• mehmet eroğlu' nun romanı.

    "özlem, insanların kendilerine eziyet etmek için keşfettikleri o duygu! "
  • nefes almayı unutup, büyük bir iç sıkıntısı*** ve bir de bitmeyen bir merak ile okuduğum, bir yandan da bitecek diye üzüldüğüm mehmet eroğlu romanı.

    -- yalnızlık, özgürlüğün kendisidir. --
  • kitabın bazı bölümleri karşıyaka alaybey'deki çocuk yuvasında ve çevresinde geçer. hani karşıyakalıysanız ve okumadıysanız oradan yakalayıp okursunuz belki.
  • (bkz: 80. adım)
  • "(...)
    beni aldattı, onu affettim. yapabileceğim hiçbir şey yoktu. onu seviyordum.
    ama o, onu affetmemi hiçbir zaman affetmedi.
    (...)"
  • sırrı süreyya önder'in 10 ekim ankara katliamı üzerine politikart dergisinde yazdığı yazının başlığı.
    http://politikartankara.blogspot.com.tr/…ruyus.html

    "eski filmlerin sıklıkla kullandığı bir motif vardı. aslında mitolojik referanslara da sahip bir motifti bu...

    iki düşman ailenin çocukları birbirlerini severler ama kanlı geçmiş ve birikmiş kinler bu aşka mani olur. eğer izlediğiniz film zevzek bir komedi değilse finali hep aynı olurdu. aşıklar ancak ve sadece ölünce kavuşurlardı.

    bizim topraklarımız bu hikayenin her gün yeniden ve yeniden üretilmesine mahkum.

    tarih kuşkusuz salt zorbalıklardan ibaret değildir. bir de bu zorbalıklara karşı "bir yürüyüş eyleyelim!" diyenler hep olmuştur. yani mücadele tarihimiz bir bakıma yürüyüşlerimizin de tarihidir.

    ***

    bunlardan ilki, yaklaşık dokuz asır önce başlamış ve başka bir mecraya evrilmişti.

    anadolu'nun mecalsiz kalmış kavimleri, doğu roma zulmü altındaydı.

    bu coğrafyada yaşayan kürtler, ermeniler, abazalar, slavlar, gürcüler ve trakya bölgesinde mukim peçenek-uz türkleri başta olmak üzere birçok kavim, roma imparatorluğu içerisinde azınlık olarak yaşamaktaydı. doğu roma imparatorluğu, bu azınlıklar üzerinde siyasi ve askeri baskılar kurmakta ve coğrafyayı 'zor' politikalarıyla ayakta tutmaktaydı.

    uzun ve meşakkatli bir yolculukla anadolu'ya ilk gelen alperenler, hepi topu 100-150 kişiydi. atları yoktu, pusatları yoktu. işte bu zor ve tufan coğrafyasına ilaç gibi gelen bir sözle yerleştiler. biz dediler, 72 millete bir nazarla bakarız...
    daha alparslan yokken, romen diyojen hapisteyken anadolu, bu 'söz' ile yurt edinilmişti.

    bu söz selçuklu’ya anahtar olacak, girilen o kapıdan osmanlı doğacak ve ilerleyen yıllarda, 72 milletten 3’üne epeyice 'farklı' bir nazardan bakılacaktır. bu farklı bakış, ermenileri, alevi türkmenleri ve kürtleri sırayla yakacaktır. bu yakma ve yanma hali, osmanlı'yı da doğu roma akıbetine uğratacaktır.

    halbuki ermeniler mesela, romen diyojen tarafından selçuklu'ya karşı savaşmaya davet edildiklerinde, savaşı değil de bir bakıma 72 millete bir nazarla bakmayı tercih ettikleri için ilk doğu roma orduları tarafından katledilmişlerdi.
    kürtler uçarcasına anadolu'ya konan alparslan'ın iki kanadından biriydi.

    alevi türkmenleri hiç sormayın, onlar bu anahtar sözün sahibiydiler. anadolu heterodoksisi bugün halen maya tutma gücü taşıyorsa en büyük pay onlarındır.

    birinci yürüyüş böyle yarıda kaldı.

    ***

    cumhuriyet, ilan edildiği dönemin olanaklarıyla mecburiyetlerinin kesiştiği zeminin adı olarak okunabilir.
    yedi düvelle kavgalı bir geçmişten, anadolu kavimleri yine ve yeniden bir aşk çıkarmaya çalıştılar.

    yani, kürdüne, alevisine, ermenisine hep hor ve faydacı bakmış bir yayılmacı gelenekten kopmak ve koptuktan sonra da kurda kuşa yem olmamak için bir arada olmak, birbirini sevmek ve birlikte eylemek amacıyla, yarım kalanı tamamlamak için yeni bir yürüyüş başlattılar. onun akıbeti de öncekinden beri olmadı. 'biz' kavramının içi süratle tekleştirildi. önceki dönemin 'bilimi ve fenni'ni değil de kirli suç sicilini devraldılar. ermeniyle, kürtle, aleviyle hısım olmayı değil hasım olmayı seçtiler.

    ikinci yürüyüş, zilan’da, dersim’de, diyarbekir’de, maraş’ta, sivas’ta, 6-7 eylül’de, suruç’ta defalarca yara aldı.

    iyice takatsizleşen bu dostluk kervanı, son bir gayretle 10 ekim’de yeniden yola koyulacaktı. ülkenin dört bir yanından sel gibi genç-yaşlı, kadın-erkek, yollara düşüp ankara’ya aktılar. "kardeşlerimizle savaşamazsınız!" diyorlardı. "bu ülkenin emekçileri, mülksüzleri, kürtleri, alevileri, yani temel kurucu unsurları olarak bunu kabullenmeyeceğiz!" diyerek anıtlaşıyorlardı.

    bu topraklara, inanın her türlü kötülüğü fütursuzca yapabilirsiniz. doğal kaynaklarını talan edebilirsiniz mesela. maddi kaynaklarını çalıp çırpabilirsiniz. küçücük çocuklarını istismara maruz bırakabilirsiniz. bunlara sistem her türlü toleransı gösterir. ama kürt, ermeni ve alevi kavramlarını dostça bir tınıyla söyleyemezsiniz. söylerseniz akıbetiniz bellidir.

    işte bu yüzden vahşice katledildiler...

    ***

    şimdilerde suça ortak olmakta, "korkunç ama evet" demekte sakınca görmeyenlerin partilerinden gençler de vardı orada; hayatını barış demeye adayan, babasının, abisinin acısını içine gömen, intikam duygusunun yerine barış ve demokrasiyi koyanlar da. 10 ekim saldırısını düzenleyenler ve bu saldırıya göz yumanlar, en yakınlarının ölümünden intikam değil barış talebi çıkaran çocukları, hiç tanımadıkları insanların ölümlerinin kendi sorumluluklarında olacağını ve barışın yaşanabilecek en kutsal hâl olduğunu bilen gençleri ustaca bir işbirliğiyle öldürdüler.

    10 ekim’den sonra bu ülkede barış istemenin bedelinin ne olduğunu daha iyi anladık. aslında bu bedeli hiç unutmamıştık, çünkü hep hatırlatıyorlardı. barış derneği davalarından vicdani retçilere, barış için akademisyenler girişiminden cumartesi anneleri’ne, onlardan suruç’a, hepimiz bu ülkede sınıfı, kimliği, yaşı, cinsiyeti ne olursa olsun barışla yolu kesişenlerin bu ülkeyle yaşam bağının hep 'o görünmez el' tarafından kesildiğine tanık oluyoruz.
    türkiye bugün 20. ve 21. yüzyılda savaşı yaşamış latin amerika’dan asya ve afrika’ya tüm ülkelerin küresel acı diline ortak. tıpkı daha önceki yüzyıllarda olunduğu üzere... üstümüzden geçen bu savaş hâli ve ona eşlik eden otoriterliği sabah uyandığımızda evimizin üstünde olan bir bulut gibi kabullenmemiz, pazarda yürürken, düğünde, işe giderken tedirgin olmamız, konuşurken hep söylediklerimizi tartmamız beklenen bu çağda nazım hikmet’in deyimiyle 'bizim tarafta olmanın' gururuyla yaşayan ve o gururu taşıyarak ölenlerin anılarına çarpmadan, artık sokakta dahi yürüyemiyoruz.

    kör bir savaşın ikliminde, o barış mitingine birlikte gelen çocukların bile birbirine küstüğü kocaman bir karanlığın içinde bulduk kendimizi. 10 ekim’den beri etrafımızdaki birçok insan, sanki dünyayı o eski renkleriyle göremiyor. tıpkı cizre’de, sur’da yaşamları üstlerine yıkılan, bodrumlarda ölümleriyle faşizmin canı istediğinde işkencehaneye çevirmekten tereddüt etmediğini bildiğimiz stadyumlarda dalga geçilen insanların aileleri gibi.
    bize düşen, dünyanın kör noktasında yaşayanlar olarak, hikayemizi daha yüksek sesle anlatmak ve bizi hapishaneyle mezarlık arasında bir döngüye mahkum edenleri mahkum edebilmek.

    hiçbir şey olmamış gibi yaşayacak kadar kalbimiz taş olmadıysa eğer, yarım kalan yürüyüşümüze inatla devam edebilmek.

    bizden önceki yürüyüşlere ve yürüyenlere en önemli borcumuz budur.

    başlatıcısı değil, mağduru olduğumuz bu düşmanlık ikliminde, ancak mezarda kavuşabilirsiniz diyenlere inat yürümeliyiz."
  • mehmet eroğlu'nun üçüncü romanı. yazarın ilk iki kitabının devamı niteliğindedir ve hatta kendisinden sonra gelen adını unutan adam, yürek sürgünü ve yüz 1981 romanlarını da dahil edersek altı romanlık bir serinin bir parçası olarak düşünülebilir.
    roman 80. adım adıyla beyaz perdeye uyarlanmıştır ve film 1996 istanbul film festivali'nde en iyi türk filmi ve uluslararası sinema yazarları ve eleştirmenleri ödülünü kazanmıştır.
  • kahramanin ve yan kahramanlarin süreklilik arzedecek sekilde aforizmik cümleler ile sahneye cikmasi karakterlere ve olaylara derinlik kazandirmak yerine hikayenin donuklasmasina sebebiyet vermis. hikayenin kurgusunu oldukca yaratici bulmus olsam da bu kurgunun ete kemige büründürülememis olmasi üzücü. tüm bu hatalar malesef romanin degerinden calmis. romanin baslarinda özellile kurgusu karsisinda heyecan duymus olsam da özellikle sonlara dogru, yeter artik dedigim bölüm sayisi giderek artti.
  • mehmet eroğlu‘nun okuduğum ilk romanı ve keşke okuyacağım son romanı da olsaydı ama mecbur bir iki romanını daha okumak zorunda olacağım.

    çok sıkıcı bir roman, daha ne anlattığını, ne anlatmaya çalıştığını bir türlü kavrayamıyorsunuz. bir yerden sonra okurken inanılmaz derecede baymaya başlıyor; bitse de kapatsam kitabı diyorsunuz. daha fazla söze hacet duymuyorum.
hesabın var mı? giriş yap