vakıa
-
behemehal ve hodbin sözcükleriyle birlikte ayni paragfrafta kullaniliyorsa emin olabilirsiniz ki bir ahmed hamdi tanpinar eseri okuyorsunuz
-
“bütün bunlar birer vakıadır, inkâr edilemez.” cümlesinde vakıa "olgu" anlamında; ama cümle başında kullanılan vakıa sözü “bununla birlikte” anlamında kullanılmaktadır. “vakıa onlar bizden şikâyetçi değillerdi.” gibi.
kaynak: türk dil kurumu -
mekke döneminde inmiştir. 96 âyettir. sûre, adını birinci âyette geçen “el-vâkı’a” kelimesinden almıştır. vâkı’a, gerçekleşen, meydana gelen olay demektir. burada kıyameti ifade etmektedir. sûrede başlıca, kıyametin kopmasından önceki ve sonraki dehşetli haller ve insanların amellerine göre içinde yer alacağı gruplar konu edilmektedir.
56-el-vâkia
rahmân ve rahîm (olan) allah'ın adıyla.
1. kıyamet koptuğu zaman,
2. ki onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur;
3. o, alçaltıcı, yükselticidir.
4. yer şiddetle sarsıldığı,
5. dağlar parçalandığı,
6. dağılıp toz duman haline geldiği,
7. ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman,
8. sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
9. soldakiler, ne bahtsızdırlar onlar!
10. (hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler.
11. işte bunlar, (allah'a) en yakın olanlardır,
12. naîm cennetlerinde .
13. (onların) çoğu önceki ümmetlerden,
14. birazı da sonrakilerdendir.
15. cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler,
16. onların üzerlerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
17. çevrelerinde, (hizmet için) ölümsüz gençler dolaşır;
18. maîn çeşmesinden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.
19. bu şaraptan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
20. (onlara) beğendikleri meyveler,
21. canlarının çektiği kuş etleri,
22. iri gözlü hûriler,
23. saklı inciler gibi.
24. yaptıklarına karşılık olarak (verilir).
25. orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
26. söylenen, yalnızca "selâm, selâm" dır.
27. sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere!
28. düzgün kiraz ağacı,
29. meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları,
30. uzamış gölgeler,
31. çağlayarak akan sular,
32. sayısız meyveler içindedirler;
33. tükenmeyen ve yasaklanmayan.
34. ve kabartılmış döşekler üstündedirler.
35. gerçekten biz hûrileri apayrı biçimde yeni yarattık.
36. onları, bâkireler kıldık.
37. eşlerine düşkün ve yaşıt.
38. bütün bunlar sağdakiler içindir..
39. bunların birçoğu önceki ümmetlerdendir.
40. birçoğu da sonrakilerdendir.
41. soldakiler; ne yazık o soldakilere!
42. içlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde,
43. kapkara dumandan bir gölge altındadırlar;
44. serin ve hoş olmayan.
45. çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahete dalmışlardı.
46. büyük günahı işlemekte direnir dururlardı.
47. ve diyorlardı ki: biz öldükten, toprak ve kemik yığını haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?
48. önceki atalarımız da mı?
49. de ki: hem öncekiler hem de sonrakiler,
50. belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır!
51. sonra siz ey sapıklar, yalancılar!
52. elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53. karınlarınızı ondan dolduracaksınız.
54. üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.
55. susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.
56. işte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur!
57. sizi biz yarattık. tasdik etmeniz gerekmez mi?
58. söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir?
59. onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
60. aranızda ölümü takdir eden biziz. ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz.
61. böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik).
62. andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
63. şimdi bana, ektiğinizi haber verin.
64. onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
65. dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız.
66. "doğrusu borç altına girdik.
67. daha doğrusu, biz yoksul kaldık" (derdiniz).
68. ya içtiğiniz suya ne dersiniz?
69. buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
70. dileseydik onu tuzlu yapardık. şükretmeniz gerekmez mi?
71. söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi,
72. onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?
73. biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin istifadesi için yarattık.
74. öyleyse ulu rabbinin adını tesbih et.
75. hayır! yıldızların yerlerine yemin ederim ki,
76. bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.
77. şüphesiz bu, değerli bir kur'an'dır,
78. korunmuş bir kitaptır.
79. ona ancak temizlenenler dokunabilir.
80. o, âlemlerin rabbinden indirilmiştir.
81. şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?
82. allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?
83. hele can boğaza dayandığı zaman,
84. o vakit siz bakar durursunuz.
85. (o anda) biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.
86. madem ki ceza görmeyecekmişsiniz,
87. onu (canı) geri çevirsenize, şayet iddianızda doğru iseniz!
88. fakat (ölen kişi allah'a) yakın olanlardan ise,
89. ona rahatlık, güzel rızık ve naîm cenneti vardır.
90. eğer o sağdakilerden ise,
91. "ey sağdaki! sana selam olsun!"
92. ama yalanlayıcı sapıklardan ise,
93. işte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır!
94. ve (onun sonu) cehenneme atılmaktır.
95. şüphesiz ki bu, kesin gerçektir.
96. öyleyse ulu rabbinin adını tenzih ile an. -
hz. muhammed'in (s.a.v) bir hadisine gore; bu sureyi her zaman okuyan kisi fakirlik yuzu gormezmis. borctan ve fakirlikten kurtulmak isteyen kisi her aksam okumaliymis.
-
gerçi demektir
-
muhyiddin-i arabi hz. tarfından yapılan tefsiri:
1- o vakıa, vuku bulduğu vakit.
2- ki, onun vuku bulmasını yalanlayacak yoktur.
3- alçaltıcıdır, yükselticidir.
4- arz, şiddetle sarsıldığı,
5- dağlar un ufak parçalandığı,
6- toz duman haline gelince...
7- ve sizler de üç sınıf olacaksınız.
8- ashabu’l meymene, nedir ashabu’l meymene?
9- ashabu’l meş’eme, nedir ashabu’l meş’eme?
10- sabikun, sâbikûndur.
11- işte bunlar mukarrebun’dur.
12- naîm cennetlerindedirler.
“o vakıa…” yani ölüm gerçekleştiğinde “vuku” bulduğu, küçük
kıyamet koptuğu zaman “ki onun vuku bulmasını…” allah’ı
yalanlayarak: ölümden sonra diriliş ve ahiretin diğer halleri yoktur,
diyecek kimse yoktur. çünkü her nefis, mutluluk ve bedbahtlık gibi
hallerinin alçaltıp yükselttiğini müşahede eder. ve o vakit anlar ki o,
“alçaltıcıdır, yükselticidir…” bedbahtlar olan nar ehlini cehennem
derekelerine alçaltırken mutlular olan nur ehlini de cennet derecelerine
yükseltirler.
“ …sarsıldığı…” zaman. beden arzı, ruhun ayrılmasından sonra
şiddetli bir şekilde sarsıldığı, içindeki her şeyi dışarı attığı, böylece
bütün organlarını yıktığı, kemik dağları “…parçalandığı…”, un ufak
olarak dağıldığı veya sürüklenerek “toz duman haline” getirilinceye
kadar yürütüldüğü zaman; “ve sizler de üç nevi (sınıf) olacaksınız…”
birinci neviler, iyilerden (ebrar) oluşan mutlulardır ki, bunlar insanlar
arasındaki salihlerdir (iyilerdir). ikincileri, insanların şerlileri ve ifsatçıları
olan bedbahtlardır. birinci gruptakilere “sağ ehli” (ashabu’l meymene)
denilmiştir, çünkü uğur ve bereket ehlidirler. ya da yönlerin en
faziletlisine ve en güçlüsüne, yani yüce cihete, kutsi âleme yöneldikleri
için bu ismi almışlardır. diğerleri de “sol ehli” (ashabu’l meş’eme)
denilmesinin nedeni uğursuzluk ve yaramazlık ehli olmaları yahut
yönlerin en adisi ve en zayıfı olan süfli cihete, yani maddi âleme
yönelmeleridir.
“sabikunlar…” yani önde olanlar; her iki grubu geçen, allah’ta fena
bularak her iki âlemi de aşan muvahhidler “sâbikundur…” öndedirler…
yani onları övmeye ve sahip oldukları vasıflara eklemede bulunmaya
imkân yoktur. “işte bunlar…” fena sonrası beka ile hakiki varlığa
kavuşmaları halinde olduklarında bunlar yani mukarrebun’lar “naim
(nimet) cennetlerindedirler” bütün cennet mertebelerindedirler.
13- çoğu öncekilerdendirler.
14- birazı da sonrakilerdendir.
bunların “çoğu…” büyük bir topluluğu “ öncekilerden…”dirler. ruh
saflarının en önünde, ezelde ilk inayet ehli olan mahbuplardır onlar.
“birazı da sonrakilerdendir.” mertebeleri mahbupların mertebesinden
daha aşağı, ikinci safta yer alan muhiplerdir. bunların az olarak
nitelendirilmelerinin nedeni muhip (seven) kimselerin nadiren isteklerine
kavuşmalarıdır. buna karşılık mahbup (sevilen) kimse, kemalin son
noktasına kadar ulaşır. muhip olanların çoğunluğu sıfat cennetlerinde
mutlular derecelerinde dururken mahbupların tümü ise gayelerin en son
noktasına ulaşmış olarak zat cennetindedirler.
bu yüzden rasulullah (s.a.v) bu ayetle ilgili olarak şöyle
buyurmuştur: “burada sözü edilen her iki topluluk da bütünüyle benim
ümmetimdendirler.” yani öncekiler daha önce gelip geçmiş
ümmetlerden, sonrakiler de rasulullah’ın (s.a.v) ümmetindendirler, gibi
bir anlam söz konusu değildir. bilakis, bunun tersi (öncekilerin hz.
rasulullah’ın ümmetinden, sonrakilerin de önceki ümmetlerden olması)
daha doğrudur. ya da kastedilen anlam şudur: bunların bir grubu
ümmetin ilkleridir ki nebiyi görmüş, onun zamanında vahyin tazeliğini
yaşayan veya onun zamanına yakın bir dönemde yaşayıp sahabesini
gören tabiinden olan kimselerdir. diğerleri ise davet devrinin sonlarında,
mehdi’nin (a.s) zuhur etmesine yakın bir dönemde yaşayıp üzerlerinde
uzun zaman geçtiği için kalpleri katılaşan kimselerdir. mehdi’nin (a.s)
zamanında yaşayan kimseler değildir elbette. çünkü öne geçenler,
mehdi’nin zamanında çok olurlar. onlar büyük kıyamet ashabı, keşif ve
zuhur ehlidirler.
15- cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler..
16- onlar üzerlerinde karşılıklı olarak oturup yaslanırlar.
“cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.” her birine has kılınmış
hakkani ve bahşedilmiş varlıklarla bütünleşmiş, bezenmiş tahtlar
üzerindedirler. nitekim, rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “nurdan
minberler üzerindedirler.” yahut sıfat mertebeleri üzerindedirler.
“oturup yaslanırlar.” orada zuhur ederler. çünkü burası onların
makamlarındandır. “karşılıklı olarak…” mertebe bakımından eşit olarak
oturup yaslanırlar. vahdet aynında aralarında kesinlikle perde olmaz.
çünkü zat ile tahakkuk etmişlerdir. hangi sıfatla zuhur etmeyi seçerlerse
seçsinler onları birleştiren şey zat sevgisidir. sıfatlardan dolayı zattan,
zattan dolayı da sıfatlardan perdelenmezler.
17- çevrelerinde ölümsüz gençler (vildanlar) dolaşır,
18- testiler ve ibriklerle memba şarabından dolu kadehlerle,
“çevrelerinde, ölümsüz gençler (vildanlar) dolaşır.” zatlarının
devletiyle devamlılık vasfına sahip ruhani kuvvetler; vildanlar onlara
hizmet ederler. yahut güçlü iradeleriyle kendilerine kavuşan irade
ehlinde olan istidat sahipleri onlara hizmet ederler. nitekim, şöyle
buyrulmuştur: “imanda kendilerine tâbi olanlar (var ya)! işte biz, onların
nesillerini de kendilerine kattık.” (tur, 21) veya semavi melekutlar
onlara hizmet ederler. “testiler ve ibriklerle…” irade, marifet, sevgi, aşk,
zevk şarapları, hikmet ve ilim suları doldurulmuş testiler, ibrikler ve
kadehlerle etraflarında dolanıp hizmet ederler.
19- bundan başları ağrımaz, akılları giderilmez sarhoş da olmazlar.
“bundan (şaraptan) başları ağrımaz.” tamamı lezzettir; elem ve
sarhoşluk vermez. çünkü yakin serinliğini bulmuş, bu lezzete
kavuşmuşlardır, kafur kokulu içkiden içerler. vuslat muhabbeti özlem
eleminden, yitirme korkusundan beridir. “akılları giderilmez, sarhoş da
olmazlar…” sarhoş olup temyiz yeteneklerini ve akıllarını yitirmezler.
içkinin tesiriyle sızıp kalmazlar. onlar daimi uyanıklık ehlidirler. zattan
dolayı sıfattan perdelenmezler ki sarhoş olsunlar da bu hal onlara galip
gelsin.
20- seçip beğendiklerinden de meyve,
21- canlarının çektiği kuş etleri,
“ …meyve…” vectlerinden, zevk keşiflerinden “beğendikleri…”
meyvelerin iyilerini alırlar. çünkü bunların tümünü yanlarında hazır
bulurlar da sadece en saf olanlarını, en göz kamaştırıcı olanlarını, en
üstün olanlarını ve en övgüye değer olanlarını seçerler. “canlarının
çektiği kuş etleri…” güçleri dahilindeki latif hikmetleri ve ince manaları
alırlar.
22- iri gözlü huriler,
23- saklı inciler gibi.
24- yaptıklarına karşılık olarak verilir.
“iri gözlü huriler…” sıfat tecellileri, ceberut âleminden mücerret
varlıkları ve kendi mertebelerinde bulunan mücerret ruhları seçerler.
“inciler gibi…” dirler. saflıklarıyla taptazedirler, nurlarıyla apaydınlıktırlar.
“saklı…” sedefin içinde saklıdırlar. yahut gaybın içlerinde, bilinmezlik
hazinelerinde zahir ehlinden oluşan yabancılardan saklanmıştırlar.
bütün bunlar “yaptıklarına karşılık olarak verilir.” istikamet halinde bizzat
kastedilen ve karşılıklarını içlerinde barındıran ilahi amellerin ödülüdür
bunlar. ya da bütün bunlar, süluk halinde işledikleri tezkiye ve arınma
fiillerinin karşılığıdır.
25- orada ne boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
26- söylenen, yalnızca “selâm, selâm” dır. vâkia suresi • 1251
“orada boş bir söz…işitmezler.” hezeyan ve hiçbir anlama
gelmeyen saçma sapan söz duymazlar. çünkü onlar allah’ın huzurunda
ruhanilerin edebiyle edeplenmiş tahkik ehlidirler. “günaha sokan bir laf”
işitmezler. gıybet ve yalan gibi kişiyi günaha sokan çirkin hayasızlıklar
da duymazlar. “söylenen, yalnızca “selâm, selâm”dır.” bir söz işitirler ki
kendisi selâm’dır, noksanlıklardan münezzehtir, fazlalıklardan,
gereksizliklerden beridir. işitenin ayıplardan ve noksanlıklardan yana
selamette olmasını ifade eden, ona sevinç ve saygınlık kazandıran,
kemalini ve parlaklığını ortaya koyan bir sözdür. çünkü onların bütün
sözleri irfan, hakikât, karşılıklı sevgi ve iltifattır, ifade biçimleri farklı olsa
da.
27- ashab-yemiyn, ne ashab-ı yemin?!
28- budanmış düzgün sidr ağacı içinde,
29- meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları içinde,
“ashab-ı yemiyn, ne ashab-ı yemiyn…” onlar, sağdakilerdir ve ne
mutlu o sağdakilere!” onlar şerefli, ulu ve saygın kimselerdir. bu;
mutlulukla bezenmiş vasıfları karşısında hayranlık içeren bir şaşkınlık
ifadesidir. ki bunlar; “budanmış, düzgün sidr ağacı (arabistan kirazı)…”
yani varlık kuvvetleri ve tabiatlar çelişkisi ve arzular ve tutkular
çekişmesi dikenlerinden arınmış nefis cennetindedirler. çünkü ruh ve
kalp nuru aracılığıyla sıfatlarının heyetleri tecerrüt etmiştir. ya da
güzellik ve salih heyetler meyveleriyle yüklüdürler. bu hususta iki farklı
tefsir söz konusudur. biz de tevillerimizi bu iki farklı tefsire göre yaptık.
“meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları içinde..” yani kalp
cennetindedirler. çünkü et-talh, muz ağacı demektir. meyvesi tatlı,
yumuşak (yağlı), lezzetli ve çekirdeksizdir. kalbin idrak ettiği maddeden
ve cisim heyetlerinden beri şeyler ve anlamlar gibi. ama “sidr”
(arabistan kirazı) ağacı bundan farklıdır, onun meyvesinde çok çekirdek
bulunur. tıpkı nefsin maddi eklerle, cismi heyetlerle iç içe idrakleri gibi.
ayette geçen “mendud” ise ağacın meyvesinin, açıkta gövde denecek
bir kısım bırakmayacak şekilde en aşağısından en yukarısına kadar
dizilmesi anlamına gelir. bu da idrak oluşumlarının sonsuz bir çokluk
olarak ifade edilecek şekilde fazla olmasını ifade eder.
30- uzamış gölgelerde...1252 • tefsir-i kebir / te’vilât
31- çağlayarak dökülen bir su da,
32- ve sayısız meyveler içindedirler.
33- tükenmezler ve yasaklanmazlar,
34- ve kabartılmış döşekler üstündedirler.
“uzamış gölgeler…” huzur ve esenlik veren ruhun nurundan
uzanmış gölgeler. “çağlayarak dökülen bir su da…” ruh âleminden
üzerlerine sızan, dökülen ilim. akmak anlamında “cera” kelimesi yerine
“sekebe” kelimesinin kullanılması (yani akmak yerine dökülme ifadesine
yer verilmesi) mutluların ilimlerinin amellerine göre daha az olmasından
dolayıdır. çünkü onların vecd, irfan, tevhid ve zevk gibi ruhani ilimleri
az, buna karşılık faydalı ilimleri çok olur.
“ …ve sayısız meyveler içindedirler.” hisler, hayaller ve vehimler
gibi lezzetli cüzi ve külli idrakler ve kalbi külli manalar içindedirler.
“tükenmezler…” çünkü sonsuz ve sayısızdırlar. “yasaklanmazlar…”
çünkü bunlar onların tercihine bağlıdırlar. nerede isterlerse orada
buluverirler. “ve kabartılmış, yükseltilmiş döşekler...” bedensel heyetler
mertebesinden ve süfli cihetten kalple bütünleşmiş nefsin yukarı tarafı
olan sadra yükseltilmiş ahlaki faziletler, güzel ameller aracılığıyla
kazanılmış nefsin nurani heyetleri “içindedirler”. ya da diğer bir tefsire
göre kadınlardan oluşan huriler arasındadırlar. yani mertebe olarak
kendilerine eş olan ve bütünleşen melekutlar arasındadırlar. iki farklı
tefsirden bu iki farklı tevil çıkar.
35- biz onları apayrı biçimde yeni yarattık.
36- onları bakireler kıldık.
37- eşlerine düşkündürler ve yaşıttırlar…
38- ashab-ı yemiyn içindir.
39- bunların bir çoğu evvelkilerdendir.
40- birçoğu da sonrakilerdendir.
“gerçekten biz onları (cennet kadınlarını, dişilerini) apayrı biçimde
yeni yarattık.” maddeden beri, tabiat kirlerinden ve unsurlar pisliğinden
temizlenmiş şaşkınlık uyandıran nurani varlıklar olarak yarattık.
“onları…bakireler kıldık.” tabii işlere bulaşmaktan, alışkanlık ehli zahiri
tabiilerle bir arada olmaktan, maddeye karışmaktan etkilenmemişlerdir.
“eşlerine düşkündürler…” onları severler ve onlar tarafından sevilirler.
çünkü saftırlar, özleri güzeldir ve daima onlarla beraberdirler.
“yaşıttırlar…” mertebeleri eşit, cevherleri ezeli olduğu için aynı
derecededirler. bütün bunlar “ashab-ı yemin…” içindir.
“bunların birçoğu evvelkilerden.” çünkü sevilenler (mahbuplar)
derecelerde inip çıkarlarken, yaklaşıp sıfatlara dönerlerken sağ ehlinin
yanına girerler, onlara karışırlar, onların topluluğuna uyarlar. “birçoğu
da sonrakilerdendir.” çünkü sevenler (muhipler) çoğunlukla sağ
ehlidirler, zat sevgisinden aşağıda sıfatların yanında dururlar. biz ayette
geçen öncekileri ve sonrakileri muhammed ümmetinin öncekileri ve
sonrakileri olarak tefsir ettik. bu ise açıktır. çünkü muhammed
ümmetinin önde olanları arasında değil, sonraki kuşakları arasında
ashabi yemin (sağ ehli) olanlar daha fazladır.
41- ashab-ı şimal (soldakiler) ne ashab-ı şimaldir?!
42- bir ateş ve kaynar su içinde,
43- kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
44- serinlik de yok, fayda da.
45- çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahate dalmışlardı,
46- büyük günahı işlemekte direnir dururlardı.
47- ve diyorlar: biz öldüğümüz, toprak ve bir yığın kemik
olduğumuz vakit hakikaten biz tekrar mı ba’s olunacak mıyız / diriltilecek
miyiz?
48- evvelki atalarımız da mı?
49- de ki: muhakkak hem evvelkiler, hem de sonrakiler,
50- belli bir günün muayyen bir vaktinde mutlaka toplanacaklar.
“ashab-ı şimal (soldakiler) ne ashab-ı şimaldir?!”… yani soldakiler;
ne yazık o soldakilere!...işte bunların bedbahtlık, uğursuzluk,
aşağılanma ve bayağılık içindeki hallerine ve sıfatlarına hayret edilir.
“…bir semum (ateş)…içindedirler.” adi hevalardan, eziyet verici, yoldan
çıkarıcı heyetlerden bir ateş (semum) ve “kaynar su” batıl ilimler ve
bozuk akideler içinde, “…kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.”
karanlık sıfatlarla, aşağılık siyah heyetlerle kararmış nefis heyetlerinden
oluşan bir gölge altındadırlar. “yahmum” kelimesi, kapkara duman
demektir. “serin ve fayda” olmayan bir duman. insanların sığındıkları
normal gölgenin serinlik ve sığınanı dinlendirmek gibi faydalı nitelikleri
yoktur bu gölgenin. bilakis yormak, susatmak ve sıkıntı vermek gibi
eziyet, elem ve zarar verici nitelikleri vardır.
“çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahate dalmışlardı.”
lezzetlere ve şehevi arzulara dalmış, tabii ilerin girdabına batmış,
bedensel örtülere dolanmışlardı. bundan dolayı da bu azap verici
heyetleri, helak edici nitelikleri edindiler.
“büyük günahı işlemekte direnir dururlardı.” batıl sözlerden ve
bozuk inançlardan oluşan büyük günahı durmadan işledikleri için de bu
sonsuz azabı ve ebedi cezayı hak ettiler. “ve diyorlardı ki…” onların
bozuk inançlarından biri de ölümden sonra dirilişi inkâr etmeleriydi.
51- sonra, muhakkak… ey siz sapıklar, yalancılar!
52- elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53- ondan karınlarınızı dolduracaksınız,
54- onun üstüne de kaynamış sudan içeceksiniz.
55- susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz..
56- din günü onlara ziyafet budur.
“…ey siz sapıklar, yalanlayıcılar!” cehaletlerinde, batıl inançlarına
uymayan hakk’ı inkâr etme tavrında bulunarak yalanlayıcı, ısrarcı ve
böylece de sırat-ı mustakiym’den yüz çeviren, sapıklar cahiller! “elbette
zakkum ağacından yiyeceksiniz.” lezzetlere ve şehvetlere tapan, bu
zevke batan, sizin alıştırmanız yüzünden süfli tabiatların cazibesine ve
faydalarına kapılan nefisten tadacaksınız. “…ondan dolduracaksınız.”
kemale aykırı, vebali gerektiren heyetlerden oluşan vebalı, iğrenç tadı
olan zakkum ağacının yakıcı meyvesiyle “karınlarınızı” dolduracaksınız.
bunun nedeni de önü alınmaz hırsınız, aç gözlülüğünüz, yırtıcılığınız,
oburluğunuz ve hastalığınızdır.
“onun üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.” batıl vehimler, yalancı
şüpheler gibi helake ve mahvoluşa sürükleyici cehaletten içerler ki bu
gibi şeytani amelleri, hayvani ve zulmani işleri çekici kılan odur.
“susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz.” susuzluk
hastalığına yakalanan develer gibi devamlı içersiniz. çünkü bu
hastalığa yakalanan develer, hiçbir şekilde suya kanamazlar. bu da
sizin bir türlü dinmeyen doymayan hırsınız, aç gözlülüğünüz
yüzündendir. işte size “din günü inen ziyafet budur.” vâkia suresi • 1255
57- sizi biz yarattık. tasdik etmeniz gerekmez mi?
58- söyleyin öyleyse, döktüğünüz meni nedir?
59- onu siz mi yaratıyordunuz? yoksa yaratan biz miyiz?
60- aranızda ölümü biz takdir ettik. bizim önümüze geçilmez.
61- sizin şekillerinizi değiştirmeye ve bilmeyeceğiniz şekilde sizi
yaratmaya kâdiriz.
62- and olsun ki, ilk yaratılışı bildiniz... o halde düşünsenize.
“sizi biz yarattık.” sizi varlığımızla izhar etmek ve sizin suretinizde
görünmek şeklinde sizi yarattık. “tasdik etmeniz gerekmez mi? söyleyin
öyleyse, döktüğünüz meni nedir? onu siz mi yaratıyorsunuz?” insanlık
suretini üzerine giydirmek suretiyle siz mi onu yaratıyorsunuz? “yoksa
yaratan biz miyiz?” …
63- şimdi bana ektiğinizi haber verin?
64- onu siz mi bitiriyorsunuz? yoksa bitiren biz miyiz?
65- dileseydik onu elbette çer çöp yapardık da şaşar pişman
olurdunuz.
66- “doğrusu bunu biz borç bilmişiz.”
67- hayır, “bizler mahrum bırakıldık” derdiniz.
68- şimdi söyleyin bakalım içtiğiniz o suyu…
69- onu buluttan siz mi indirdiniz? yoksa indiren biz miyiz?
70- dileseydik onu tuzlu yapardık. şükretmeniz gerekmez mi?
71- çakmakmakta bulunduğunuz o ateşi tutuşturmaktasınız
düşündünüz mü?
72- onun ağacını siz mi yarattınız? yoksa yaratan biz miyiz?
73- biz onu bir ibret ve istifade için yarattık.
74- o halde rabbinin a’zam (çok özel) ismi ile tesbih et!
“şimdi bana, ektiğinizi haber verin. onu siz mi bitiriyorsunuz?” bitki
türü giysisini üzerine geçirmek suretiyle siz mi bitiriyorsunuz? “yoksa
bitiren biz miyiz?” şimdi de söyleyin bakalım!.. istidadınızın susaması
üzerine içtiğiniz o ilim suyunu görüyor musunuz? “onu siz mi indirdiniz?”
heyulani akıl bulutundan siz mi indirdiniz onu? “yoksa indiren biz miyiz?
dileseydik onu tuzlu yapardık.” hayatın düzeninin işleyişinde kullanmak,
yalnız dünya hayatını tertip etmek suretiyle kullanırdık. “şükretmeniz
gerekmez mi?” söyleyin şimdi bana! kutsi anlamlar ateşini ki
“tutuşturmaktasınız…” fikir çakmağıyla tutuşturmaktasınız. “onun
ağacını siz mi yarattınız?” düşünce gücünü siz mi yarattınız? “yoksa
yaratan biz miyiz?”
“biz onu bir ibret…için yarattık.” kutsi âlemdeki ezeli ahdi
hatırlatsın diye yarattık ve “istifadesi için” süluk esnasında ilim ve amel
gibi azıklardan yoksun olanların istifade etmeleri için yarattık.
75- hayır!.. mevakın nücum’a yemin ederim.
76- eğer bilirseniz, gerçekten bu yemin çok büyük bir yemindir.
77- muhakkak o, kur’ân’ı kerim’dir.
78- korunmuş, saklanmış bir kitab’dadır.
79- ona ancak temizlenenler dokunabilir.
80- o, âlemlerin rabbinden indirmedir.
“hayır!... mevakın’nucum’a yemin ederim…” yıldızların mevkılerine,
kutsal muhammedi nefsin ruhu’l kudüs’le bütünleşmesi vakitlerine
yemin ederim. ki bunlar kur’an yıldızlarının (veya bölümlerinin) vaki
oldukları vakitlerdir. ne şerefli vakitler! ve ne nurani bütünleşmeler!
yahut bundan maksat yıldızların döküldükleri yerlerdir. yani duyulardan
kayboldukları vakitler. diğer bir ifadeyle, sırrının gayba dalması ve kutsi
kafileye karışması ile birlikte bedenin iptal olması sonucu beden
batısına duyularının kaybolması. daha doğrusu hak’ta kaybolması ve
vahdete dalması…
“eğer bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” nereden
bilsinler? “hayır! mevakı’n-nücum’u…” bilemezler. onlar kim bu ilmi
bilmek kim!
“muhakkak o, kur’ân-ı kerim’dir.” her türlü saygıyı, sonsuz şerefi
ve yüksek değeri üzerinde toplayan bir ilimdir. “korunmuş… bir
kitab’da” dır. yakınlaştırılmışlar (mukarrebin) ve tertemiz meleklerden
başka, diğer tüm duyulardan saklı olarak gaipte gizlenmiştir. çünkü
kur’anî akıl o’na yerleştirilmiştir. nitekim, isa (a.s) şöyle buyurmuştur:
“ilim göktedir demeyin; onu kim yere indirir. yerin altındadır demeyin;
onu kim yukarı çıkarır. denizlerin ötesindedir demeyin; onu kim karşı
tarafa geçirip getirir. bilakis, ilim sizin kalplerinizde yaratılmıştır. allah’ın
huzurunda ruhanilerin edebiyle edeplenin, o zaman ilim size zahir olur.”
yahut şöyle bir anlam kastedilmiştir: kitab-ı meknun (korunmuş kitab)
kaza mahalli olan ilk ruh ve muhammedi ruhun mekanıdır. daha
doğrusu “ona ancak temizlenenler dokunabilir.” tabiat kirlerinden
maddeye taalluk etme pisliğinden arınmış tertemiz ruhlar dokunabilir. “
(o), âlemlerin rabbinden indirilmiştir.” çünkü allah’ın ilmi, muhammedi
mazharda zuhur etmiştir. yani kur’an allah’tan hz. muhammed’e parça
parça indirmedir (inzal olmasıdır).
81- şimdi siz bu hadisi mi küçümsüyorsunuz?
82- rızkınız onu yalanlamaktır.
“şimdi siz, bu hadisi mi (sözü mü) küçümsüyorsunuz?...” yani açığa
çıkan o’nun sözünü o’nu tahkir ediyorsunuz ve önemsemiyor
musunuz? bir şeyi küçümsediği için yan çizen, aldırış etmeyen biri gibi
kur’an’ın hakkını eda etmiyor, anlamaya çalışmıyor, tahkir mi
ediyorsunuz? “rızkınız o’nu yalanlamaktır” sizin kalbi gıdanız ve hakiki
rızkınız o kur’an’ı yalanlamaktır. çünkü siz bilgilerinizle kendinizi
perdelediniz ve kendi bilgilerinizin türünden olmayan şeyleri
yalanladınız. tıpkı cahil bir insanın, kendi inanışına aykırı olan şeyleri
inkâr etmesi gibi. böyle bir insanın bilgisi yalanlamasının kendisidir.
yani sizin şekli rızkınız yalanlamanızdır. çünkü durmadan
yalanlıyorsunuz. sanki yalanlamayı gıdanız haline getirmişsiniz.
nitekim, yalan söyleyip duran kimseye “onun gıdası yalandır” denir.
ayrıca allah’ın verdiği rızka karşı şükrü, o’nu yalanlamakla mı yerine
getiriyorsunuz?
83- hele can hulka (boğaza) dayandığı zaman…
84- ve siz o zaman bakar durursunuz.
85- biz ona sizden daha yakınızdır, lakin göremezsiniz.
86- eğer siz ceza (karşılık) görmeyecek olsaydınız.
87- şayet iddanızda doğru iseniz onu geri çevirseniz ya!...
“hele can boğaza dayandığı zaman.” yani can boğaza dayandığı
zaman onu geri çevirseniz ya! “şayet iddianızda doğru iseniz onu…”
yönetilmediğiniz, bir rabbin hükmüne göre hareket etmediğiniz, kahır
altında olmadığınız hususunda eğer doğru söylüyorsanız canı (ruhu)
bedene geri çevirseniz ya! bilakis siz, bu anlamda cebir altındasınız,
rububiyetin ezici hakimiyeti altında acizsiniz. yoksa hiç istemediğiniz
ölümü geri çevirirdiniz. 1258 • tefsir-i kebir / te’vilât
88- eğer, yakin olan (mukarrebun)dan ise,
89- artık ona rahatlık, hoş koku (reyhan) ve naîm cennetleri vardır.
90- eğer sağcılardan (ashab-ı yeminlerden) ise,
91- “sana sağcılardan selam var…” denilir.
92- ama, eğer o kişi yalancılardan ve sapıtanlardan ise,
93- artık ona kaynar sudan bir ziyafet vardır
94- ve cehennem ateşine maruz kalır.
“eğer yakın olanlardan ise…” üç gruptan yakın olanlar zümresine
dahil ise, onun için zat cennetine ulaşma ruhu, sıfat cennetleri reyhanı
ve sıfat tecellilerinin göz alıcı parlaklığı yanında fiil nimetleri ve lezzetleri
nimet (naim) cennetleri vardır.
“eğer…ise…” mutlulardan ve iyilerden (ebrar) ise, onun için sağ
ehliyle buluşmanın sevinci ve lezzeti vardır, sağ ehli onu sıfat
cennetinde fıtrat esenliğiyle, azaptan kurtuluşla, nefis sıfatlarının
eksikliklerinden beraat etmeyle selamlarlar.
“ama…ise…” eğer öne geçenlere karşı inat eden, onların
kemalatını inkâr eden ve cehli mürekkeple perdelenmiş bedbahtlardan
ise, onlar için bozuk inançlardan, yalnızlığa duçar eden cehalet
karanlıklarından kaynaklanan heyetleri azabı vardır ki, yukarıdan inen
bu azaba “ kaynar sudan bir ziyafet…” ifadesiyle işaret edilmiştir. bir de
alt taraftan bedensel heyetlerden ve ameli kötülüklerin veballerinden
kaynaklanan bir azap bir ateş vardır ki, buna da “cehennem ateşine
maruz kalır…” sözüyle işaret edilmiştir.
“muhakkak ki bu…” üç grubun haline ve akıbetlerine dair bu
anlatılanlar “kesin…” gerçektir, işin aslı bundan ibarettir. büyük kıyamet
ehline apaçık görünür ve onlar bu durumu doğrudan gözlemlerler,
hakka’l yakin yaşarlar. yani yakinleri ve bizzat gözlemlemeleri sonucu
hak ile tahakkuk etmiş büyük kıyamet ehli bu gerçeği görür.
95- muhakkak ki bu kesin yaşanacak bir gerçektir.
96- doğrusunu allah herkesten daha iyi bilir. o halde rabbinin
büyük ismini “aziym” tesbih et. -
peygamberimizin* ölülerin arkasından okunması için hadisi bulunan sure. anlam bakımından daha uygun gibi yasin'e göre.
-
resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "her kim her gece vakıa suresini okursa, ona asla fakirlik isabet etmez."(1)
abdullah ibni mesud (radıyallahü anh) vefat edeceği vakit müminlerin emiri olan hazreti osman (radıyallahü anh) onu ziyarete gelir. ona "neden şikayetin var?" deyince, o şöyle der: "doktor beni hasta etti. artık bana kim derman olabilir." o zaman hazreti osman (radıyallahü anh): "sana devlet hazinesinden maaş bağlatayım mı? deyince, o: "istemez" der. o zaman hazreti osman (radıyallahü anh): "arkanda kızlar bırakacaksın onlara lazım olur" deyince, abdullah ibni mesud (radıyallahü anh) yukarıda zikredilen hadisi şerifi rivayet ederek: "ben kızlarıma her gece vakıa suresini okumalarını emrettim, onlarda buna devam ediyorlar. dolayısıyla onlarda muhtaç olmazlar " der.(2)
resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "vakıa suresi, zenginlik suresidir. onu okuyunuz ve o sureyi kadınlarınıza ve çocuklarınıza da öğretiniz."(3)
rivayet edildi ki:
bu sureyi okumaya devam eden kimse, fakirlikten emin olur, dünya kendiliğinden ayağına gelir.
her gün sabah ve akşam bu sureyi okuyan kimse hayatı boyunca açlık ve susuzluk acısı nedir bilmeden dünyadan göçer. hayatı boyunca başka hiçbir tehlike yüzü de görmez.
ikindi namazından sonra 14 defa okunursa, rızık yağmur gibi yağar, allah’u teala işlerini kolaylaştırır. bu bereketli surenin her gece akşam namazından sonra okunması tavsiye edilmiştir. rızık, fakirlik ve yoksulluktan kurtulup zenginlik nimetine kavuşmak için okuyanlar, akşam namazından sonra okumaya devam etmelidirler.
bu sureyi ara vermeksizin 40 gün 40 defa okuyan kişi, asla fakirlik çekmez. allah’u teala o kişiye yorulmadan ve günaha girmeden helal rızıklar nasip eder.
ölmekte olan bir kişiye vakıa suresi okunursa, münker ve nekir meleklerinin suallerine kolaylıkla cevap verir.
ariflerden bazıları demişlerdir ki: "ölmüş bir kimsenin üzerine vakı suresi okunursa, meyyitin acı ve ıstırabı hafifler. ölümle burun buruna gelen ve cen vermekte olan ağır bir hastanın üzerine okunursa, imanla göçmesine vesile olur. azrail (aleyhhisselam) da o kimseye karşı çok nazik davranır. abdestli olarak her gün sabah akşam bu sureyi birer defa okuyan kimse hayatı boyunca açlık ve susuzluk acısı nedir bilmez ve hiçbir tehlike yüzü görmez."
imam kurtubi (rahimehullah) buyuruyor ki: "tohum ekerken e’üzü-besmele’den sora vakıa suresinin 63-64. ayetleri ve zikredilen duayı okumak müstehaptır. ayrıca ekine isabet edecek zararın uzaklaştırılmasına vesile olur .. -
sûre-i vâkıa'yı okumaya devâm edenleri allah zengin kılar, ululuk ihsân eder, nâmerde muhtâc etmez...dünyâ zenginliği isteyenler bu sûre-i celîleyi akşam ile yatsı namazları arasında okumaya devâm ederlerse yakın zamanda faydasını görürler...
-muzaffer ozak- -
"büyük bir kısmı öncekilerden,
az bir kısmı sonrakilerden.."
bu surede geçen bu iki cümle beni her zaman aynı muhteşemlikle etkiliyor.
ikinci hayatında refah içinde huzurlu yaşayacakların büyük bir kısmı,
öncekilerden: her zaman gerçeği adaletle dile getirenlerden, bunu kalabalıklar tarafından kınanmayı, dışlanmayı hatta linç edilmeyi göze alarak yapanlardan.
az bir kısmı ise sonrakilerden: kalabalıklara uyanlardan, ancak gücü ele geçirmiş kalabalık bir kitle gerçeği söylerse, o zaman gerçeği söyleyebilecek kimselerden. gerçeği haykırmak için kalabalıklar karşında risk alamayanlardan...
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap