• su,süt (yoğurt da olabilir ),taze marijuana yaprağı,badem,karanfil,tarçın,toz zencefil ve şekerle hazırlanan bir hint içeceği. shiva ' nın kutsal içeceği olarak bilinir.
    (bkz: bhang)

    (bkz: lassi)
  • saat gece yarısını geçmişti. tüm hindistan uyuyor olmalıydı; ben öyle sanıyordum. issız sokaklarda bir başıma dolaşırken küçük bir dükkan gördüm. çoğunlukla orta yaşlı erkeklerden oluşan bir grup dükkanın önündeki karşılıklı dizilmiş banklara oturmuş sohbet ediyorlardı. dükkan'da kimse yoktu. tezgahın arkasındaki raflarda sıra sıra bardaklar, şişeler ve şeker kamışı tomarları vardı. adım başı bulunan şeker kamışı suyu satan dükkanlardan biri olmalıydı. büyük olasılıkla dükkanın sahibi paydos ettikten sonra tezgahın arka tarafına geçip uyumuştu. gidip sohbet edenlerin yanlarına oturdum; karanlıkta beni farketmediler bile... ne konuştuklarını bilmiyorum; ama büyük keyif aldıkları her hallerinden belliydi. sohbete devam ederken birinin yerinden sessizce kalkıp dükkana gittiğini gördüm. adam aşağıdan doğru uzanan elin verdiği koca metal bardağı alıp bir dikişte bitirdi ve geri verdi. ardından usul usul yerine dönüp sanki hiç kalkmamış gibi sohbete devam etti. beş-altı dakika sonra başka bir tanesi aynı şekilde gidip bardağı aldı bir dikişte bitirip geri verdi ve yerine döndü. bu seremoni her beş-altı dakikada bir tekrarlanıyordu; dayanamayıp sordum:
    - o nedir?

    aralarında bir yabancı olduğunu anlamışlardı. hepsi bir anda gözlerini bana çevirdi... içlerinden biri, “daha önce hiç bang içmedin mi?” dedi. “ne olduğunu bile bilmiyorum ki...” dedim. beni alıp tezgahın önüne götürdü. oradan bulduğu bir mumu yakıp tezgahın diğer tarafında yere bıraktı. diğer tarafta bir ondört-onbeş yaşlarında delikanlı yere bağdaş kurmuş, bir taşın üzerinde bazı bitkileri karabiber tohumuyla karıştırıp uzun uzun eziyordu. taşın üzerinden akan bitki suları, yanlardaki oluklardan bir kaba dökülüyordu. çocuk topladığı bitki sularını şeker kamışı suyuyla karıştırıp bir bardakla servis ediyordu. gördüğüm seremoniye, her bir içkinin hazırlanması beş dakika civarında sürdüğü için ihtiyaç vardı. yanımdaki teklifsizce bir tane de bana söyledikten sonra, “seni gündüz resim çekerken gördüm, hatırlıyorum” dedi ve ekledi, “sana çok daha güzel resimler göstereceğim; ama hepsini unutacaksın!”

    yirmi-yirmi beş dakika sonra benim bangım gelmişti. verdikleri bardağı bir dikişte bitirdim. zaten başka türlü içmek mümkün olmayabilirdi. şeker kamışı suyu ve karabiber bitkilerin kötü tadını gizlemek içindi. gerçi öyle bile kötü tadı vardı. ama keskin kokuyu gizleyen bir şey yoktu. bardağı verip tekrar adamların yanına oturdum. biz sohbete devam ederken bedenimi ve ruhumu hafif bir rahatlama hissi sardı. etrafımdaki resimlerin gerçekten de değişmeye başladığını farkettim. üstelik, sadece adamın sözünü ettiği resimler değil, sesler ve kokular da yavaş yavaş değişiyordu. adamlar ikinci bardaklarını içerken yanımdaki, “sen içme! içersen resimleri kaçırır, uyursun” dedi. aslında zaten bir tane daha içmezdim; ama uyarması hoşuma gitmişti. zaman su gibi akıp giderken biz konuşmaya devam ettik.

    saatler ilerlerken hintliler birer birer dükkandan ayrılıp evlerinin yolunu tutmaya başladılar. en son üç kişi kalmıştık. artık adını öğrendiğim anis, iki eşi olduğunu; eşlerinden birinin hindu, diğerinin ise müslüman olduğunu söyledi. eğer zamanım varsa beni eşleriyle ve çocuklarıyla tanıştırmak istiyordu. hindistan'da zamandan bol bir şey yoktur; ama gecenin o saatinde eşlerinin ve çocuklarının uyuyor olması gerektiğini düşünüyordum. bunu söylediğimde, “uyanıklardır, ben eve dönmeden uyumazlar. hem gündüz uyuyorlar; gidince görürsün” dedi. kalkıp yürümeye başladık. sanki o sokaklar benim bu dükkanı bulmadan önce geçtiğim sokaklar değillerdi. aslında ay batıyordu; ama gece aydınlanmış gibiydi.

    evin avlusuna girdiğimizde bir çocuk ağlaması karşıladı bizi. üç çocuğun biri dokuz, biri beş, biri de ikibuçuk yaşındaydı. hindu eşiyle daha uzun süredir evliydi, müslüman eşi en küçüğün annesiydi. avlu bir buçuk-iki metrekareden daha büyük değildi. avludan açılan bir kaç kapı vardı. hepsini teker teker açıp evini gezdirdi. küçücük bir tapınak, minicik bir mutfak, bir banyo-tuvalet, onbeş-onaltı metrekarelik bir büyük oda ve içine benim sığamayacağım; adam içinse yeterince büyük, içinde sadece bir yatak olan başka bir oda vardı. küçük odayı eşlerinden biriyle yalnız kalmak istediğinde kullandığını söyledi. sonra o küçücük avluya bağdaş kurup sohbete devam ettik. aradan çok geçmemişti ki, zorla yürüyen doksanküsür yaşlarında bir dede girdi avluya.

    gelen hindu eşinin büyükbabasıymış. dede, yıllarca yürüyerek şehir şehir tapınakları dolaşmış bir hacıydı. aslında tek kelime ingilizce bilmiyordu; ama nasıl olduysa tercümana ihtiyaç duymadan anlaştık. biz dedeyle jestler, mimikler ve seslerden oluşan bir dilde sohbet ederken anis kocaman bir cigaralık sardı. reddetmenin imkanı yoktu, üç kişi cigaralığı çevirmeye başladık. bir yandan da konuşmaya devam ediyorduk. cigaralık bittiğinde bulutların üstünde gibiydim. anis, dedenin geleceği okuyabildiğini; istersem elimden geleceğimi okuyabileceğini söyledi. “çok isterim; ama sonrasında daha fazla kalmadan gidersem beni affeder misiniz?” diye sordum. “tabii gidebilirsin, sohbete yarın devam ederiz” dedi.

    elimi dedeye uzattım, iki avucunun arasında tuttuğu elimi uzun uzun inceledikten sonra ani bir hareketle kafasını kaldırıp gözlerini gözlerime dikti ve heyecanla bir şeyler söyledi. anis heyecanla dedenin ilk sözlerini çevirdi: “senin iki karın var!” “nasıl yani, şu anda iki karım mı var?” diye sordum. “bunu sen bilebilirsin” dedi, “şu an derken ne kastediyorsun?” doğrusu böyle bilge bir cevap duymayı beklemiyordum; daha fazla soru sormadan dedeye döndüm. dede bana uzun uzun bir şeyler anlattı. anlattıklarından çevirilenler ve çevirilenlerden aklımda kalanlar pek fazla değil. ölümü zamanı geldiğinde huzur içinde karşılayacağımı söylediği aklımda. kaç yaşında öleceğimi de söyledi. ve bu arada nasıl bir bağ kurduğuna inanmakta zorluk çektiğim ama gerçekten de bu anlatılanları yaşayacak kişi ben olabilirim diye düşündüğüm bir kaç şey daha söyledi...

    kalkıp otelin yolunu tuttum. sanki yürümüyor uçuyordum. sokak aralarından doğru yürürken hindistan'nın gerçekten de hiç bilmediğim resimlerini gördüm. şaşkınlıkla sokakları seyrederek, sesleri dinleyerek yürüye yürüye deniz kenarına çıktım. sahilde oturup uzun uzun dalgaları seyrettim. hint okyanusu günün ilk ışıklarıyla aydınlanıyordu, ilk gelen bir kaç balıkçıya şans diledikten sonra odamın yolunu tuttum. üç gün boyunca geceleri dükkana gidip hintlilerle oturup bang içtim ve resimlerin değişimini seyrettim. anis haklıydı; resimleri unuttum. aklımda sadece ne kadar güzel oldukları kaldı. bir gece şeker kamışı suyuyla, bir gece sütle, bir gece de tatlı hint ayranıyla karıştırılmış bang içtikten sonra bang içmeye ara verdim. bir daha hiç içmemeyi o an düşünmemiştim. bir daha içmedim; çünkü günler geçerken güzel resimler görmenin tek yolunun bang olmayabileceğini farkettim. bang olmadan da resimlere başka bir açıdan bakmanın yolu var gibiydi. daha önemlisi, o resimleri akılda tutmaya çalışmanın anlamı yoktu. hem hindistan'da bir insanın hafızasında tutabileceğinin kat kat fazlası resim vardı; hem de gördüğüm her yeni resim öncekilerden daha güzeldi.

    aylar sonra, tayland'da çocuklara öğretmenlik yaparken tanışacağım bangladeşli haru, “başka şeyleri bilmiyorum; ama güzelliğin kaynağı hindistan'dır” dediğinde aklıma hindistan'da gördüğüm resimlerin güzelliği geldi...
  • lassi denen şey yoğurtshake. bunu bize hindistan da takılan bi arkadaşımız yaptıydı, hayatımda içtiğim en kötü şey gibi bişeydi. kafası da yoktu.

    bi gün sonra kek yaptıydı o da bok gibiydi.

    en iyisi sar keke sar.
hesabın var mı? giriş yap