• turkiye'de pek cok ornegi bulunan gruptur bunlar.

    genel ozellikleri, bunların liderlerinin veya elebaşlarının bilinçsiz halkı,küçücük çocukları ve hatta adam olamamış akademisyen ve idari amirleri bile kandırarak, dini siyasete ve kendi menfaatlerine alet etmesi, bunun yanında da her yere kök salmalarıdır.

    gayrimüslim olanları da vardır ancak çoğunluğu islamidir. islam'a göre, en büyük günahlardan olan birini, kul ile allah arasına başkalarını sokma işi de bu cemaatler yüzünden olmaktadır. insan özgür iradesinin yerini cemaat iradesi almakta, dinen de kul ile tanrı arasında olan bir kutsal ve özel inanç, başkalarına açılmaktadır.

    ulkemizin onundeki en buyuk tehlikelerden biridir, çeşitli politikacılarımızın da etkisiyle bu hale getirilmiştir.

    (bkz: suleymancılar)
    (bkz: naksibendiler)
    (bkz: nurcular)
    (bkz: adnan hocacılar) *
    (bkz: gider bu)
  • kurum olarak cemaatler dışa kapalı hiyerarşik örgütlenmelerdir. bunda temel aldıkları batıni öğreti ve felsefe, cemaat üyesini, ibadetinden, dış dünyaya nasıl bakacağına, nasıl tavır alacağına kadar hayatını bütünüyle yönlendirir. birey olarak kişiliğini elinden alır, aidiyet duygusu aşılar, bir klanın, komünün üyesi olmanın rahatlığını verir.
    zaman ve çağlar boyunca cemaatler ve yönetici elit/devlet arasında karşılıklı birbirini kollayan; bu süreçte çatıştıkları kadar uzlaştıkları dönemleri olmuştur. örn., 1830’lu yıllarda, osmanlı’da yeniçerilik tasfiye edilirken, yeniçerilikle bütünleşmiş bektaşilik de gözden düşmüş, bütün bektaşi tekkeleri de kapatılmıştır. bektaşi tekkeleri kapatılırken, sünni tarikatlara ise hiç dokunulmamıştır. cumhuriyet döneminde ise, hemen başında, iktidar elitleri, kendisi kontrol etmek amacıyla, hilafeti lağvedip, kurumlarını diyanet işleri başkanlığı altında topladığı süreçte, şeyh sait isyanı’nı da bahane edip bu defa bütün tekke ve zaviyeleri kapatmışlar; ama, mevlevi tekkelerinin varlıklarını sürdürmelerini görmezden gelmişlerdir.
    tekke ve zaviyeler aracılığıyla kendilerini kurumsal ve legal olarak ifade eden cemaat yapılanmaları, bu imkan ellerinden alındığında, illegal olarak ve deyim yerindeyse “samanlık”larda gözlenerek, bu defa cumhuriyetle kavgalı olarak örgütlülüklerini “illegal” veya “informel” olarak sürdürmüşlerdir. bu informel yapılar son yirmi yıl meşruiyet kazanmışlarsa da; resmi kurumların ve modernist yaşamın ihtiyat ve güvensizliği tam olarak giderilmemiştir. aynı zamanda, cemaatlerin de, resmi kurumlar ve modernist yaşama nasıl bakacakları konusunda netlik bulunmamaktadır.
    bunun örneği, 2003 genel ve 2004 mahalli seçimlerinden beri hem merkezde ve hem mahalde iktidarı elde tutan cemaat yapılanması ağırlıklı siyasetin, sivil hayata, sivil yaşam biçimlerine müdahale isteğini, içkili lokantaları “kırmızı fener sokakları” projeleriyle şehir dışına çıkarmak başta olmak üzere, giyim-kuşama kadar pek çok alana müdahaleyi amaçladıklarını, bir kısmını uygulamaya koyduklarını görüyoruz.
    devlet veya iktidar elitleri konjonktüre göre, eskiden yukarıda gibi ve günümüzde de cemaatlerle zaman içinde çatışmaya girebilecekleri gibi, uzlaşabilir, güçlerini kendi lehlerine kullanacaklarını düşünebilirler.
    cemaatler, gelişmiş modern bir toplumda, “sivil” yapılanmalar olarak varlıklarını, iktidar projeleri olmadan, kendi hallerinde sürdürebilirler. ötesinde, devletle birlikte veya devletin içinde, iktidar veya toplum mühendisliği projesi ile daha dindar, daha muhafazakar insanlardan müteşekkil bir ülke yaratıp yönetmelerini ise asla temenni etmiyorum. bu, 200 yıllık modernleşme ve yüzyılların biriktirdiği çok renkli anadolu kültürünün terki; kendi halinde bir orta doğu ülkesi haline gelmemiz demektir.
  • cumhuriyetçi kadroların modernleşme projelerinin başlangıcında planlı bir şehirleşme politikası yoktu. aksine, köy enstitüleri ile “köy”ün statik yapısın içinde verimliliğinin artırılması öngörülmekteydi. ikinci savaş sonrası, kapitalizmin eski anavatanı imar edilirken, yakınındaki yeni pazarlar da bu değişim sürecine katıldılar. türkiye de, bu planın bir parçası olarak, marshall yardımından aldığı payla, makineleşmesi ve ilave işgücü talebi, kıyılaşma sürecini de başlatmış oldu. bu süreci öngörmemiş iktidar kadroları, kentlerin varoşlarını hızla dolduran işsiz ve mesleksiz kitleye yönelik hiçbir yerleştirme, meslek edindirme ve hizmeti verememekteydi. dünün topraklarından özgürleşmiş kır yoksullarına bu süreçte, hemşerilik dayanışması dışında yardım eden dini cemaatler olmuşlar; bu sosyal ödevleri karşılığında, bu kesimde hızla örgütlenmişler, gelecekteki siyasi projelerinin kitle tabanını oluşturmuşlardır.
    cumhuriyet ve kadrolarının, aniden yükselen bu kıyılaşma dalgasını sosyal ve teknik bir devlet olarak bütünüyle kavrayabilmeleri, o da hala kısmen, neredeyse 60 yıl sonra, ülke vatandaşlarını tek bir sosyal güvenlik şemsiyesi altında alan sosyal güvenlik yasası ve henüz yeterli fon birikimi olmamasına rağmen, transfer ödenekleriyle, işini kaybeden, ilk kuşak köylü kökenli kent yoksulunun torunu sanayi işçisine yetersiz de olsa işsizlik ödeneği vermeye başlamaları ile ve ancak günümüzde mümkün olabilmiştir.
    bu noktadan sonra, dini cemaatlerin, kapalı yapıları içinde ve sadaka kültürleri gereği yaptıklarını, sosyal teknik devlet üstlenmiştir ki; cemaatlerin 60 yıl boyunca edindikleri tecrübe ve kazandıkları itibarı siyasete tahvile çalışmaya devamı, artık, sosyal teknik devletin kendi organlarını güçlendirmesine zarar verecektir.
    cumhuriyetin, önemli ölçüde içine sızan ve stratejik noktalarda bulunan cemaat üye ve yöneticilerinin baskıları veya kendiliğinden boyutları bütünüyle bilinemeyen bu informel teşkilatlarla buluşma, barışma adı altında uzlaşması, modernleşme projesinden vazgeçip, en azından 15 asır öncesi ideolojisine devleti teslim etmesi kabul edilemez. modern toplum, bu ideolojiyle ve cemaat ilişkileri temelinde yönetilemez/yönetilmemelidir de..
    *
    türkiye’de kapitalizm, biraz da böyle dış dinamiklerle gelişmiş - hala bir miktar içinde barındırdığı kapitalizm öncesi kalıntıları tasfiye yükümlülüğü bulunsa da- ve teknik devlet işlevlerini yerine getirmeye başlamıştır.
    toplumu değiştirme ve gelirin yeniden paylaşımı görevi artık, modern sosyal dinamiklere aittir.
    cemaatlerin ise, modern toplum içinde, (marjinal) sivil toplum olarak kalmasında, yer almasında, siyasi programı ve projeleri olmadan, dini duyarlılıkları seslendirmelerinde bir sakınca da yoktur.
  • islamiyette tarikat, cemaat kavramı yoktur. çünkü allah'a ulaşmanın yolu direkt kendisinden geçer. neyi istiyorsanız veya ne derdiniz varsa doğrudan o'na gidersiniz. yani tarikat vs. hep yan yoldur ve ana yol dururken yan yollardan allah'a erişilmez. siz kalkıp merkeze başka şeyleri koyarsanız ve bu yan yollara saparsanız yolunuzu şaşırırsınız ki dinden çıkarsınız sonunda. o nedenle bu tip oluşumlar siyaset bir yana, islam dini için bile son derece tehlikeli oluşumlardır ve elde inanılan dinin kitabı kuran dururken bunlara başvurmak da akılsızlıktır.

    (bkz: allah akıl fikir vermiş kullan diye)
  • bir gün gelecek, bitecekler.

    hem türkiye'de hem dünyada bitecekler.

    işte o gün yeryüzü çiçek açacak, güneş bir başka doğacak, insanlık umudu yeniden yeşerecek.

    (çünkü dinler insanları doğru yola sevk edebilir, ama cemaatler asla. çünkü her dinin güzel tarafları vardır, ama cemaatlerin asla. çünkü bir dinin mensubu özgür olabilir, cemaatlerin asla).

    bir gün gelecek, insanlık aydınlanacak, uluslar akıllanacak. ve o gün "yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" diyebileceğiz. ve o gün "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller" yetiştirebileceğiz. ve işte o gün, gerçek anlamda "çağdaş insanlık ailesinin onurlu mensupları", hakiki manada "türk ulusunun hayat damarları" olabileceğiz.

    bir gün gelecek, bunlar insanlığın yakasından düştükleri o gün insanlık iyileşecek. sloganlar iyi hoş da, asıl o zaman her şey çok güzel olacak.
  • türkiye’nin başına örülmüş, iki asırlık bir bela, bir çeşit kara vebadır.

    malum sebeplerden ötürü baştan belirtme gerekliliği hissediyorum. kimsenin dini inancını, yaşam tarzını umursamam. taşıdığı değerleri benimsemiyorsam sevgi, saygı, sempati de duymam. sadece umursamam. başkalarına müdahil olmadığı müddetçe isterse mangoya tapsın, bana ne?

    ama bu dini cemaatler meselesi, tam bir baş belası. sosyal gelişimin önüne örülmüş bir set, toplumsal huzurun içine gizlenmiş bir mayın adeta.

    bir kere bu dini cemaatlerin tarihi bile çok şey anlatıyor bize. her ne kadar kendi uydurdukları bir silsile vesilesiyle kendi tarihlerini taaa peygambere kadar dayandırsalar da, şu anda türkiye’de aktif olan dini cemaatlerin ekseri çoğunluğunun bu topraklarda tutunma ve var olma süreçleri bir asırdan öteye gitmez. şimdilerde bir yığın farklı cemaat olarak varlığını sürdüren nurcular, süleymancılar, menzilciler... sorsanız hepsi ama hepsi, kendilerini muhammed’e kadar dayandırır. sadece silsile-i saadat dedikleri şeyle değil üstelik. mesela bir takım hadisler ileri sürerler. neler yok ki? şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır, ümmet yetmiş iki buçuk fırkaya bölünecek ve içlerinden sadece bir tanesi ehli sünnet vel cemaat üzerine olacak(?). daha ileri gidip islam peygamberinin kendi şeyhleri hakkında, benden çok sonra o gelecek, benim yapamadıklarımı yapacak falan dediğini iddia edenleri bile duydum, gördüm, şahit oldum.

    ama bu safsataları komple bir kenara bırakırsak, çok çok yeni bir şeydir bugün ülkenin her tarafında gördüğümüz o cemaatler.

    diğer sami dinleriyle kıyaslarsanız, islamiyette ruhban sınıfının konumu, öyle çok ayrıcalıklı değil. herkes eşit, kimse ayrıcalıklı değil, kimse de kimsenin çobanı değil. ritüeller belli bir dini lidere muhtaç da değil çoğu zaman. yarım yamalak dini bilgisi olan birisi, rahatlıkla namaz da kıldırır, cenazeyi de yıkar. eee ne kaldı geriye? geriye kalan şey tasavvuftu.

    tasavvuf, özünde islam coğrafyasının islami bir bakış açısıyla (ya da onu ihmal etmeden) felsefe yürütme şeklidir. yani bir nevi, ayrıcalıklı ve elit bir sınıfın, zümrenin ya da sadece “şanslı” insanların meşgalesi. diyelim 13. yüzyılda yaşıyorsun. moğol istilaları, bir yığın hastalık, dert keder derken bir çeşit varoluşsal bunalımın içindesin, oradan oraya sürünüyorsun. bir bakıyorsun, bir dergah. mevlana diye bir adam bir şeyler anlatıyor. aklına yatıyor, ruhuna işliyor, diyorsun ki tamam ben kendi yolumu buldum. şansın da yaver giderse, onun müridi oluveriyorsun. o senin “şeyhin” oluyor.

    bu tip tarikatlar, tasavvufi akımlar yaygın. devletler de bu tarikatları çeşitli ayrıcalıklar vererek kullanmış, kimi zaman kontrol altında tutmuş, kimi zaman beslemiş. bizim için en bilindik olanları, mevlevi’lerle bektaşiler. ama unutmayın, bu tarikatlar daha sofistike, elit zümrelere hitap eden, öğretileri de felsefi çıkarımlar içeren tarikatlar.

    nakşibendi tarikatları, cemaatleri öyle değil işte. öğretileri, avama hitap ediyor. doktrinleri var, öğretilerle uygulamalar iç içe geçmiş. ama en önemlisi şu, rabıta diye bir mevzu var. buna göre, şeyhini tanımana, hatta hayatında bir kez olsun görmene bile gerek yok. zikir halinde şeyhini kafanda canlandırıyorsun, şeyhinden sana bir nur aktarımı (gülmeyin, harbiden böyle bir şey bu, hahah) oluyor, hoop tam teşekküllü bir mürit oluyorsun!

    böyle bir şeyi kanuninin döneminde istanbulda falan yaymaya kalksan, adamı kazığa oturturlar yani. mümkünatı yok, dillendiremezsin bile. saçma olduğu için, ya da islama çok aykırı düştüğü için değil haa. böyle bir şeyh, kendisini yarı peygamber, yarı tanrı bir konuma yerleştirdiği için sırf. çünkü böyle bir dinin müridi, her yerde her şeyi yapabilir. izini süremezsin, yayılmasını engellemek çok zor, nereden baksan çok çetrefilli bir iş. durduk yerde hangi aklı başında bir yönetici başına böyle bir belayı sarmak ister? haşhaşilerden bin beter, düşman başına!

    ve bu saçmalıklar öyle bir zamanda yayılmaya başlıyor ki, yeniçeri ocağı lağvedilmiş, bektaşilik ciddi şekilde güç kaybetmiş. mevlevilik yok olmanın eşiğinde. bu paşalara gün doğuyor tabi. taşrada palazlanmaya başlıyorlar gözden ırak bir şekilde.

    sonra cumhuriyet kurulduğunda, atatürk bunlara meydanı bırakmıyor elbette. bu said nursi denilen zat, bir dönem mustafa kemal’in de peşinde dolanıyor acaba bize de bir ekmek kapısı çıkar mı diye, cık! çıkmıyor elbette.

    ama dedim ya, geleneksel cemaat, tarikat örgütlenmesi değil bunlarınki. çok organik bir bağ kurulması gerekmiyor mürit olabilmek için. o yüzden de hızlı yayılıyorlar. çabuk örgütleniyorlar. koşullara göre kolayca adapte olup, kılıktan kılığa giriveriyorlar. hedef kitle de hep, cahil cühela köylüsü, işçisi, ırgatı, ve en önemlisi de, esnaflar. yarı gizli, yarı açık bir şekilde teşkilatlanıyorlar.

    bir başka kırılma noktası da çok partili seçimler. yani, 1946 ve sonra 50 seçimleri. yani, demokrat parti dönemi.

    çoğunuz, bu cemaatçilerin adnan menderes övgüsünü işitmişsinizdir bir şekilde. cübbeli de kendi şeyhini referans göstererek söylemişti. ama süleymancılarda da, nurcularda da çok tipiktir. adnan menderes’i sorgusuz sualsiz cennete yollayanlar mı dersin, hala daha idamının yıl dönümlerinde (miladi yıldönümü hem de ama çaktırma:) adına hatim indirenler mi dersin. bana çok garip gelmişti bu mesela. lan neticede adnan menderes dediğin zat, kiminle yatıp kiminle kalktığı belli olmayan bir çapkın. gayet seküler bir yaşamı olan bir siyasetçi. adamın şimdiki bazı gösterişçiler gibi dindar izlenimi verme derdi de olmamış. zevkinden ödün vermemiş yani. e nedir o zaman bu yobaz, sakallı cüppeli kitlelerdeki çılgın menderes sevgisi?

    ama işte çok partili seçimlere gidildiğinde, bizim demokrasi tarihimizin en illet melezlenmesi oluştu. siyaset-cemaat melezi. demokrat parti kurulduğunda, inönü de çok partili demokratik siyasete geçiş kararı verince, apar topar bir seçim yapıldı. 46 seçimleri.

    şimdi düşünün iki dakika. içinde bulunduğumuz şu ocak ayında resmî olarak kurulmuş bir siyasi parti, temmuz’da seçime girse, şu günün koşullarıyla yüzde kaç oy alabilir? yüzde üç, beş gibi rakamlar bile astronomik geliyor di mi? demokrat parti, 46 seçimlerinde meclise 61 vekil soktu. hem de açık oy gizli tasnif uygulaması varken, hem de çoğunluk sistemine rağmen!

    50 seçimlerini zaten biliyorsunuz, dp büyük bir zaferle çıktı. ama şahsen beni asıl şaşırtan, 46 seçimleri. o dönemin koşullarıyla düşünün, elinizdeki imkanlar çok kısıtlı. bırakın yeni kurulmuş bir partiyi, chp bile taşrada teşkilatlanmakta çok zorlanıyor. nakşibendi cemaatler işin rengini ciddi ölçüde değiştirdi. tek parti döneminde bile yer altında örgütlenen, güçlenen, palazlanan bir yapı bu. tek bir şeyhin, yüz binlerce müridi var. tek bir işaretle topyekün varını yoğunu ortaya koyup teşkilatlanabiliyorlar. sorgulamaksızın, tereddüte düşmeksizin harıl harıl koşturuyorlar. yani mesele sadece bu müritlerin oy vermesi, dp’ye ekstradan gelecek yüz bin oy falan değil. teşkilatlanma, örgütlenme meselesi aynı zamanda. bugün bile böyle bir örgütlenmeyi, bırakın köylüyü, çiftçiyi, işçiyi; okumuş etmiş insanlar bile başaramaz.

    dini cemaatler o seçimlerden sonra, yarım asrı geçkin bir süredir, ödüllerini fazlasıyla aldılar. hala da alıyorlar. demokrat parti iktidarı, bu yolu ardına kadar açtı. ama onunla son bulmadı, o kapı da bir daha kapanmadı.

    dini cemaatler giderek artan bir şekilde siyasetle içli dışlı olmaya başladılar. siyasi partilerin içinde de örgütlendiler. virüs gibi yayıldılar. erbakan çıkıp da ayrı bir siyasi parti kurduğunda, artık bir siyasi partileri bile vardı! elbette çekişmeler de oldu, rekabet kaçınılmaz bir şekilde iç çatışmalara da dönüştü. esad coşan ile erbakan, basbayağı iktidar mücadelesine girişti. kıytırık bir cemaat şeyhinin mi dediği olacak, yoksa hükümetler kuran bir siyasi parti liderinin mi? herhalde şöyle bir soruyu atatürke sorsak acı acı gülümserdi ama biz bunu yaşadık. sonrasında da yaşamaya devam ettik üstelik.

    yine uzun bir yazı oldu ama fetö meselesine, menzilcilere, süleymancılara, şuculara buculara bir de bu gözle bakın istedim.

    bir ara siyasal islam başlığına da yazacağım, aklımda. ama elimiz değmişken ona da bir kelam etmek lazım. siyasal islam mevzusu da, aynı bu dini cemaatler meselesi gibi. insanlar doğal olarak islam tarihiyle yakın ilişkili hatta paralel bir şey sanıyorlar siyasal islam denilen ucubeyi. tamamen yanlış demeyeyim, hatırınız kalmasın. ama tam olarak da öyle değil. siyasal islam dediğimiz melez de, islamın avamlaşması, siyasetin de aynı dönemde demokratikleşme süreciyle beraber avama inmesiyle ilişkili daha çok.

    son bir söz de geleceğimize ilişkin olsun madem. ne olacak peki, bu devran hep böyle mi gidecek? hep vizyon kıtlığından muzdarip siyasi liderlerin, ne olduğu belirsiz, kimliksiz dini cemaatlerle ortaklaşmasını, el ele verip bizi sömürmesini, sonra yetinmeyip birbirlerine düşmelerini mi izleyeceğiz biz?

    açıkçası ben o kadar ümitsiz değilim. sırf kendi yaşadığım dönemde bile ciddi değişimler olduğunu hissediyorum. bir kere iü internet dediğimiz icat var ya, çok kullanışlı bir şey! hakikaten bak.

    mesela şu yazıda ismi geçen kahramanların hepsini tek tek aratabiliyorsun. ben burada ne kadar sallıyorum, ne kadar destekli atıyorum, ne kadar ayaklarım yere basıyor herkes ama herkes bunu beş dakikada sorgulatabiliyor.

    dini cemaatler belki çok farkında bile değiller ama bir klavyelik canları kaldı!

    bir kere bu cemaatlerin öğretileri sofistike değil. akla, mantığa zaten hitap etmiyor ama duygulara, ruha (ya da ne derseniz artık) da hitap etmiyor. tuvalete sıçmağa giderken okunacak dualar, seksenlerin ve hatta doksanların taşra hayatında kendisine yer bulabilir, buldu da. ama şu koşullarda bunun gerçekten bir karşılığı yok.

    öte yandan, şimdiye dek bu cemaatler hep fiziksel yetersizliklerden, imkan kısıtlılığının yarattığı boşluklardan yararlandı. üniversite okumaya gidiyorsun ama paran yok, nerede kalacaksın? köyünden istanbul’a göç etmişsin ama yol bilmezsin iz bilmezsin, kime sarılacaksın? o boşluklar artık cemaatler olmadan da dolmaya başladı. elbette bu bir süreç, öyle pat diye olmuyor bazı şeyler.

    gelecekte bu cemaat yapıları kaçınılmaz olarak bozulacak, yıkılacak. çoktan başladı bu süreç. ha ama yepyeni gerzeklikler icat edilir, bu sefer de saçma sapan online cemaatlerle falan uğraşırız, orasını bilemem tabi. gerisi spekülasyondan ibaret.
  • bu insanların rant düzenini tanıdıkça insan daha da tiksiniyor. hristiyanların para karşılığı cennetten arsa sattığıyla ilgili bir sürü şey yazılır çizilir, konuşulur. hatta dalga geçilir. gerçekten insana da çok saçma gelir. hristiyanlarda hiç akıl yok falan denir ama buna benzer ve belki de daha ağırı ülkemizde de var.

    diyelim ki bu cemaatlerden biriyle ticari iş yaptınız ve cemaat kendi yükümlülüklerini yerine getirmedi. ama onlar açısından kolayı var; allah onları hak erleri, müstakbel cennetlikler, ahir zamanın cihat nesli olacak insanlar olarak belirlemiştir ve onların herhangi bir eksikliğini mazur görürsek ahir dünyada nice ecir(ödül) vardır bize!! bu nice küffarın bulunduğu darülharp hükmündeki ülkede bu dini cemaatlerden olan ticari alacağınızdan feragat edersek nice yüce ruhla cennette komşu olurmuşuz!!

    ulan haysiyet fakirleri demek gerekir. siz aldığınız paranın, sorumluluğun karşılığını bu dünyada verin, yükümlülüklerinizi bu dünyada yerine getirin de ahir dünyada kim ne alacaksa alsın. hakkı olana hakkını bu dünyada verin, ahiretten köşkler, evler falan bir şey isteyen yok sizden.

    değil dinden insanlıktan çıktık lan sizin yüzünden..
  • ailemdeki bir büyüğüm zamanında "hiçbiri yoktur ki para yontmak ve yalanlar üzerine kurulmasın, insanların duygularını sömürmesin, uzak durulmalı" demişti.
hesabın var mı? giriş yap