• bostancı sahilde şahane elma dilim patates yapan bi mekan.
  • bostancıda ikamet eden güzide bir mekandır, caddedeki mekanlardan farklı olarak size geniş bir oturma alanı sağlarken, havadar olup yaz aylarında tercih sebebidir. insan populasyonu karışıktır, caddeli tikkylerimiz de bulunmakta, bostancı sakinleri de bulunmaktadır. isteyen dart oynar, isteyen diğer masa oyunlarını yok ben yemegimi yer içkimi içer kaçarım da diyebilirsiniz fiyatlarda makuldur. otopark sıkıntısı da yoktur.
    buyrun web sitesi: http://www.trafficcafe.net/
  • bir chad vangaalen şarkısı.

    you get stuck in traffic with your car and fall asleep
    you dream about the future and that motherfucking lie
    underwater dreaming in the deep and darkest depths
    and the solarpower cells keep the music pumping citywide

    and you wake up to the sound of a horn
    as your head falls
    against the wheel

    and now you're on your way to pick up groceries for your kids
    carrots, frosted food in super giant sizes
    and everything gets wrapped in plastic, wax and styrofoam
    and it's perfectly in order for your supersterile homes

    and you wake up to the sound of a horn
    that reminds you
    that you're not dead
  • çok enteresan bir anekdotu içeren film, şöyle ki;

    --- spoiler ---

    işine son verildiğinde nikita kruşçev ne yapmış biliyor musun? oturup iki tane mektup yazmış, yerine atanan kişiye vermiş ve şöyle demiş: işin içinden çıkamayacağın bir duruma düşersen, ilk mektubu oku, kurtulacaksın. işin içinden çıkamayacağın duruma bir daha düşersen, ikinciyi oku. bir süre sonra, adamımız kendini zor bir durumda bulur ve ilk mektubu okur, mektupta ''bütün suçu bana yükle.'' der. böylece adam suçu ihtiyara atar ve her şey yoluna girer. sonra kendini gene zor bir durumda bulur ve ikinci mektubu açar. mektupta ''otur ve iki tane mektup yaz.'' der!

    --- spoiler ---
  • classic rock, progressive rock, psychedelic rock gibi bir çok janrıyı icra eden bir grup. bu kadar az bilinmesi ise ilginç bir durum. kimi zaman traffic grubunun şarkılarıyla flamenko bile yapmak istiyorum.
  • filmi ilk kez birkaç gün önce cnbc-e’de yayınlandığında seyredebildim (yani dvd’sini alamayacak kadar fakir biriyim); sadece bu filmi seyredebilmek için hayatımda ilk kez bu kadar uzun süre tv karşısında oturdum (yani televizyonda ağzının tadına göre bir şey bulamayacak kadar entel biriyim); filmin başlığına ilk kez filmi seyrettikten sonra baktım (yani bir film seyretmeden önce sözlükte ne denmiş diye merak etmeyecek, sözlüğü film-zevki için bir referans olarak kullanmayacak kadar burnu-havada biriyim); ve hakkında bu kadar az entry girildiğini görünce şaşırdım (yani ben de “sözlükçü”yüm).

    hakkında bu kadar az entry girildiği için birçok aşikâr nokta da hakkı yenmemesi gereken bir bilgi kaynağında tam anlamıyla es-geçilmiş (esefle karşıladım “kuşkusuz, doğal olarak”) – bilmem-kaçıncı kez (yazar olduktan sonra ilk defa) seyrederken aklıma oblomovluk/oblomovculuk, doğu-batı, ya da sadece batı ve bilumum benzer mevzu hakkında çeşitli yazma-dürtüleri getiren “the big lebowski”de yaşadığım gibi bir çeşit yarın-yaparımcılıkla (evet, entelektüel camiada tam olarak ne olduğunu yukarıda belirttim – çok da yukarı değil) yazabileceklerimi ertelemeyeyim de ampul (not: oy vermeyeceğim - ve bir daha bukalemunluk etmeyeceğim, ok?) yanar yanmaz yazayım, dedim, daha çok arz-ı endam edeyim şu ortamda, dedim ve… ne yazacağımı unuttum. [bu entryi aslında film bahsi-geçen kanalda yayınlandıktan bir gün sonra yazmıştım; ama tam “yolla”dığım sırada yaşadığım köyün telefon hattından kaynaklanan talihsiz bir problem nedeniyle entrym gitmedi, bu da kırk yılda bir yazdığım için ruhumda fırtınalara sebep oldu, çok sinirlendim, çok kızdım, çok anlatım bozukluğu yaptım.]

    neyse:

    ilk olarak: bir taraftan michael douglas’ın karakteri uyuşturucuyla mücadele ederek altmış milyon çocuğun hayatını kurtarmak hayalleri kurarken, “ne olup bitiyor bilmiyorum ama her şey çok kötü, umutsuzum” gibi hayatım boyunca suratımla vermeyi isteyebileceğim en iyi mesajı hiç zorluk çekmeden bütün film boyunca verebilen catherine zeta jones, uyuşturucu ticaretiyle iki çocuğun hayatını kurtarmakta.

    ikinci olarak: michael douglas daha çok sözlerinde kendisini belli eden bir vatanperverlikle, çocukların hayatını kurtarabilmek için, bir kariyer/karakter mücadelesi verirken, benicio del toro ağbimizin, üstağdımızın oynadığı garakter, neredeyse sadece içinde bulunduğu durumları değerlendirerek çocukların mutluluğunu görebiliyor, uyuşturucu mücadelesinde de kısmen başarılı oluyor.

    üçüncü olarak: uyuşturucuyla, uyuşturucu bağımlılığıyla mücadele konusunda oldukça iddialı olan yargıcın alkol bağımlılığı tam olarak vurgulanmakta filmde. mesaj açık. bence son sahnede, kızının konuşmasından sonra ona yöneltilen “sizi de dinleyelim?” önerisinde de, onun kendisinin sadece *dinlemek* için orada olduğunu söylemesinde de bu mesajla ilgili bir şeyler mevcut. yani umutsuz vaka (mı?).

    dördüncü olarak: bağımlılık konusunda aile baskısının rolü hakkında oldukça basit çözümlemeler – ama yanlış mı? değil.

    son olarak: benicio del toro ağbimizin generale baktığı sahneye bayıldım. muhteviyatında derin anlamlar barındırdığından filan değil – her türlü hissî yoruma açık olduğundan. ben de öyleyim, ben de hissî yorumlara açığım – neyse onlar.

    hikâyelerin birbirleriyle birleşme özelliğinin başarısız görülmesine getirilecek bir yorumum da var: zaten hikâyelerin birbirleriyle birleşmemesi gerekiyormuş. yani yönetmenin ya da senaristin, ya da benicio del toro ağbimiz üstağdımızın hikâyeleri birleştirmek gibi bir amacı yok, buna ihtiyaç da yok.
  • catherine zeta jones filmin başında golf kulüplerinde takılan, hayır işleriyle uğraşan klasik kocası zengin ev kadını portresinden, başları belaya bulaşınca geçtiği dik duruşlu, yeri gelince kocasını kurtarmak için ölüm emirleri veren, uyuşturucu satıcılarıyla birebir pazarlık yapan devlet gibi kadın rolüne çok iyi geçiş yapmış. kısa rolünde çok başarılı buldum. bundan ziyade etkili bulduğum diğer performans da don cheadle'a ait, sevmediğim filmi yok adamın.

    filme gelirsek; farklı hayatları anlatıyor olması açısından 21 gram'a benzetildiğini ve sonunda insanların kesişmediği açısından da eleştirildiğini okudum. öncelikle her film böyle çevrilmek zorunda değil, biz de sonunda sunay akın'dan bir hikaye dinler gibi "aa o adam demek ki o muymuş" demek ihtiyacı hissetmemeliyiz bence. iki film de çok başarılı, sadece bunda karakterlerin birbirleriyle tanışmalarına gerek yokmuş demek.

    film gerektiğinden uzun veya sıkıcı da değil. 147 dakika bu tarz mesele anlatan bi film için gayet normal. uzunmuş da sıkıcıymış da demek için reklamlar dahil bir buçuk saatlik star tv'nin garip yaratıklı filmlerine fazlasıyla alışmış olmak gerekiyor. basit bi televizyon filmi değil sonuçta. ama oldum olası uyuşturucu filmlerinden süpersonik, hayatı değiştirecek ilham verici mesajlar çıktığını düşünmediğim için, benim adıma klasikler arasında yer almaz bu film o ayrı.
  • irene kasırgası sonrası ray castro rolünü canlandıran luis guzman'ın yaptığı güzel espiriyi anımsatan dalında son derece başarlı film.

    --- spoiler ---

    ray : fırtınalara neden kadın ismi verilir?

    montel gordon: bilmiyorum.

    ray: çünkü ilk geldiklerinde ıslak ve vahşi olurlar, sonra da giderken evini ve arabanı alırlar.

    --- spoiler ---
  • bostancı sahil'de ortalığın tozunu attıran cafe. etraftaki cafe ve diğer mekanların hayli müşterisini çekmiş durumda. otoparkında ara ara klasik arabalar olur. nargilesi güzeldir, bir de buranın közcüsü, ki eskiden fenerbahçe piramit'ten bildiğimiz hasan abi, işini o derece severek, o deneli mutlu, motive bir şekilde yapar, her daim o kadar güzel yüzlüdür ki bir kişisel gelişim kitabı yazsa milyonlar satar bence. ben alıp okumam zira yazarın bizzat kendisini tanıyorum. gerektiğinde onla sohbet ederim. ama çok satar.
  • aynı zamanda numb3rs üçüncü sezon beşinci bölümünün adı.
hesabın var mı? giriş yap