• başrollerinde cate blanchett ve judi dench'in oynacağı duyurulan yapım aşamasında bir film. öğrencisiyle cinsel ilişkiye girdiği iddia edilen bir öğretmenin dramını konu alıyor.
  • k. amerika'daki versiyonlarindaki adi what was she thinking :notes on a scandal olan zoe hellerin 2003 yilinda yayinlanan romani. londra'daki bir okulda seramik ogretmeni bir kadinin (sheeba) resit olmayan ogrencilerinden biriyle yasadigi ask illiskisini ve sonuclarini anlatir. anlatici rolunu ustlenen karakter barbara ingilizce'de spinster diye gecen kiz kurusu kivaminda tarih ogretmeni bir kadindir. sheeba 40larinda evli ve biri 11 yasindaki down sendromlu oglu olmak uzere iki cocuk annesi bir kadindir. butun karakterler nefis bir kurgu icinde birbiriyle paslasmaktadir. cok nazik bir konuyu cok derin karakter analizleri yaparak zekice anlatir heller.
  • filme de uyarlanmis zoe heller romani. cate blanchet'in sheeba'yi judi dench'in de barbara'yi oynayacagi film 2006'da gosterime girecekmis. senaryosunu patrick marber yazmis, yonetmeni de richard eyre imis.
  • judi dench ve cate blanchett ikilisinin karşılıklı olarak oyunculuk senfonisi sundukları muhteşem film. sağlam senaryosu ve güzel uyarlaması, iyi dağıtılmış soğuk ingiliz esprileri ile kesinlikle arşivlik. 92 dakikanın nasıl geçtiğini anlamıyor insan. richard eyre'nin yönettiği film bir okula yeni atanan öğretmenin, okuldaki eski bir öğretmen tarafından hayatının didiklenmesini sonrasında yaptığı bir hatanın bütün hayatını alt üst etmesini anlatıyor. oscar'ı paylaştırmalılar ikisine kesinlikle. önümüzdeki birkaç yıl için "seyrettiğim en iyi filmlerden" tanımlamasını kullanabilirim. cate'in gazetecilere çıkıp 'here i am' diye haykırdığı yerde sinema koltuğuna tutundum resmen.
  • 2 mart'ta sinemalarda.
    http://imdb.com/title/tt0465551/
  • yalnızlığı aşağılayan bir film.
  • sevginin portakal gibi dilimlenip, ruhumuzu okşayan, özbenliğimizi tatmin eden kişilere sunulamayacağını; pazarlık konusu yapılamayacağını, sevginin bir tahakküm etme aracı değil, bir kendini bilme, bilerek verme, bir kabulleniş hali olduğunu anlatıyor.

    barbara kendi sevgisizliğinin sancısını çeken bir kadın. kırılganlığının nedeni, eski yaraları ve o yaraların çıkardığı kötü kokular muhtemelen. sheeba'nın kocası ve kızının umursamaz ve kaba davranışları, meslekdaşlarının temkinliliği, sheeba'nın kedisinin ölümü karşısında gösterdiğini düşündüğü duyarsızlığı, barbara'nın terkedilme, vazgeçilme, sevilmeme korkusunu kışkırtıyor. barbara, yine muhtemelen orta sınıf bir ailenin çocuklarına düşmanları gibi davranan, emirler yağdıran, yasaklayan, ihmal eden, katı kurallar uygulayan bir anne-babanın kızıydı ve o yüzden çocukken dünyaca tanınan biri olacağı hayalleri kuruyordu.

    bir yalnızlık senfonisi bu film. seni seviyorum derken, sen de beni sev, sevmeni istiyorum dediğimizi; dostluk diye masum bir kılıfın altında sakladığımız duygularımızın aslında çoğu zaman, karşımızdakinin acizliğinin üstüne kurulu bir güç elde etme isteği olduğunu hatırlatıyor ya da sorgulatıyor gerçekten öyle mi acaba diye. ihtiyaç duyulma, delice ihtiyaç duymanın bir başka biçimde tezahürü değil de ne? kıskançlığın kökünü, sevgi değil, sevmek hiç değil, senin olmayan, haketmediğin bir şeyi sahiplenme arzusu besliyor. barbara belki de o yüzden, kendi çapının o kadarına yetmediğini içten içe bildiği halde her yarışta birinci gelip kazanmak, bir başka deyişle dünyaca tanınmak istiyordu.

    yalnızlık doğanın insana (bazısına) kestiği bir mahkumiyet. ilahi bir parmak işaretliyor üstünü; senin hayat döngüsünde devamlılığın istenmiyor diyor. ağır, paslı kara bir kapı gibi kapanıyor üstüne ömür boyu yalnızlık. film, bu kehanetin gerçekleşen bir örneğini gösteriyor sadece.
  • barbara tipleri yalnızca kurgusal dünyalarda değil, "gerçek" denen dünyada da mevcuttur. beware!
  • "bana bir arkadaştan daha fazlası lazım" cümlesi üzerine yeterince düşünmedikçe, ve bilhassa barbara'nın [dench] yalnızlığını anlattığı monoloğu sindirmedikçe, bu filmin [ve muhtemelen kitabın] bize anlatmaya çalışmadığı şeyi zor anlarız. bitişi biraz basmakalıp ve can sıkıcı olsa da [spoiler] fatih özgüven'den alıntılıyorum: "barbara'nın 'hastalıklı' zihninden akan film, sonunda psikopat, kız kurusu bir lezbiyenin okulumuz, mahallemiz, giderek insanlık için ne büyük tehlike olduğu sonucuna varıyor. tennessee williams böyle yapmazdı beyler. hannibal lecter'le karıştırdınız galiba." [spoiler], "ilişki gerilimi" türü filmlere yeni ve iyi bir örnek daha. mekan tipik londra, basın tipik ingiliz bulvar basını olsa da filmi herhangi bir şehirde geçiyormuş gibi algılamak mümkün olabilir. ama "odasına kapanıp yazılar yazan" insan figürünü hangi uygarlıkla ilişkilendirebiliriz, hmm evet. peki devam edelim, filmlerde ve şarkılarda üstünde zevkle tepinilen "yalnızlık" lafını ağzımıza alırken dikkat etmeye çağrılıyoruz. yalnızlık, ara sıra pek bi' afili olan bir şey değildir, hele ki göreli bir bakış attığımızda; yıllarca biriktirilen, barbara'nınki gibi bir çıkmaza, oğuz atay'ınki gibi hüzünlü bir göçe, orhan pamuk'unki gibi bir başarıya evrilen bir yalnızlıkla 'bu aralar çok yalnız' olmanız arasındaki siklet farkını gözden geçirmenizi salık veriyor film. yine sayın özgüven'e katılarak; filmin genel ahlakı ters köşeye yatırarak barbara'nınki gibi yaşamlara övgü niteliği taşıyacağını sanarak, saflık ve iyimserliği ['kötümserliği'] mükemmel bir uyumla birleştirdiğimi de kabul etmek zorundayım. bu duygu selinden uyandığım nokta da zaten filmin kör göze parmak dönüm noktalarından biri idi, çok utandım, nitekim siz de barbara'yı severseniz, o sahnede filmi kafanızda bitirebilirsiniz. ayrıca fit but you know it* ayrıntısını kaçırmayan lazer altyazı: fono film, neden 'wirginia woolf' dedi, onu da anlamış değilim. o da dubya'yı andırsın diye mi?
  • dupeduz gerilim filmi. insanin icini burkuyor, bir garip oluyorsunuz, yerinizde bir oraya bir buraya kaykilip, geriliyorsunuz. kendiniz ile basbasa kalamayip, ikide bir etrafinizdaki insanlarin gozlerinin icine bakmaya basliyorsunuz, sonra da yakalaninca gozlerinizi kaciriyorsunuz. "iki dakika durdurun filmi bir yuruyeyim, acilayim yahu..." diyesiniz geliyor. offf, sikintilar basiyor... iyi senaryo, iyi oyuncular, iyi film... the constant gardener, the last king of scotland, the wind that shakes the barley ve the queen ile gectigimiz iki senenin sinemalardaki ingiliz cikarmasinin yeni bir parcasi.
hesabın var mı? giriş yap