• "ps. do you ever wish that you could breathe under water?"

    "always"
  • londrada yasam
  • suraya hakkinda iki satir yazmak istesem de neresinden tutacagimi bilemedigim bir film. hermeneuticlerim dagildi, tüme varmak yalan oldu. olsa olsa, "aha film de bir de hani sey diyor ya" diyebilirim veya çekimlerden, dekorlardan, karakterlere yaklasimdan bahsedebilirim (bkz: apatetik). o da yeterince yapilmis.

    yalniz blanchett söz konusu oldugunda hep ayni sey gerçeklesmekte. frank bi filmi içinde blanchett oldugunu bile bile izlemekte, lakin blanchett'in çiktigi sahnelere gelince, "hmm ne güzel hatun lem" demekte, ve film bittiginde "sanirim o hatun piyasada patlayacak" diye tespitlerde bulunmakta. sonra "tabii yaa, blanchett oydu di miiii" diye jetonu eline almaktadir.

    willem dafoe'un da kapiciya benzemesi için aksan degistirip mazlum bir ifade takinmasi yetiyormus, ki adamin bir zamanlar isa'yi oynadigina inanmak na mümkün. owen wilson'un da tane tane konusmasi sürekli diyaloglari geri aldiriyor, "lem ne güzel dedin, bi daha de" diye.

    bakin moron ötesi bir entry oldu, zor bu filmi konusmak. belki de belafonte mürettebatindan biri kadar anlam ifade etti söylediklerim.
  • filmde seu jorge adli arkadisimiz bilindigi uzere david bowie sarkilari (ki sarkilar starman, rebel rebel, rock n roll suicide, five years ve life on mars, soundtrack'te david bowie'nin kendi sesiyle life on mars ve queen bitch de ikamet ediyorlar) yorumluyor; boylelikle seu jorge gitariyla usul usul sarki soylerken/mirildanirken wes anderson belafonte'den marcel camus'nun orfeu negro'suna sinyal gonderdigini soylemek sanirim yanlis olmayacaktır.

    ayrica criterion collection surumu dvdsinde seu jorge performanslarinin tumunu izlemek mumkun olacakmis, hos.
  • cok enteresan diyaloglari muhtevasinda barindiran filmdir..

    --- spoiler ---
    jane (karnindaki bebekten bahseder): - 12 yil icinde 11.5 yasinda olacak.
    zissou: - bu benim en sevdigim yas.
    --- spoiler ---
  • filmin senaryosundan bağımsız olarak , sadece filmdeki her karakterin birbiri ile olan ilişkisine yoğunlaşınca bile ek hikayeler çıkaran ama insana yorum yapma şansını vermeyecek kadar muhteşem olan, harika müziklerle çevrili bir film.
  • iki wes anderson oldugu yolundaki teoriyi biraz daha ileri götürelim:

    iki wes anderson var; birisi max fisher, royal tenenbaum, steve zissou. bu wes anderson karşısındakini yeni yeni numaralarla tavlamaya çalışıyor, dahiyane buluşlarla, tatlı dille ve orjinal bir dünyayla. aynen o karakterler gibi. sevgiyi kazanma yolu, yaptıkları.

    bir de şu depresif wen anderson var; herman blume, richie tenenbaum, ned plympton.

    wes anderson'ın filmleri esasen bu çatışmadan oluşuyor. daha dışadönük ve başarılı karakterler, hayatla daha rahat bağ kuran ama bir kriz dönemindeki karakterler ile onlardan daha derinlikli olan ama onların hayata bağlılığını arayan ve hepsi de bir yudum sevgi pesinde kosturan karakterler.

    wes anderson'ın sinemacılığı da bu çatışmadan kurulu. bazen max fisher gibi, steve zissou gibi gösteriş yapıyor, şaşkınlık verici, yaratıcı bir dünyayla izleyenini tavlıyor. ama bunun yanında, o renkli dünyanın içinde dolaşan yalnız ve mutsuz insanlar sunuyor, o insanlara mutlu olma imkanı sunuyor, onların hikayesini anlatıyor. ilgilendiğimiz onlar açıkçası.

    life aquatic'in sorunu, çok fazla steve, çok az ned olması. steve'in tüm film boyunca ned'i domine etmeye çalışması gibi, wes anderson'ın steve tarafı da numaralarıyla, buluşlarıyla filmi domine ediyor, ned'in hikayesini dinleyemez oluyoruz.

    bunun seyirci üzerindeki etkisi ise, onca sene royal tarafından sömürülmüş o yüzden sabırları taşmış çocukları; max fisher tarafından tavlanmaya çalışan kadının bir süre sonra bıkması gibi. kimse bu kadar çocuksuluktan, insanın suratına vurur gibi yapılan şovlardan hoşlanmaz, biraz daha olgunluk ister.
  • yönetmenin ciddi ciddi cousteau'ya kıl olduğunu düşündüğüm ama sebebini çıkaramadığım, kendine has, insanı ağırdan kavrayan ve zor terk eden bir espri anlayışı yakalamış film. yönetmen filmin sonunda cousteau'yla alıp veremediği olmadığını ifade etse de ben yutmadım. hatta steve zisou'nun oğlu olduğunu sanan şahsın yönetmeni simgeleyip simgelemediğini düşünüp duruyorum.
  • daha ilk dakikasından itibaren insanın içine kocaman bir sıcaklık yayan bir film bu. albino yunusları, cousteau bereleri, jaguar köpekbalıkları, üç ayaklı cody, david bowie şarkılarının portekizce versiyonları, adidas zissou, sigur ros, kostümleri, korsanlardan rehine kurtarma sahnesi... ve daha niceleri ile. rengarenk. gerek insan ilişkilerine bakışı, gerekse olaylara eleştirel yaklaşımı ile abzürtlük ile sarmalanmış ama mizahın dozunu da mantıklı bir şekilde koymayı ihmal etmemiş muhteşem bir film.
  • bill murray'in artık kenan ışık'a teklif edilecek rollerde oynayabileceğini bize gösteren filmdir.
    saçı, sakalı ve tipiyle kocamış bir murray görmek doktor peter venkman'ın hınzır tavırlarını hatırlayanlara yaşlanmışlık duygusunu yaşatsa da hala bu adamda iş olduğunu görmek insanı mutlu ediyor.
    sonlarına doğru, final kısmına gelindiğinde, olayları bağlama isteği artan anderson'un filmin iki ayağını bir pabuca sokması rahatsız edici olsa da o tuhaf royal tenenbaum havasını daha önce ciğerlerine çekenler için pek bir huzursuzluk kaynağı olmuyor..
    oyuncu seçimlerinin kalitesine dil uzatacak biri olamayacağına inandığım için ne oyuncu seçimine ne de seçilen oyuncuların performansı hakkında ağzımı açmayacağım; herifler ve bayanlar(kibar olmak lazım) bayağı bir iş çıkarmışlar ayrı ayrı. bu konuda illa bir eleştiri getirilecekse jeff goldblum'a doyurtmayan senaryo yazarına sallamak gerekir.
    izlenmesi her anderson filmi gibi çaba isteyen, renkli bir belgesel tadındaki bu filmi izlemek kafanızı rahatça boşaltır. boşalan yere ne koyacağınız ise size kalır.
hesabın var mı? giriş yap