• aşırı sürükleyici bir kitap. yaklaşık 600 sayfa ama hemen her yerinde büyük bir merakla ilerliyor. okurken hakkında hiçbir bilgim olmamasına rağmen kesinlikle görsel bir versiyonu yapılmalı diyerek okudum.

    --- spoiler ---
    bir grup genç ve iki cinayet var. ancak kitabın meselesi cinayet gibi değil. ayrıca olan ne kadar "kötü" şey varsa hiç tiksinme uyandırmadı bende. polisiyeden ziyade psikolojik olduğu gibi bir savım da olacak ama... türüne karar veremedim :/ kitaplarda da spoiler vermeyi hiç sevmem böyle kapatayım burayı :/

    --- spoiler ---

    belli ki epey araştırma yapılmış yazılırken. ancak edebi yanı değil aksiyonun sürekliliği, olay zincirinde aksaklığın olmaması, mantığı zorlayan saçma sapan bağlantılı olayların olmaması, farklı sayılabilir kafa yapısının, ruh halinin betimi gibi faktörler dikkati çekiyor. kapağını kapatınca kitapla ilgili insanın aklında kalacak olanlarsa maalesef bazı olaylar. edebi yanı biraz daha fazla olsaydı *, pek çok insanın başucu kitabı olabilirdi.
  • donna tartt'in kitabidir; middlebury college 'a benzer bir yerde gecer. classics okuyan bes ogrencinin karistigi cinayet hakkindadir, kitabi bitirmeden uyumaniz zordur.
  • kitabı bana ödünç veren arkadaşımın tanımıyla "entellektüellerin okurken kendilerini kötü hissetmemelerini sağlayacak bir bestseller gerilim"dir bu kitap. lakin, kitabı okurken karşılaşmayı ümit ettiğim ölçüde antik yunan kültürü ve edebiyatı referanslarıyla karşılaşmadığımı da belirtmem gerek.

    filmi yapılacak mı bilmiyorum (imdb'de konuyla ilgili herhangi bir şey bulamadım) ama yazılırken böyle bir olasılık göz önüne alınmış gibi duruyor. malumunuz, hollywood sineması bazı kalıpları çok sever... örneğin, amerika'nın güneyinde yaşayan ve "redneck" tabir ettikleri şahıslara karşı duydukları korku pek çok filme konu olmuştur (en son olarak bkz house of wax... bu korkuyu tiye alan bir film için bkz cabin feverklasik örneklerden biri için bkz 2000 maniacs).

    hollywood'da son yıllarda özellikle çok sık rastladığımız temalardan biri de, lise ve üniversite gençliğinin aslında ne kadar korkunç, etik değerlerden yoksun, ölümcül varlıklar olabileceği üzerinde dönüyor. yine bir uyarlama olan cruel intentions, the hole, gossip vb filmler benzeri konuları işliyorlar.
    --- spoiler ---
    gizli tarih de bu kategori içinde anılabilecek bir kitap. ayrıca, amerika'nın kültür merkezlerinde yaşayanların taşraya ve taşralılara karşı duydukları korkuyu tersine çeviren bir tarafı olduğu da söylenebilir. anlatıcı richard'ın birkaç yerde arkadaş grubunun bazı üyeleri tarafından "taşralı" aksanı yüzünden alaya maruz kaldığını görüyoruz ve çoğu zaman, richard bu "soğuk, duygusuz" insanlarla ne işi olduğunu merak ediyor, sıklıkla onların soğukluğu karşısında şaşkınlığını dile getiriyor. bu insanlar daha sofistike katiller.
    --- spoiler ---
    sonuç olarak hızlı bir şekilde okuduğum, yer yer beğendiğim, fakat büyük ihtimalle seneler sonra dönüp baktığımda birkaç ayrıntı dışında hakkında hiçbir şey hatırlamayacağım bir kitap olduğunu söyleyebilirim.
  • donna tart'ın bu kitabını tek bir cümle ile anlatsam o da henry karakterinin platon'dan alıntıladığı şu cümle olurdu çünkü bu kitap da öyle bir sanat eseri: "ceset gibi gerçekte görmesi rahatsız edici şeyler sanat eserlerinde bakmaya doyulamayacak manzaralara dönüşebilir." kitabın, size zihinsel ve ruhsal verecegi zevklerin yanında anlatacağı hikaye ve olaylar işin içine girince ,bu rahatsız edici şeylerin nasıl enfes manzaraya dönüştüğünü göreceksiniz. ama bu bizim yani okuyucu açısından böyle büyüleyici, yoksa kendini bu olayların ortasında bulan baş karakterimiz richard için kesinlikle aynısı söylenemez,en azından sonraları...çünkü richard en başından beri bir yere,bir gruba ait olma arzusu taşıyordu,hepimiz gibi. ama buna asla ulaşamadı.ulaştığını sandığı anlarda bile,hem zihinsel hem bedensel olarak hep dışlandı. oysa şimdi hala düşlerinde onlarla beraber francis'in kır evinde geçirdiği o sessiz,güneşli,uykulu ve hafif zamanları düşlüyor.
    "şimdi geriye dönüp bakınca burada,tam da bu evde bana tamamen yabancı olmayı bırakıp,ilk defa asıl oldukları parlak benlikleriyle görünmeye başlamışlardı." bu evde geçen bölümler gerçekten ışıl ışıl bir yaz ve okuyucu için kıskanılası bir aitlik hissi uyandırıyor, okuduğum kitapların içinde en sevdiğim ve unutamadığım sayfalardır. ve sonra kış geliyor:
    "gökyüzünün kurşun rengine bürünüp bulutların adeta birbirleriyle yarışa tutuştukları bunun gibi soğuk günlerde,kütüphaneden dışarı çıkmaz,ısınmak için kocaman ateşler yakardık.yapraklarını döken söğütler iskelet parmaklar misali pencerelerin camlarını tıklatırdı."

    "bu çıldırtıcı benliği bütünüyle nasıl kaybedebiliriz peki ?(sarhoş olma?) aşkla mı ? sofokles'in dediği gibi, aşkın acımasız ve korkunç bir efendi olduğunu herkes bilir. insan başka birisi uğruna kendini kaybeder ama bunu yaparak tanrıların en hercaisine çaresizce kul köle olur."

    "daha önce görmediğin bir şeyin farkına varmanın şoku,insanın yaşayabileceği en korkunç şoklardan biridir." bu söz kesinlikle bunny'yi anlatıyor. hani yeni tanıdığınız veya hep tanıdığınızı sandığınız birinin bir anlık maskesi kayar ve sizi yaralayacak veyahut başkasını alçaltacak bir şeyi, kimsenin söylemeye vicdanı ve ahlaki yetmeyecek şekilde söyler veya yapar ya ,bu bir anlıktır ama siz yakalamış veya hissetmişsinizdir,işte bu o şok. ve bunu asla unutmayacaksınızdır. ama bu o kişinin ölmesini/öldürülmesini gerektirmez (mi?).

    felsefeden,edebiyattan ,tarihten ve mitolojiden bunlar gibi düşündürücü ve güzel konuşmalar ve alıntılar bulacağınız ve benim de en sevdiğim tür olan dark akademia romanı. kitabın gerilim dolu ve gizemli konusundan ayrı olarak, okurken kendinizi entelektüel ve kafa dengi biri ile sohbet eder gibi hissedecek ve kendi içinizdeki gizli kalmış olan düşünme ve araştırma dehlizlerinde kaybolacaksınız.

    ayrıca kitapta ölüm,güzellik, dehşet ve yaşama arzusu arasındaki ilişkiyi ve hayatımızın anlamını anlamamızı sağlayan söyle çıkarım yapabileceğim bir bölüm var okuyunca anlayacaksınız: ölüm güzelliğin anasıdır. güzellik ve dehşet aynı şeydir,çünkü güzellik karşısında dehşete düşünce, elimiz kolumuz bağlanır güçsüz kalırız. ve ölüme mecbur kalırız veyahut yeğleriz. o zaman arzu nedir ? biz güzelliği arzu etmez miyiz? ama güzellik ve arzu aynı değildir. çünkü arzu güçtür, uzak olan güzelliği yakında ve bizim olsun isteriz. yani güzellikte dehşet yitince,ölüme boyun eğmek yerine, arzu oluşur. peki o zaman en büyük arzumuz nedir ? yaşamak, sonsuza dek yaşamak.
  • fena bir kitap değil. özellikle bohem üniversite öğrencisinin yaşadığı sınırsız özgürlük sanrısını gayet doğru yansıttığını düşünüyorum romanın. öykü süresince gerçekleşen bir çok şey, sanırım ben de böye yapardım diyerek empati kurabileceğiniz şeyler. hasılı tavsiye edilir. 3-4 günde okunup bitecek bir eser. gerçi biraz iç karartıcı ama güneşli havada okursanız dengeler.
  • the goldfinch'i okuyup da beğenen suserlerin dönüp bakacağı kitaptır; leziz, keyifli, düşündürücü bir okumadır. orhan pamuk okunmaktan zevk alıyorsanız bu kitap da tavsiye edilir.
  • lan ne güzel üniversiteli gençlik hikayesi, partiler, grek kültürü, apollonlar falan gidiyordu kitap ne ara sıfırbir adanaya bağladı ben de anlamadım.

    sardı, sarıyo...
  • tumblr’da çooook uzun yıllar boyunca bahsedildiğine tanık olduğum bir kitaptı the secret history. bir ara remzi kitabevi tarafından türkçeye çevrilse de piyasada asla bulunamıyordu, sanırım istesem bir şekilde orijinal kitabın e-book versiyonuna ulaşıp okuyabilirdim ama felsefi temaların, değişik terimlerin çok olması gözümü korkuttu, okusam da anlamayacağımdan endişelendim, ingilizcesini okumadım.

    sonra 2018 yılında pegasus yayınları tarafından nihayet yeniden türkçeye çevrildi ama bu sefer de ben tamı tamına elli beş lira olması yüzünden alamadım. (öğrenciyim…) ama karantina döneminde hem indirimli bulmam hem de bol bol boş vaktimin olması sebebiyle bu meşhur “dark academia” kitabını nihayet okuyabildim.

    bu epey gereksiz girizgahtan sonra nihayet yorumlamaya geçiyorum. alıntıların hemen hemen hepsi ingilizce olacağı için şimdiden affola, kitabın fiziksel kopyası şu an elimde değil, ben de mecburen goodreads kullandım.

    --- major spoilers ---

    “sanırım hayatımın bir döneminde anlatacak çok fazla hikayem olabilirdi. ama şimdi anlatabileceğim tek hikaye bu.”

    kitabımızın ana karakteri ve ironik bir şekilde hakkında en az şey bildiğimiz kişi richard papen, kitabın girişinde topluca işledikleri bir cinayeti soğukkanlı bir biçimde özetledikten sonra bu cümleyi kuruyor.

    richard california’da küçük bir kasabada doğup büyümüş, yaşadığı yeri de asla sevip benimseyememiş biri. bunda ona hayatı boyunca bir yabancıymış gibi davranan ebeveynlerinin de payı epey büyük. richard onlar için ha var ha yok kıvamında biri, hatta zaman zaman mantıksız öfkelerinin hedefi. bir gün richard kendi halinde televizyon izlerken babası çileden çıkmış bir halde “kendini hepimizden üstün mü görüyorsun?” diye sormuş mesela. bu tarz bir ilişkileri var. kitabın ortalarında richard az kalsın hipotermiden ölecekken bile ebeveynlerini aklından geçirmiyor. o evden uzaklaşabilmek için önce çok kısa süren bir tıp eğitimi alıyor, sonra bunun ona göre olmadığına karar verip daha sanatsal bir şeyler okumak için evinden epey uzaktaki hampden koleji’ne gidiyor ve asıl hikayemiz burada başlıyor.

    hampden koleji’nde antik yunan edebiyatı dersleri veren julian morrow adında bir profesör var. julian ilk başta richard’ın pek ilgisini çekmiyor ama sonra öğreniyor ki julian inanılmaz derecede elitist bir adam, koskoca kolejde eliyle seçtiği sadece beş tane öğrenciye öğretmenlik yapıyor ve öğrencilerinin onun verdiği derslerden hariç başka dersleri alma şansı yok, çünkü onlar üzerinde tam kontrol sağlamak istiyor. öğrencileri de ikizler charles ve camilla, henry, francis ve bunny. richard da yeterince yunanca bildiği için julian’ın sınıfına geçmenin kolay olacağını düşünüyor ama julian onu kibar bir dille reddediyor, çünkü richard julian’ın diğer öğrencileri gibi zengin, aristokrat ve şık değil. dediğim gibi, julian oldukça elitist bir adam.

    bu noktadan sonra julian’ın sınıfına girmek richard için bir takıntı haline geliyor.

    kolejde adım attığı her yerde julian’ın sınıfından öğrencilerin hayatlarından ufak ufak kesitler görüyor: francis kapının kenarına diz çöküp kedi seviyor, henry pahalı sigara dumanıyla richard’ın tam yanından geçiyor, ikizleri yan yana yürürken görüyor… sonunda bir gün bu grup kütüphanede bir çeviri ile uğraşırken richard sanki tesadüfen kulak misafiri olmuş gibi masumane bir gramer önerisinde bulununca biraz çekişmeden sonra nihayet amacına ulaşıyor ve julian’ın sınıfına giriyor.

    bu anlattıklarım kitabın daha “aydınlık” kısımları ama buraları okurken kafamda o kadar fazla kırmızı alarm oluşmuştu ki… richard’ın ebeveynleriyle ilişkisini anlatırken kendi soğukluğunun payından bahsetmemişim. richard ne kadar “yeteri kadar” yakışıklı ve karizmatik olsa da bugüne kadar asla yakın bir dostu veya ciddi bir sevgilisi olmamış. kitaptaki tiradlarının birinde “i felt my existence was tainted, in some subtle but essential way.” diyerek kendisi de bu durumu kabulleniyor zaten. işte tam da bu yüzden richard bir arkadaş grubunun değil de bir "kült"ün içine düştüğünü idrak edemiyor, ya da böyle bir şeye o kadar ihtiyaç duyuyor ki umursamıyor. bu beşli grup richard’a karşı o sanki evcil hayvanlarıymış gibi bir tip “sahiplenme” hissetse de (richard’ın diğer öğrencilerle kaynaşmak için gittiği sıradan bir kolej partisini basıp richard’ı hafta sonu için francis’in kır evine götürüyorlar mesela, çünkü böyle “ucuz” partilere gitmek julian’ın öğrencilerine yakışmaz) aynı zamanda onu asla tam olarak içlerine almıyorlar, işler en son raddeye varana kadar ona bir şey açıklama ihtiyacı hissetmiyorlar. dediğim gibi, richard onlar için evcil hayvan gibi bir şey.

    kitabın dönüm noktaları da iki cinayet. biri bilinçli, diğeri ise bilinçsiz işlenmiş. şimdi biraz da karakterlerden bahsetmek istiyorum.

    richard papen: hayatımda okuduğum en “unreliable narrator” olduğu için hakkında gerçekten çok fazla bir şey bildiğimi iddia edemem. richard ile ilgili emin olduğum tek bir şey varsa o da henry’ye duyduğu hayranlıktan (saplantıdan?) dolayı olayları bize biraz çarpıtarak aktardığı, o yüzden belki de kitabın bazı bölümlerinde “gerçekten” ne olduğunu bilmiyoruz. cinayetlerden sonra kendine “coping mechanism” olarak seçtiği “bu grupla bir daha yollarımız ayrılmayacak, bir daha yalnız kalmayacağım” düşüncesinin yerini kısa zamanda tiksinti ve bunaltıya bıraktığı satırları okumak, kitabın başındaki richard ve sonundaki richard arasındaki farkı anlamak açısından çok iyidi.

    “without warning i had a vision of francis – twenty years later, fifty years, in a wheelchair. and of myself – older, too, sitting around with him in some smoky room, the two of us repeating this exchange for the thousandth time. at one time i had liked the idea, that the act, at least, had bound us together; we were not ordinary friends, but friends till-death-do-us-part. this thought had been my only comfort in the aftermath of bunny’s death. now it made me sick, knowing there was no way out. i was stuck with them, with all of them, for good.”

    çok geç de olsa bunny’yi öldürmelerinin ağırlığını hissedip dehşete düşmesi içinde “insan”a dair bir şeyler olduğuna bir işaretti bence. kompleks bir karakter olduğu aşikar.

    henry winter: henry benim gözümde asla modern çağlarda, “aramızda”, yaşayan bir adam değildi, zaten kendisi de bu şekilde hissettiği için bence iki insanı elleriyle öldürürken bu kadar soğukkanlıydı, çünkü ölüm eski zamanlarda o kadar da “abartılan” bir şey değildi. zengindi, finansal gelecek korkusu yoktu, o yüzden kendini o çok sevdiği antik yunan, latin, fransız edebiyatı dünyasına kilitleyip gerçek dünyayla ilişiğini tamamen kesti. tek zaafı camilla’ydı. insanların aya ayak bastığından bile bihaber olacak kadar gerçek dünyayla alakası yoktu, bunny’yi ortadan kaldırmak istediğinde gidip zehirlerle ilgili eski pers kitapları alıp arapçadan tercüme etmeye çalışıyordu… daha ne diyeyim.

    hikayeyi richard’ın gözünden okuduğumuz için ben de ilk başlarda henry’ye hayranlık duysam da kitabının son kısımlarında kendisinden öylesine tiksiniyordum ki… apaçık empati yoksunluğu, “dostum” dediği insanların üzerinde kurduğu fiziksel ve zihinsel baskı, katlanılamayacak derecedeki kibirli elitliğiyle henry bence asla idolize edilecek bir karakter değil. zaten bu kitaptaki hiçbir karakter öyle değil! tumblr’da falan “i wish i was like henry winter he’s so cool” temalı postlar görünce sırtımdan bir ürperti geçiyor.

    hem richard’ı son anda donarak ölmekten kurtaracak kadar beyaz atlı şövalye, hem de charles’ı kendini toparlamazsa sonunun bunny gibi olacağını ima edip tehdit edecek kadar zalim. vay anasını. iyi ki öldün henry çünkü bu kadar felakete sebep olduktan sonra hayatta kalman beni bir miktar sinirlendirirdi. olayların bu denli sarpa sarmasının baş mimarı kesinlikle sendin. bye. <3

    francis abernathy: bu karakteri tanımlamak için kullanabileceğim en doğru tanım “şımarık oğlan çocuğu” olur herhalde. uçarı ve zengin bir anne sayesinde francis de tıpkı henry gibi hayatını refah içinde yaşamış ama asla henry kadar zalim değil. francis için tüm bu yaşadıkları aşırı renkli bir tiyatro oyunundan başka bir şey değildi. richard’a söylediği ilk şeyin “benimle yatmak ister misin?” olması, hafta sonları ailesinin lüks malikanesinde düzenlenen bol alkollü partiler ve sandal gezileri, haftada bir camilla ve charles’ta akşam yemeği, bol bol pahalı markalardan alışveriş… henry’nin büyük bir titizlikle yürüttüğü bacchanal bile francis için bir tip eğlenceydi, sonucunda öldürdükleri adama karşı duyduğu korkunç empati yoksunluğu da cabası.

    “ ‘it's a terrible thing, what we did,’ said francis abruptly. ‘i mean, this man was not voltaire we killed. but still. it’s a shame. i feel bad about it.’
    ‘well, of course, i do too,’ said henry matter-of-factly. ‘but not bad enough to want to go to jail for it.’ ”
    francis snorted and poured himself another shot of whiskey and drank it straight off. ‘no,’ he said. ‘not that bad.’ “

    francis’i daha iyi anlatan bir kesit bulamazdım sanırım. bence francis hayatı boyunca “ya hep ya hiç” mottosunda yaşadı. cinayetlerin ortaya çıkma ihtimali konuşulurken “hapse gideceğime ölürüm.” dedi. büyükbabası gay olduğunu öğrenip onu bir kızla evlendirmeye kalktığında “evleneceğime ölürüm.” dedi, bileklerini kesti, ama ölmedi. richard onu hastanede ziyaret edip “seni mirasından ret ederse etsin, bir ömür kendine bunu yapmana değer mi?” diye çekip gitmesini önerince “haklısın, lanet olsun parasına puluna bir ömür boyu sevmediğim biriyle birlikte olacağıma.” diye romantiklik yapmadı, onca lüksten asla vazgeçmedi. dediğim gibi, francis tam sevimli şımarık bir oğlan çocuğuydu. diğerleri kadar olmasa da o da empatiden yoksundu, öldürdüğü bunny’nin evine gidip de ipek kravatının bunny'nin yeğenleri tarafından lekelenmesine sinirlenecek kadar bencildi… yine de richard’a yolladığı intihar mektubundaki şu cümle zihnime kazındı:

    “forgive me, for all the things i did but mostly for the ones that i did not.”

    charles macaulay: ne henry ne richard ne bunny beni senin kadar hayal kırıklığına uğratmadı be charles… kitabın ilk yarısında en sevdiğim karakter charles’tı, şahsi fikrime göre richard’a gerçekten sıcakkanlı duygular besleyip ona samimi manada iyi davranan tek karakter oydu. ama cinayetlerden sonra dönüştüğü insan o kadar korkunçtu ki… camilla ile enseste varan tüyler ürpertici saplantılı ilişkisi (ki biz richard zahmet edip sormadığı için charles’ın camilla’ya tecavüz mü ettiğini, yoksa iki tarafın da eylemi gerçekleştirmeye istekli mi olduğunu asla öğrenemiyoruz), francis’in ona olan zaafını bildiği halde onunla yatıp yatıp sonra buz gibi davranması, camilla’ya uyguladığı fiziksel şiddetler… charles’ın alkolizm problemi kitabın başından beri ayan beyandı ama bu kadar kötü birine dönüşmesini hiç beklemedim, antrparantez bunda henry’nin payı da yadsınamaz. bu karaktere karşı tiksinme ve acıma karışımı duygular besliyorum.

    camilla macaulay: richard’dan sonra hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ikinci karakter çünkü richard güyaaaaa camilla’ya aşık olduğu halde kendisi hakkında hiçbir şey bilmiyor. (bu noktada şunu da belirtmek isterim, richard kitap boyunca charles, francis ve henry’nin fiziksel güzelliklerini camilla’dan daha fazla övüyor.) donna tartt tek ana kadın karakterine neden böyle bir muameleyi reva gördü diye düşünürken kafamda bir ampul yandı, male gaze.richard için camilla nasıl biridir, nelerden hoşlanır vs. hiçbir önemi yok çünkü tek vasfı erkek dominant bir grupta tek bir kadın olması. bu da onu richard için bir arzu malzemesi haline getirmeye yetiyor.
    camilla bana göre oldukça manipülatif bir kızdı. monoton beşli gruplarına richard’ın gelişini heyecan verici bir gelişme olarak gördü, richard’ı sık sık evine davet edip ona şefkat gösterdi, sıkılınca da bir kenara atıverdi. aslında henry ve camilla resmen ruh ikiziydi, bunny’nin ölüp ölmediğini kontrol etmek için henry ile birlikte uçurumdan inen de bizzat camilla’ydı. henry intihar etmese ikisi birlikte charles’ı ortadan kaldırıp evlenirlerdi, yüzde yüz eminim buna.

    bunny corcoran: asla asla asla sahip olmak istemeyeceğim tipte bir arkadaştı ve sonunu da bizzat kendi eliyle hazırlaması bir miktar komikti. richard’a fakir diye, francis’e gay diye, camilla’ya kadın diye yapmadığını bırakmasaydın belki biraz sempati besleyebilirdim sana bunny. çünkü cinayete karşı verilmesi gereken doğal tepkiyi sen verdin, henry’nin baş yancısı richard’ın verdiği ise dünyanın en normal olmayan tepkisiydi. bütün pisliklerine rağmen ölümüne bir miktar üzüldüm bunny, hele sen öldükten sonra kız arkadaşının abinle evlenmesi beni ayrı bir dumura uğrattı.

    özetlersek, the secret history bana göre aşırı elitizm ve kendini diğer insanlardan üstün görmenin ucuzluğu, ne kadar korkunç şeylere sebebiyet verebileceği üzerine yazılmış iyi bir eleştiri, donna tartt’ın kalemi de epey güçlü. kitaptan sevdiğim alıntılarla bu gılgamış destanı uzunluğundaki entry’yi sonlandırmak istiyorum. lütfen hayatınızın bir döneminde bu kitabı okuyun.

    “does such a thing as 'the fatal flaw,' that showy dark crack running down the middle of a life, exist outside literature? i used to think it didn't. now i think it does. and i think that mine is this: a morbid longing for the picturesque at all costs.”

    “ 'are you happy here?' i said at last.
    he considered this for a moment. 'not particularly,' he said. ‘but you're not very happy where you are, either.' “

    “if i had grown up in that house i couldn't have loved it more, couldn't have been more familiar with the creak of the swing, or the pattern of the clematis vines on the trellis, or the velvety swell of land as it faded to gray on the horizon … the very colors of the place had seeped into my blood.”

    “and i know i said earlier that he was perfect but he wasn’t perfect, far from it; he could be silly and vain and remote and often cruel and still we loved him, in spite of, because.”

    “it's beautiful here, but morning light can make the most vulgar things tolerable.”

    --- major spoilers ---
  • jake paltrow tarafindan filmi cekilecek olan super kitap. soyadinda anlamis olabileceginiz gibi, platrow klanindan gelen yonetmen camilla rolu icinde ablasi gywenth 'i dusunmektedir, ayrica produktorlugu de abla-kardes beraber yapacaklarmis bu film icin.
  • abd menşeli, şimdilik tek albümlük bir indie-pop grubu.
    2010 tarihli albümleri için.
    (bkz: the world that never was)
    allmusic 4 yıldız vermiş, ben 3 falan veriyorum.
hesabın var mı? giriş yap