• askerliğinin son günü komutanını döven askerin askeri mahkemedeki savunmasına başlangıç sözü.

    -niye dövdün evladım komutanını
    -şafakta verilmiş sözüm vardı
    -o ne demek evladım
    -dedim ki bu adam bana çok çektirdi ben de askerliğin son günü dövecem
    -iyi de şimdi askerliğin yandı tekrar yapacan bittikten sonra dövseydin keşke
    -hadi be şafakta sözüm var bu seferde seni dövecem
  • (bkz: la promesse de l'aube)

    bu kitabını okuyana dek yazarı, "onca yoksulluk varken'in yazarı" diye tanımlayacağımı var sayardım oysa şafakta verilmiş sözüm vardı'nın yazarı dense de yerinde bir tanım olurmuş, bilemedim.

    şafakta verilmiş sözüm vardı, romain gary'nin* onca yoksulluk varken ve kadının ışığı kitaplarından sonra okuduğum 3. kitabı. ve bu kitap bende, tüm külliyatını okumak istediğim bir yazarın daha kişisel listeme eklenmesine sebep oldu.

    kitapta anlatıldığına göre, annesinin tüm çabasına ve desteğine karşın, sanatın hemen her dalında başarısız olan yazar, çareyi yazmakta buldu zira kitapta da vurgulandığı üzere: "edebiyat ona biraz, nereye yöneleceklerini bilemeyenlerin başvurdukları son sığınak gibi görünüyordu.”

    kitabın alev er'in tercümesiyle, agora kitaplığı'ndan çıkan 2012 tarihli 1.basımındaki arka kapak yazısı şöyledir ve sırf arka kapak yazısını okuyarak kitap almaya karar veren okuyucuların eminimki mutlak suretle dikkatini çekecektir:

    ‘‘yaşayan ve ölen canlılar analarını nasıl sevdilerse, ben de annemi öyle sevdim; ne daha çok, ne daha az, ne de başka türlü. dünyayı, düzeltip doğrulttuktan sonra onun ayaklarına serivereceğim konusunda kendi kendime söz vermiştim. bu gencecik özlemin yalnızca ona, anneme yönelik olmadığını anlıyorum düşündükçe. bu, genç bir kişiliğin kendini üçüncü kişilere kanıtlama çabasıydı.

    geçmişe, yaşadığım hayata dönüp şöyle bir göz attığımda -isteyen keyfine, değer ölçülerine ve yüreğine göre yargılasın- aramızdaki bağın, ister bir hastalık, isterse normal bir durum olarak değerlendirilsin, gelişmesinde şimdi daha net olarak görebildiğim bir şey var: uğrunda yemin ettiğim, gerçekleştirmek için kendi kendime söz verdiğim şey, sevdiğim tek bir kadının talihini değil, bütün bir insanlığın alınyazısını değiştirmeye çalışmaktı. onu yengi dolu bir ışıltıya ulaştırmaktı…”

    --- spoiler ---

    -bana hiçbir şey olmazdı; çünkü ben onun mutlu son’uydum. ve böyle, umutsuzca evrene egemen olmaya çalışan insanlar gibi, kendimde sürekli o'nun zafer'ini görür oldum.

    -paganini'nin günün birinde kemanını fırlatıp bir kenara atması ve yıllarca elini bile sürmemesi artık beni şaşırtmıyor. şaşırtmıyor çünkü, o da biliyordu sonuncu top diye bir şeyin olmadığını.

    -faust trajedesini oluşturan şey aslında onun ruhunu şeytana satması değildir. trajedi olan, hem de gerçek trajedi olan, ruhumuzu satın alacak bir şeytanın var olmamasıdır.

    -gerçek şu ki yenildim ben. yenildim ama, yalnız bırakıldığım için yenildim, başka bir nedenden değil. bana hiçbir şey öğretilmedi. ne uyanık davranmak, ne de sabırlı olmak; hiçbiri.

    -parlak bir savaşçı olamamışsam bu benim suçum değildi ki. ben elimden geleni yapmıştım.
    ...bombardıman pilotuydum. ne yazık ki bizim mesleğin öyle olağanüstü bir yanı yoktu. belli bir hedefe bombalar bırakılıp geri dönülüyordu. ya da dönülemiyordu.

    -insanları seviyorum. koşullar ne olursa olsun, birilerinin bırakılıp atılmasına dayanamıyorum.
    ...bazen kafamı kaldırır, sevgiyle kardeşim okyanusa dikerim gözlerimi: o sonsuza dek uzanabiliyor. ama ben biliyorum ki, sonunda o da bir yerlere çarpıp duruyor.

    -ve o günü unutmak (savaş günlerini), hiç bilmemek, iyi bir şey bence. anıları, dostluğu ve bağlılık denen duyguyu bir çeyiz gibi sandıklarda saklamak da güzel.

    -insanın, tanrısal bir iradeyle doğruluğa ve açıklığa yöneltildiğine inandığı anlar vardır.

    -yediğim darbeleri abartmaya niyetim yok. ışığımı elimden aldılar. olabilir. onu yakalamak için uzanan daha binlerce el var. bu yüzden hâlâ umutla gülümseyebiliyorum.

    -evimde hayvan beslemiyorum. çünkü kötü bir huyum var; birine bağlandım mı, ondan ayrılmak beni perişan ediyor. böyle olunca da okyanusa bağlanmak daha çok işime geliyor. hiç değilse o kolay kolay ölmüyor.

    --- spoiler ---

    ve şu ana kadar okuduğum kitaplar içindeki en muhteşem son cümle:

    -yaşadım ben.
  • roman kacewin masallaştırılmış öz yaşam öyküsüdür. nüktedan bir dille yazılmıştır. idealist bir annenin, kendisine adanmış ve sorumlu evladını konu alır. evladın başından geçenlerle birlikte, aile, cinsiyet, milliyet ve toplum ilişkilerini de tartışadurur. ikinci dünya savaşı zamanını bir vatandaşının(!) gözünden okumak için keyifli bir kitap.
  • romain gary'nin kendi hayatını kaleme aldığı, başyapıt denilecek kitabı. diğer eserlerinden daha çok yakınlık kurabiliyorsunuz bu kitabında. bu nedenle olsa ki son bölümü okurken, hatta son 4 paragrafı, gözler dolmaya başlıyor. vedalaşmak istemediğiniz bir yazarın vedasına şahit oluyorsunuz canlı canlı.
  • ‘ve ben, masanın arkasındaki kısa pantolonlu çocuk, anneme bakardım; yeryüzü anneme olan sevgimi taşıyacak kadar büyük değildi.’

    şafakta verilmiş sözüm vardı, bir annenin fedakârlığının hikâyesi olarak başlar; yalnız ve fakir oğluna en iyisini vermek için kıyasıya mücadele eder. romain gary, ıı.dünya savaşı’nda fransa için savaşan genç bir adam olarak maceralı hayatını anlatıyor. ama her şeyden önce, annesine olan sevgisinin hikâyesini anlatıyor.

    yıllarını boğuşma içinde geçiren bir adam her şey olup bitince okyanusun kıyısına uzanıyor ve yapayalnız olarak yatıyor. fokların gürültüleri, hüzünlü martıların, binlerce deniz kuşunun çığlıkları ıslak kuma çarpıp çarpıp geri dönüyor. tıpkı bir aynadan yansır gibi. sonra birden düşünüyor; ‘insanın büyüyünce bile çocukluğunu yaşayabilmesi ne garip!’

    yürek burkan bir okuma deneyimi oldu benim için. acı dolu anılar çokça mevcut kitapta. bu hikâyede en çok dikkati çeken şey ise anne oğul arasındaki bu derin sevgi. bir ışık sürekli bizi onların inanılmaz ve öngörülemez yaşamlarına taşıyor. okurken bu sevgiyi kalbinizde hissediyorsunuz. kitabın içerisinde bir sürü altı çizilecek cümle var. kalemi alıp sürekli karalamak, not almak istedim ama yapamadım.

    sonu apaçık olsa da tam bir sürpriz ile geliyor.

    ‘dediğim gibi, yaşam hiç de göründüğü kadar yaşlı değil. yaşlandıkça uzuyor, zaman kazanmaya çalışıyor ve yapacak hiçbir şey kalmayınca da çekip gidiyor. her şeyinizi alıyor, ama size hiçbir şey vermiyor.’
  • enfes bir romain gary kitabı..

    hayatın zorlu fırtınalarına karşı tek başına ayakta durmaya çabalayan bir kadın ve tüm direngenliğiyle yoksul kaderini değiştirmek istediği biricik oğlu. yokluğun ve varlığın, yaşamın ve ölümün, göçmenliğin ve yurttaşlığın koridorlarında gidip gelen bir yaşama savaşı. annesinin şefkatli koruyuculuğunda büyüyen bir çocuğun naif hayallerine ulaşmak için yazgısına meydan okuyuşu. gary’nin gerçek hayatından kesitler, enfes bir anlatım, duygu yüklü bir hikaye..

    sıcak bir anne – oğul ilişkisini okumaya hazırlanın. hayatının şafağında verdiği sözü, vefa ve sadakatten yapılmış bir kolye gibi hayatı boyunca boynunda taşıyan çocuğun, annesine yaraşır bir insan olma mücadelesinde kendi yaşamınızdan izler bulacaksınız.

    goncourt ödülünü takma adıyla ikinci kez kazanarak edebiyat otoritelerine çalım atan romain gary’nin hayatından izler okumak, onun yazın dünyasında yapılacak yolculuğun kapısının aralandığı ilk durak gibi görülebilir.

    kaynak: ovekanet
  • o kadar etkileyici, o kadar karmaşık duygular yaşatan bir kitap ki, üzerine söylenecek bir şeyler bulmakta zorlanıyorum.

    kendi hayat hikayesini zaman zaman kahkaha attıran detaylarla, zaman zaman da duygusal olarak derin çukurlara sürükleyen tespitleriyle anlatan romain gary, kitap boyunca yaşatmış olduğu birbiriyle zıt duyguları, kitabın muhteşem son cümlesi ile yıllar sonra kendisini vurarak intihar ettiğinde bıraktığı mektubun sonunda yazdığı "çok eğlendim, teşekkür ederim. hoşçakalın" notu ile birbirine bağlamıştır.

    --- spoiler ---

    yaşadım ben.

    --- spoiler ---
  • çok çok eski bir baskısından okuma şansım olduğu için ismini her gördüğümde ayrı bir mutluluğu tekrar hissettiğim harika bir roman.

    okurken kendimi fransızca biliyormuş sandığım, annelerin hepsinin her şeyden bağımsızca aynı şekilde oğullarında kendilerini yoğurduklarına kuşkusuz inandığım, insanın vizyonunun ne denli maddiyattan ilgisiz olduğunu, hayallerinin ne denli içine işleyebildiğini, kendilerini görmek istedikleri hallerini çocuklarına enjekte etmekteki sınırsız arzularını ve anneleri yokluklarında ancak tam olarak anlayacağımızı dikiş atılmış bir yaranın dikişlerini bıçakla kanırtarak keserken hissedilecek ne varsa öyle hissettirip içime nakşedilmesinin sorumlusu.

    şafakta verilmiş sözüm vardı
    ben de kendime şafakta sözler veriyorum
    hala.
hesabın var mı? giriş yap