*

  • ahmet altan'ın yazdığı 3. roman. (öncekileri dört mevsim sonbahar ve sudaki iz)
    1991 yılında can yayınları tarafından ilk baskısı yapılan kitabın bugün piyasada 13. baskısı satılıyor.
    kitap cumhuriyet öncesi dönemde nermin, hüsrey bey ve müberranım karakterleri etrafında dönüyor.
    yalnızlık üzerine gizemli satırlar mevcut.

    "bahçe karanlık ve uğultuluydu, o karanlığı içinden sanki kendim çıkıp gelecekmişim gibi karanlığa baktım, ben o karanlığın içinde bir yerlerdeydim, bunu hissediyordum."

    "uykunun, uyanık olanları kapıları sımsıkı kapalı olan derin derin ve uzak aleminde her biri ancak bir kez göründükten sonra yok olup sonsuza dek kaybolan düşlerin arasından sıyrılıp uyandığında, gördüğü düşlerin hiçbirini anımsamıyordu."

    "bir insanı öldürmek, onu sevmekten çok daha kolaydır."
  • yazarın bir yerinde hüsrev bey karakterine;
    "birisini sevmeye ihtiyacı vardı. çünkü insan bir yere gölgesi düşsün ister." dedirttiği roman.
  • linn ullmann'ın sen uyumadan önce isimli romanına alıntı yaptıgı ahmet altan romanıdır.
    yazar akustiği farklı olan,sesini duyurmak için bağardığında dalgaların sesini bastırdıgı bir mağaradan söz eder.bu yuzden sesini duyurmak için dudaklarını duvara dayayıp yavaşça konusman gerektigini söyler ve bunun üzerine linn ulmann kitabında söyle bir alıntı yapar:

    ''ama.bunu bilemezsin ki,duvarın neresine ağzını yaklaştıracağını,mağranın öbür ucunda senin kimin dinlediğini bilemezsin,sesini duyurup duyuramayacağınından,mağaranın içinde yalnız olup olmadığından emin olamazsın ki..birinin bunu sana söylemesi gerekir,'ben öbür köşede seni dinliyorum,yalnız değilsin,yavaşça konuşursan seni duyarım'demesi gerekir...bunu da her zaman söylemezler insana ve anlamsız yere,sesini duyuramadan bağırmak zorunda kalabilirisin...''
  • yalnızlığın özel tarihi’nde beliren ilk tablo on yedi yaşında bıçkın, korkusuz ve isyankâr biri: hüsrev bey. sonra babası, varlığı yokluğu belli olmayan annesi ve birkaç halayık.

    roman kendini yamalarla tamamlamaya çalışıyor sanki. bölük pörçük toplam otuz bölüm. kâh kahramanların geçmişine götürüyor, kâh şimdisine getiriyor. bölümlerin içeriklerini, yaşandıkları zamanları birbirlerine bütünlemek okuyucunun üstüne farz-ı ayn.

    ilk bölümde hüsrev bey’in bir kurşunla babasını vurmak istemesini, ancak ıskalayıp öfkelenerek derhal evini terk etmesini görüyoruz. ama hiçbir şey anladığımız yok! derken ikinci bölümü okumaya başlıyoruz; çıldırmadan, yalnızlıktan, mutsuzluktan bahseden; genç mi, yaşlı mı belirsiz bir hanımcık çıkıyor karşımıza. allah allah! birinci bölümdeki buhran katmerleşiyor ve zınk iniyor gözlerimize. ama okumaya devam ediyoruz. merakımız oldukça artmaya, çetrefil hal okudukça kaybolmaya başlıyor.

    üçüncü bölüm yalnızlık çeken kızın hüsrev bey’in torunu neriman olduğunu fısıldıyor kulağımıza. bu arada biriyle daha tanışıyoruz: ipekli elbiseler içinde, yaşlı ve vesveseli, tuhaf bir kadın: müberranım. ismi de kendi gibi eksantrik. müberranım, hüsrev bey’e yüksek ihtiramıyla göz kırpıyor bize; sonra dikkatimizi pencereye konan ve küçüklüğünden beri aşina olduğu kargaya çekiyor. tuhaf diyoruz ve aynı tepkinin neriman’dan da geldiğini görünce müberranım’da bir garipliğin olduğuna inanmaya başlıyoruz. artık romanın asıl konusunun işlenmeye başlandığı seziyoruz. bu bölümden sonra gelecek bölümler ya bu bölümün devamı yahut bu bölümdeki iki kahramanın, yani hüsrev bey’le nermin’in mazisini kurcalayacak. anlıyoruz ve romanın frekansını bu sayede ayar ediyoruz. romanın bize artık ne anlattığı, niye anlattığı anlaşılmaya başlıyor.

    ilerleye ilerleye romanın sonuna yaklaşıyoruz.

    hüsrev bey’in ittihat ve terakki’ye bağlı bir teşkilatta gizli görevlerde çalışan, eli kanlı, gözü pek, korkulu biri olduğu; nermin’in psikolojik sorunlar yaşayan, kararsız, yersiz düşünceler taşıyan dul bir kadın olduğu ve müberranım’ın altmış yaşına kadar bekâr kalıp, bastırılmış duyguların yarattığı bozuk psikolojiyle, mütecaviz ve dedikoducu biri olduğu hükümlerine varıyoruz.

    ve daha ilerleyip romanın sonuna geldiğimizde müberranım’ın çıldırdığını, nermin ve hüsrev bey’in konakta yalnız kaldığını ve bir zaman sonra da hüsrev bey’in müteveffa olduğunu öğrenip romanın kapağını kapatıyoruz.
  • şimdilerde eskiden de tanrıya ne biçim inandığını, dindarları incitmekten kaçındığı söyleyen ahmet altan bu kitabın altıncı bölümünde şöyle bir hikaye yazmıştır:

    "[38]... misafir gittiği adamın evine gelmişler, adam kapılardan karşılamış peygamber efendimizi, ama efendimizde hiç yumuşama yok, "sana gelmedim," demiş adama, adam şaşırmış tabii, efendimiz girmiş kapıdan avluya, avlu da avlu, kocaman serin bir avlu, "üvey kızın hilal'e geldim," demiş. adam bir telaşlanmış, binbir dil dökmüş artık içeri girsin diye, peygamber efendimiz cevap bile vermemiş, doğru ahırlara yürümüş. meğerse adam, üvey kızını dövüp, bir gece önce ahıra kapatmış, efendimiz de rüyasında görmüş bunu.

    [39]... -efendime söyleyeyim, peygamber efendimiz açmış ahırın kapısını, hilal içerde yatıyor, üstü başı yırtılmış, dayaktan her yeri göğermiş, mosmor olmuş. zavallı kız samanların üstünde ağlıyor. hilal de hilal ama, ayparçası gibi, öyle güzel bir kız. peygamber efendimizin o gül cemalini görünce, öyle heybetli, yakışıklı bir halde karşısında bulunca, hilal susuvermiş. peygamber efendimiz, "herkes çekilsin," buyurmuşlar. "ben hilal hanımla yalnız görüşeceğim." herkes çekilmiş hemen, efendimiz ahırın kapısını kapatmış. yavaşça hilal hanıma yaklaşmış, ellerinden tutup yanına oturmuş. hilal hanımın göğermiş yerlerini mübarek dudaklarıyla öpmeye başlamış, mis koulu mübarek sakalı, öperken hilal hanımın tenine değiyormuş. allahın bir hikmeti, efendimiz öptükçe o morluklar geçiyormuş. bir yandan hilal hanımın boynunu, gerdanını, omuzlarını öperken, bir yandan da güçlü, mübarek elleriyle vücudunu şöyle ağır ağır sıvazlıyormuş. hilal hanım, gözlerini kapatmış, o mübarek dudakların, mis kokulu sakalın omuzlarında, gerdanında dolaşmasıyla, o güçlü ellerin vücudunu ağır ağır sıvazlamasıyla kendinden geçiyormuş, efendimizin güçlü, erkek elleriyle ovaladığı vücudunda ağrı sızı kalmıyormuş. artık, ilahi bir zevkle kendinden geçmiş hilal hanım, sanki ruhu gökyüzüne yükselmiş, daha bir gençleşip güzelleşmiş, yanakları al al olmuş, gözleri parıldamış, her yanlarına bir tazelik, bir taravet gelmiş, samanların üstünde ulviyete erişmiş. peygamber efendimiz gittikten sonra da günlerce çıkmamış ahırdan, orada öyle yatmış..."

    şimdi ben bu bölüm üzerine muhammed spa ve masaj merkezi gibi saçma- salak bir şaka yapabilirim. bu şakadan ben bile hoşlanmam ama ahmet altan'ın yukarıdaki sözlerine sırf yandaş olduğu için tolerans gösteren yavşak dinciler beni tefe koyarlar. ulan, adam islamiyet'in en büyük kutsallarından birinin öznesi olduğu erotik hikaye yazıyor. siz ya tayfanızı şukela gösteren yazılar haricinde hiçbir haltı okumuyorsunuz ya da öyle büyük yavşakarsınız ki hakkınızda iki iyi yazı yazan adamların geçmişlerinde yazdıklarını sorgulama ihyiyacı duymuyorsunuz. tabi kullandığınız sürece. şimdi hanefi avcı'ya olduğu gibi. ahmet altan da biraz farklı yazılar yazsa hemen kamplara gitmesi, yukarıdaki alıntı, 85 tarihli röportaj gündeminize girer. iki yüzlüsünüz... ahmet altan bu sıfatınızı ortaya koyan onlarca argümandan sadece biri...
  • an itibari ile bitirdiğim, içinde beni bana anlatan cümlelerin olduğu ahmet altan romanı. edebiyat yapma tutkusuna bazı bölümleri sıksa da aşk , acı ve yalnızlık üzerine düşündürücü tespitler bulunan okunulası kitap.

    '' benim aşklarım hep aşktan biter, aşk çoğalınca açılabileceği genişleyebileceği tek yer vardır, bilirim onu, o da acıdır işte. onun için korkarım aşkın, sevginin çoğalmasından, sınırlarını genişletmesinden. ama ulaşılacak her yer her seferinde hep acıdır. boşuna dememişler aşkın acıdan başka ne ölçüsü olabilir ki diye. ''

    '' aferin bilmeyeceksin işte, hayatın anlamını bilmeyeceksin. hiç kimse bilemez, yalnız aptallar bildiğini sanırlar, baban gibi, sonrada ölürler işte. babalarından önce ölür giderler, babalarını arkada bırakırlar. ''
  • "babası, kuşağından bir kese çıkarıp fırlatmıştı. keseyi kapan hüsrev bey, atını dörtnala kapıya sürmüş, çıkıp gitmişti. on yedi yaşında terk ettiği evine de bir daha dönmemiş, ne annesini, ne babasını, ne de kardeşlerini bir daha aramıştı." (s. 11)

    "kendimi terk edip gitmekten korkuyorum, ben beni bırakıp gidivereceğim sanki, bence çıldırmak bu işte, kendimi bırakıp gidivermek, kalan da giden de yabancı olacak bana." (s. 12)

    "bir gün babam bana, 'delirmek çok acıklı bir şeydir, hiçbir güzelliği yoktur' demişti, o zamanlar daha çok gençtim, on altı on yedi yaşlarımdaydım, sonra bir daha hiç konuşmadık bunu, öyle bir cümle söylendi ve geçti, ama ben hiçbir zaman o cümleyi unutmadım." (s. 14)

    "erkeklerin beni beğenmesinden hoşlanıyorum, güzel bir kadınım, güzelden de öte etkileyiciyim, bir yere girdiğim zaman, benim oraya girdiğimi, daha beni görmeden fark eder erkekler. onları, onlara dokunmadan, hiçbir şey söylemeden, hatta onlara bakmadan ele geçiririm, bunu biliyorum, bunu bildiğim için, erkeklerin bana hayran olacağını bildiğim için erkekler bana hayran oluyor." (s. 14)

    "onların diri ve sıcak yumuşaklığını her yanında hissetmek gene de yetmiyordu hüsrev bey'e. kadınları insafsızca ısırıyor, vücutlarını parçalamak, yarmak, bu sıcaklığın ta içlerine girip, bir kadın vücudunun içinde kaybolmak istiyordu." (s. 59)

    "her erkek başlangıçta neşelidir, güven doludur, benim onlardan hoşlanmam kendilerine olan güvenlerini daha da artırıp tazeler onları. bana sezdirmemeye çalışırlar, ama bana sahip olduklarını düşünürler. sonra, ağır ağır bana sahip olamadıklarını ve hiç sahip olamayacaklarını anlamaya başlarlar. bu, onları dehşete düşürür, bir çocuk gibi korkup paniklerler, güvenlerini kaybederler, güvenlerini kaybettikçe aşkları artar, daha da tutkuyla sarılmaya çalışırlar bana. sonra da o acı gelip gözlerine yerleşir." (s. 72)

    "şu gerçeği artık çok iyi öğrendim, acı çekmek hainleştiriyor insanı." (s. 73)

    "ben insanlara acı çektirmek istemiyorum, doğru değil bu, hiç acı olmasaydı keşke, ama aşkın da acıdan başka ne ölçüsü olabilir ki?" (s. 74)

    "ölümden önceki o son canlılık gibi, güneşin batımından önceki son aydınlık belirmiş, hava bile ışık olmuş, gökyüzü yok olup yerini sonsuz bir parıltıya bırakmıştı." (s. 78)

    "nermin, elinde olmadan 'yaşlanıyor', diye düşündü. çocukluğundan beri varlığıyla, sessizliğiyle, azarlayan bakışlarıyla kendisini daima ürküten bu adamın yaşlandığını görmek, kendi gençliğinin de bittiğini görmek gibiydi." (s. 103)

    "aferin, bilmeyeceksin işte, hayatı bilmeyeceksin... hiç kimse de bilmez, yalnızca aptallar bildiklerini sanırlar." (s. 105)

    "kıskançlık kendi hayallerini yaratıyor ve bu hayallere müthiş bir gerçeklik katıyordu, hiçbir ayrıntıyı bu hayallere katmaktan geri kalmıyordu. nermin garip bir şekilde kendi canını acıtmaktan hoşlanarak bu hayalleri kafasının içinde dolaştırıp duruyor, her seferinde biraz daha yaralayıcı yeni bir ayrıntı ekliyordu bu hayallere." (s. 113)

    "acıyı büyütüp, onu en dayanılmaz noktasına ulaştırmanın bu acıdan kurtulmanın tek yolu olduğunu hissediyordu." (s. 114)

    "sevgi hemen yok olmadığı gibi o en dayanılmaz acı da o kadar kolay ele geçmiyordu." (s. 114)

    "bu kadınla birlikteyken hep aklına oyunlar geldiğini, esas işi değil de bu kadını etkileyecek bir şeyleri düşündüğünü, kadını etkilemeye çalıştığını da fark etti." (s. 133)

    "— ben her sevişmemde, hamile kalmaktan korkarım. o yüzden de her zaman kolay kolay kendimi sevişmeye bırakamam. ama seninle sevişirken hamilelikten hiç korkmuyorum.
    sanki hamile kalmak istiyormuşum, senden bir çocuğum olmasını istiyormuşum gibi...
    böyle bir sözü de bir kadından hüsrev bey ilk kez duyuyordu, bir daha da duymadı zaten. bu sözler çok hoşuna gitti ve ilk kez bir kadına sıcak, aşka benzer bir sevgi hissetti. biraz da üzüldü, daha doğrusu o onu üzüntü sandı, çünkü daha önce hiçbir kadını kıskanmamıştı ve bu duygunun nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu. rosemary'nin daha önce de başkalarıyla sevişmiş olduğunu bu sözleri duyunca ilk kez somut bir şekilde düşünmüş, bu yatakta yaptıklarını başka erkeklerle de yaptığını fark etmiş ve kıskanmıştı.
    kıskançlık, sevgi ve yakınlıkla da birleşince, hüsrev bey, rosemary'den hiç ayrılmamak, hep onunla kalmak istedi." (s. 146)

    "hüsrev bey, bir kadına değil de bir sevgiliye sarılmanın, şehvete hiç benzemeyen ama şehvetten bile daha güçlü tadını tattı. şehvetten daha güzel bir şey de olabileceğini anladı o gece, bunun çok zor bulunabileceğini de sezdi." (s. 147)

    "daima rosemaıy'yle birlikte olmak istiyordu, rosemary gidince, her şey de onunla birlikte gidecekti, geriye büyük bir boşluk kalacaktı. o boşluğu taşımaya gücü yetmeyecekti. rosemary'nin bir şeyler söylemesini bekliyordu. onun da aynı üzüntüyü paylaştığını söylemesini, yeniden biraz önce yatakta olduğu gibi ağlamasını istiyordu." (s. 149)

    "üstelik yaşamında ilk kez çaresiz kalmanın insanın içinde yarattığı aşağılanmışlık duygusunu hissediyordu." (s. 150)

    "adının aşk olduğunu bile o sırada tam anlayamadığı bu yeni duygu çaresizlikle birleşince en iyi bildiği o tanıdık duyguya, öfkeye dönüşüyordu." (s. 150)

    "bir kadını sevebiliyordun ve kadın senin sevgine aldırmadan saçlarını tarayıp gitmeye hazırlanabiliyordu." (s. 150)

    "yetmiş küsur yıl sonra, bir gece yarısı sessiz bir konağın yarı karanlık salonunda hüsrev bey, hayatını tek cümleyle özetleyecekti torununa. "bir insanı öldürmek, onu sevmekten çok daha kolaydır." (s. 151)

    "rosemary'nin suskunluğu, bağışlanmaz bir ihanet gibi geliyordu hüsrev beye. kendi çektiği acıyı rosemary'nin de çekmesini istiyor, o susunca onun bu acıyı çekmediğini düşünüyordu." (s. 151)

    "sen yalnız, teyzene öyle davranma, o yaşlı kadın... babası çok celalli bir adamdı, nur içinde yatsın, müberranım'ı çok baskı altında büyüttü. baskı olan yerde üzüntü, sıkıntı çoktur..." (s. 164)

    "dedem geçen akşam, hiç kimseyi sevmediğini, hiç kimseden de sevgi beklemediğini söyledi bana. ben de hiç kimseyi sevmiyorum, ama ben dedemin aksine hemen hemen herkesten sevgi bekliyorum." (s. 168)

    "— kızım, sevince bağlanırsın, kendini unutursun, işini unutursun, esir olursun, esarettir sevgi, başka bir şey değil, esaret gülünçtür, esir düşene acırım... insan tek doğar, tek ölür..." (s. 178)

    "gençliğimden kalan bir alışkanlık, ben bir insana baktığım zaman, hemen aynı şeyi düşünürüm, o baktığım insan bir başkasını öldürebilir mi... bir insanı öldürebilecek olanlarla, öldüremeyecek olanları hemen tanıyıp, birbirinden ayırt edebilirim... sen öldürebilecek olanlardansın..." (s. 179)

    "— kadınlar yalnızca kendilerine yapılanlara değil yapılmayanlara da sinirlenirler kızım... " (s. 202)

    "bütün sevgililer gibi onların da kendilerine ait, çarpışmalarla, savaşlarla, ateşkeslerle, yalanlarla, iktidar mücadeleleriyle, zaferlerle, yenilgilerle dolu iki kişilik bir tarihleri vardı ve bütün tarihler gibi onların özel tarihi de, çekilen acıları, yoklukları, yıkımları, kıtlıkları, öfkeleri kaydetmiş, küçük mutluluklarla anlık sevinçlerini belleğinden silip atmıştı. artık her karşılaştıklarında kendi tarihlerini de sırtlarında taşıyarak bir araya geliyorlar, birbirlerinin yüzünde bütün geçmişin ağırlığını bir kez daha okuyarak uzun yılların biriktirdiği duyguları bir anda yeniden yaşıyorlar, bir saniyenin içine yerleşen dört yılın acılarını taşımaya da daha fazla katlanamıyorlardı." (s. 212)

    "kıskançlıklardan, kuşkulardan, korkulardan, bir silah gibi kullanılan sözcüklerden, gülümsemelerden, sevinçlerden ağır ağır süzülüp biriken acı, uzun suskunluklar altına gizlenmeye çalıştıktan sonra artık daha fazla gizlenmeye tahammül edemeyerek ama gerçek yüzüyle de ortaya çıkmaya cesaret edemeden, birdenbire kılık değiştirmiş olarak ortaya çıkıyordu. geçen zaman, yağmur, güneş, edebiyattaki duraklama, uzaklaşan eski dostlar, bütün bunlar haluk'un acıları için değişik kılıklar ve nedenler olabilirdi, ama bunların hiçbiri gerçek neden değildi." (s. 215)

    "haluk, ne zaman herhangi bir nedenden ötürü çektiği acıdan söz etse, nermin aslında bu acının kendinden kaynaklandığını seziyor, hemen konuyu değiştirmeye, lafı geçiştirmeye çalışıyordu." (s. 216)

    "nermin, bir erkeğin sesine acı yerleştiğinde her türlü gülümsemenin, neşenin, cilvenin o acıyı artıracağını deneyimleriyle biliyordu." (s. 217)

    "taze bir yaranın acısına, bu yaranın uzun zamandır beklenen son ve bitirici darbe olduğuna inanmanın belirsiz ferahlığı karışıyordu, yenilgiyle de olsa savaş bitiyordu ve savaşın bitmesi artık kimin galip geldiğinden daha önemliydi." (s. 219)

    (bkz: ahmet altan)

    ***

    (bkz: dört mevsim sonbahar/#120298253)

    "sevmediğin bir kadını bir de kıskanmaya dayanamazsın."
hesabın var mı? giriş yap