• --- spoiler ---

    - paris 'e giden iki gence ne olmuş biliyor musun?

    + hayır bilmiyorum.

    - gidemediler...

    --- spoiler ---
  • paul verhoeven vari aykırı bir “love story” diyorum ben bu filme..

    filmin açılış bölümü, eric’in yatakta yarı çıplak şekilde uzanıp olga’yı ve aşığını öldürme hayalleri kurmasıyla başlıyor ve sonra da gerçekte farklı bedenlerde olga’yı tekrar bulma amaçlı eric’in hayatına giren kadınlar ve erotizm rüzgarıyla devam ediyor… filmin ilk 10-15 dakikası böyle ilerlerken ekranda beliren “2 yıl önce” yazısıyla gerçek hikaye şekillenmeye ve filmin ilk dakikalarında antipatiyle baktığımız eric karakteri hikaye ilerledikçe anlam kazanmaya kabullenilebilir bir karaktere dönüşüyor…

    çok sarsıcı ve farklı bir aşk anlatılıyor filmde toplum kurallarıyla uyuşmayan herkesin harcı olmayan bir aşk. ama özellikle eric karakteri üzerinden şekillenen ve onun üzerinden dillendirilen bir aşk. cinsellikten ari ama bir o kadar da cinsellik yüklü bir aşk…

    eric’in olga’ya olan tutkulu aşkını anlatmak eric karakterini iyi tanımak ve özümsemekle mümkün. eric’in hoyratlığı asiliği ve bu yönleriyle birleşmiş sanatçı pervasızlığı, eric’in aşık olduğu zaman ne kadar sınırları zorlayabileceğini gösterdiği gibi, onu hareketlerini ve aşkını anlamamızın da en önemli detayları aynı zamanda. eric’in olga’ya olan aşkı, olga’nın her şeyini yani onun varoluşunu bedenini insani ihtiyaçlarını aklınıza gelebilecek her şeyi kapsıyor ve bu detay filmde olabildiğince vurgulu anlatılıyor. hatta bazen iğrenç diye tabir edebileceğimiz konuşmalar ve görüntüler olsa da, bu detaylar yukarda belirttiğim gibi ancak eric’i ve onun hayata bakışını, uçlardaki algısını, sınırsızlığını kavramakla normalleştirilebiliyor… cinsellik yansıtılan bu tutkunun ve derin sevginin sadece bir anlatım yöntemi. bu aslında eric’in olga ile aynı bedende var olabilme isteği. olga ile sınırsızca yakınlaşmasının, bir olabilmesinin belki tek ön koşulu...

    eric ve olga’yı içselleştirdiğimiz, onları anlamlandırmaya başladığımız dakikalarda, belki biraz ani şekillenen ama gerçekte ilerde ortaya çıkacak olan olga’nın sağlıyla ilgili bir problemden kaynaklı karakter değişikliği, bu tutku yüklü aşkı hüzünlü bir aşk macerasına dönüştürüyor. olga eric’i terk ediyor ve farklı bir çok erkekle birlikte olmaya başlıyor. ilk başlarda anlamlandıramadığımız bu durum filmin son sahnelerinde sebepleriyle netliğe kavuşurken, filmimize ismini veren türk lokumu sahnesiyle de hüzünlü bir drama evriliyor. ancak unutmamakta fayda var her şeyde verhoeven vari bir hüzün ve dram söz konusu klasik sahneler beklememekte fayda var anlayacağınız…

    filmdeki burjuvazi eleştirisi de gözden kaçmayacak önemli detaylardan … örneğin olga’nın eric’i terk edeceği günün akşamında yenen bir akşam yemeğinde masadaki sohbetler ve vıcık vıcık ilişkiler eric’in sınırsız dünya görüşüne ve rahatlığına rağmen yaşananların midesinin kaldıramayacağı bayağılıkta olması ve bunun dışa vurumu olarak da bizzat bu bayağılığın kahramanlarının yüzüne eric’in midesinin daha fazla kaldıramadığını göstermesi filmin burjuvazi eleştirisine önemli bir örnek teşkil edebilir kanımca…

    film için yazılacak ve söylenecek çok şey var ama daha fazla açık vermek istemiyorum bu kült mertebesine erişmiş filmi izleyin kısaca arkadaşlar belki o zaman filmin tüm detayına girebiliriz…
  • yeraltı edebiyatında yeri olan türk lokumu, hollandalı yazar jan wolkers'in başarılı bir romanıdır.
    kimi zaman sarsıcı, çoğu zaman rahatsız edici, çok çok sahici ama hep samimi...

    --- hikayesine dair ---

    aynı zamanda romanın da anlatıcısı olan eric, akademiye giden bir heykel öğrencisidir. yaşamda bir amacı olmayan, okul idarecileri dahil herkesle kavga eden, asi bir genç olarak tanıyoruz onu önce. valkenburg belediyesinin davetlisi olarak okulla birlikte gittiği gezide yine sorunlar çıkartıp kavga ettiği bir gün, tek başına eve dönmeye karar verir.
    kış günü, yol kenarında soğuktan donmak üzereyken otostop çeken bu genci arabasına alan kişi, hayatının aşkı da olacak olan kızıl saçlı olga’dan başkası değildir. üstelik eric, daha arabaya biner binmez kendisini olga’nın cinsel çekim alanında bulur ve bu çekimle birlikte trafik kazası dahil pek çok trajik ve komik aksilikler de devreye girer.
    aslında bu aşk, tam anlamıyla bir kazadır... iki bedenin son sürat birbiriyle çarpıştığı, yaşanılan her zevkin ve güzelliğin aynı zamanda tiksintiyi ve acıyı da peşinden çağırdığı bir kazayı ve bu kazanın sonrasında altüst olan eric’in anımsadıklarını okuyoruz “türk loku- mu”nda.
    bir anti-kahraman olarak karşımıza çıkan eric, yaşadığı bu tuhaf aşkın gizemini, çeşitli nesneler ve anılar üzerinden serbest çağrışıma dayalı olarak çözmeye çalışır. bunu yaparken de sanki yaşadığı acıyı hafifletmek ister gibi kara mizah tasvirlere başvurur bolca.
    *
    birbirlerinden koparılan aşkla dolu bedenlerin ve ruhların, acı içinde haykırışlarına başka romanlarda da tanık olmuştuk. aslında edebiyatın en çok üzerinde durduğu konuların başında geliyor aşk... wolkers da bunun farkında olmalı ki, otobiyografik özellikler de taşıyan bu romanında, aşkın çoğu zaman gözardı edilen yanlarını çıkarıyor karşımıza.

    romanın sarsıcılığı da bu yaklaşımından kaynaklanıyor bence. her şeyi, tüm iğrençliği ve güzelliğiyle birlikte sansürsüz bir biçimde vererek romanını daha gerçek kılmak istemiş sanki. marquis de sade’ın yaptığı şey sansür uygulamamanın ötesinde bir şeydi, ya da bukowski’nin... wolkers’ın derdi ise, bir şeyleri olabildiğince uçlara sürükleyerek o şeyin doğasını ortaya çıkarmak; bir bakıma duyguları, düşünceleri ve nesneleri ait oldukları yere iade ederek özgürleştirmeye çalışmak. bunun için kaba bir dil kullanmaktan, alaycı bir yaklaşım sergilemekten hiç çekinmemiş. bu yüzden “türk lokumu”nun pek çok kişi için rahatsız edici bir roman olacağı kesin.
    ve yine bu yüzden, onu sahici ve samimi bularak alkışlayanlar da çıkacak. wolkers, romanını okurken ‘mış’ gibi yapmamızı değil, okuduğumuz şeyden midemiz bulanıyorsa gerçekten de midemizin bulanmasını, şehvet duygularımız kabarmışsa gerçekten şehvetin tüm yönlerini ‘mış’ gibinin ötesinde yaşamamızı ister gibi yazmış.

    --- *** ---
  • (bkz: #42996957)
  • aylak kitap yayınlarından çıkan, sevimli mi sevimli bir roman. betty blue gibi, kaçık bir aşk hikayesi. ancak betty blue'dan en büyük farkı, daha güleryüzlü olması muhtemelen.

    "biri bana da böyle aşık olsa" diye düşünecek kadar coşturuyor insanı, öylesine sıcak, öylesine sevimli...
  • (bkz: #49721849)
  • romanıyla filmi eşdeğerdir gözümde. biri iyi biri kötü diyemem zira roman, filme hiç değiştirilmeden çevrilmiştir. müzikleri efsanedir.
    jenerik-soundtrack
  • o nasıl bir filmdi be. sinematografik olarak adeta lokum tadında bir film. senaryo muazzam nasıl başladı ve nasıl bitti her saniyesinde ters köşeye yatıran bir film.
  • kırk sene önce izlemiş olsam beğenebileceğim bir film. bir şeyler var idi ancak bütün olamamış. şimdiden baktığım zaman da pek güzel gelmiyor.

    ayrıca,
    (bkz: cinsellik)
  • 1992 basic instinc filminde sharon stone 'un meşhur ve ikonik sahnesini bilmeyen yoktur. hani şu sorgu esnasında bacak bacak üstüne attığı, 5 dedektifi paralel evrenlere gönderdiği sahne. dünyada o zamanlar fırtınalar koparan paul verhoeven'in yönettiği bu film inanın 1973 yılında yönettiği turks fruit'in yanında peri masalı gibi kalıyor. bazen olabildiğince iğrenç ve şiddet dolu ,tamamiyle erotik bir aşk hikayesi.
hesabın var mı? giriş yap