyalardan başlayarak hepsini parçalamak olsa da yapamayacağımı biliyordum. hatırlattıklarına rağmen onlarla yaşamaya alışacaktım. götürdüklerine rağmen onsuz yaşamaya alışacağım gibi…

    _______________ _ _______________

    kül tablasında unuttuğumdan kendi kendine sönen sigarayı içilmiş sayamadığımdan yaktığım ikinci sigarayı, son nefesini çektikten sonra söndürdüm. cama bakan koltuğumda oturuyordum ve camın hemen arkası terastı. bu evi sırf bu terasa hayran olduğu için almıştık. “sardunyalar dikeriz saksılara. akşamları da geçer kahve içeriz senle karşılıklı burada” diye kandırdı beni. benim kanmaya hazır olduğumu biliyordu da gerçi. bilmediği, bu terasta, o sardunyaların arasında öleceğiydi.

    bundan birkaç yaz önce, serin esintilerle rahatlayan sıcak bir akşamüzerinde, ben yeni kalktığımız sofrayı toplayıp gene bu koltuğu kurulmuştum, o sardunyaları suluyordu. “bol güneş görmezse ölürler. bu yüzden terasın bu tarafı cennet bunlar için. baksana nasıl açtılar” diye anlatıyordu bana çiçeklerini yumuşacık sesiyle. ben, yüzümde huzurlu bir tebessümle, hayran hayran dinliyordum onu, gözlerim sardunyaların yapraklarında ve çiçeklerinde gezen narin ellerinde. üzerinde geçen yaz kahve dökerek lekelediğim maksi elbisesi vardı. eteklerinde benden bir iz var diye giyiyordu bu elbiseyi hala, o koca lekeye rağmen. sonra birden, hiçbir şey yokken, sigaraya uzanmak için gözümü onun üzerinden çektiğim kısacık bir anda olduğu yere yığılıp kaldı. hastaneye giderken ambulansta “beni yalnız bırakma” diye ona yalvarırken kısık bir sesle, kesik kesik “sardunyalarım seninle kalacak” dedi.

    hastaneden eve tek döndüğüm o günden sonra, kabullenemediğim ölümünün acısını azaltmak için durumumu iyileştirmek yerine, hayatımın işleyişini daha kötüye sürüklemeyi seçtim. ne kadar acı çekersem onun acısını o kadar az hissederdim diye düşünüyordum. acımı başka acılarla bastıramadığım zamanlarda ise kendimi kandırma yöntemini kullanmaya başladım. her akşam farklı bir ayrılık hikâyesi yazdım ona. beni, ölerek terk etmeyi ona yakıştıramadığımdan kendime yeni yeni anılar yazdım her akşam. kimi zaman beni aldatmasına izin verdim hayallerimde, kimi zaman ben onu aldattım beni bırakıp gitsin diye. ölüm, o kadar çirkindi ki bir ayrılık nedeni olarak, hayallerimle durumu düzeltebilirim sandım. yanılmışım. her akşam yeni anıların eskilerini silemediğini akan gözyaşlarımın şahitliğinde teyit ettim. ama denemekten vazgeçmedim…

    son sardunyalar da soluncaya kadar, her gün yeni bir hayal kuracağıma dair sözüm var kendime. son sardunya, son yaprağını da yitirdiği gün benim de köklerim kuruyacak, deli esen ilk rüzgârla kendi saksımdan başka bir yere uçacaktım. söz verdim. hem kendime, hem ona…

    son sardunyalar, benim kurtarıcım olacak. onlar ölünce biz yeniden doğacağız...
  • naifliğin ön sözüdür.
    göğe bakan heveslerin, kanı deli gençliğin,
    yakası açılmamış öpüşlerin, dörtnala sevişlerin yaprak dökümü,
    özlemekle dolu mazinin kapı önüdür.
  • direnişin şarkısıdır, keşke şarkının sahibi de gerektiği kadar yanımızda durabilseydi, işte o zaman bu kahraman çocuklar kendilerini daha çok hissedecek idi.

    ah ne kahraman ne cesur, ne güzel çocuklardık
    her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık
    ah kaldırımlar biliyor, bi devir muhteşemdik
    güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik

    kahraman ve cesur tüm kardeşlerime armağan ettiğim şarkıdır.
  • şarkı mıymış? hiç bilmiyordum. umarım sözlük beni bağışlar.
    ben de balkonda son baharını yaşayan sardunyalarıma neredeyse ağıt yakacağım. başlığı görünce şaşkınlıkla karışık bir sevinç duydum; bir an herkesin son sardunyalar için benimle aynı duyguları yaşadığını düşündüm.
    fakat sonra "ne fark eder ki" dedim, ha şarkı, ha balkondaki son sardunyalar.. şarkı da biten ve olmayanlara özlemi anlatıyor; son sardunyalar son bile değil, yok.

    akdeniz sardunyaları yerini hollanda menşeli sardunyalara bıraktı bırakalı, sardunyalar 35 derece temmuz sıcağında değil de, mayıs- haziran, eylül-aralık aylarının görece serin havalarında mutlular. artık son çiçekleri, inadına en güzel çiçekleri.
    bu kışı çıkaramayacaklar, çoğu ölmüş olacak ama onlar hallerinden memnun, neşeli, bugünü yaşıyorlar. ya da ben öyle yakıştırıyorum.
    aklıma kış halleri geliyor, çırılçıplak hayatta kalma gayretleri. birden aylarca evden çıkamayacağımı hatırlıyorum, müebbetteyim, 13. katta yeşil ve çiçekten muaf.. bu kış her yerde hayatta kalma savaşı var, sardunyalarla kaderimiz aynı. bir ağlama arzusu tebelleş oluyor.

    "damla damla oluşuyor hayat
    ölüm kımıl kımıl
    duymak kolay
    anlatmak değil...." **
hesabın var mı? giriş yap