*

  • bir de nurdan gürbilek 'in "vitrinde yaşamak" kitabında yer alan "vitrin'de yaşamak" başlıklı yazısının içinde "yoksulların gözleri" diye bir bölüm vardır. burada gürbilek, simmel'in metropol ve zihinsel hayat makalesinden girer, baudelaire'in paris sıkıntısı'ndan çıkar.
    büyük şehir hayatı içinde göz kulak karşısında bir üstünlük kazanmıştır. görmek, işitmekten daha önemlidir artık. şehrin kalabalığı içinde insanlar gözgöze geldikleri, bir anlık da olsa bakıştıkları, ulaşım araçlarında yanyana karşı karşıya oturdukları insanlarla yani müthiş bir fiziki yakınlık içinde oldukları insanlarla aslında birbirine tamamen yabancı iki insandırlar. bu fiziksel yakınlık ve zihinsel uzaklık hem bir tedirginlik hem de bir kayıtsızlık yaratır. gördüğünüz, baktığınız herşey, şehrin yüzeyinde salınıp gitmektedir. bu kadar yüzeyselleşen ve görmeyle içiçe geçen şehir hayatı içinde, şehir artık bir gösteri mekanı gibidir. herşey görülmek için, herkes görmek için vardır.
    gürbilek, baudelaire'in yoksullardan bir "gözler ailesi" olarak bahsetmesinin arkasında da bu sebebin yattığını söyler. artık şehir bir vitrin gibidir. gezilecek, bakılacak bir vitrin... ancak bu mekanda artık sınıflar arasındaki çelişkiler de daha bir ortadadır, daha görünürdür. "gözler ailesi" gaz lambalarıyla aydınlatılmış sokaklarda, ışıl ışıl vitrinlerde asla sahip olamayacakları ayrıcalıklı yaşamların pırıltılarına kaptırırlar gözlerini. sonra bir gün sabırları kalmaz bu gözlerin. mesela bir yılbaşı gecesi taksim'de, meydana karşı konuşlanmış büyük bir otelin şatafatlı büyük pencerelerinden birinin ardında eğlenen ve dışarıdakilere nispet yaparcasına yiyip içen insanlar bu gözlerin ablukasına alınırlar. gözlerden biri yere eğilir, eline bir taş alır...
  • kamusal mekan sorunsalından yola çıkan baudelaire iki aşığın anlaşmasının ne kadar zor olduğunu anlatır.
  • (bkz: yalnızlığın felsefesi) kitabında alıntı yapılan muazzam charles baudelaire şiir-düzyazı karışımı eseridir.

    insanın, sevdiği kadının “o kadın” olmadığını anladığı anı harikulade izah eder bize yazarımız.

    ya! bugün sizden niçin nefret ettiğimi bilmek istiyorsunuz demek. nedenini anlamanız anlatmamdan daha güç olacak kuşkusuz; çünkü sanıyorum ki siz kadın duyarsızlığının en güzel örneğisiniz.
    birlikte, bana kısa görünen uzun bir gün geçirmiştik. bundan böyle tüm düşüncelerimizin ortak olacağına, ruhumuzun tek bir ruh olacağına değgin söz vermiştik birbirimize; herkesin söylediği, kimsenin gerçekleştiremediği düşlerden biri işte.
    akşam yorgundunuz biraz, yeni bir bulvarın köşesindeki, yeni açılmış bir kahvenin önünde oturmak istediniz. henüz tamamlanmamış bir görkemi utkuyla gösterircesine sağda solca molozlar, harç döküntüleri vardı. işık altında, pırıl pırıl kahve. gaz lambaları bile ateşli bir başlangıç tutkusunu sergileyip tüm güçleriyle aydınlatıyorlardı beyaz ışıklarla kamaşmış duvarları, aynaların pırıl pırıl yüzlerini, silme çubukların ve kornişlerin altın yaldızlarını, tasmalı köpek gezdiren tombul yanaklı saray uşaklarını, bileklerine tünemiş atmacalara gülen kadınları, başlarında meyveler, börekler, kızarmış av hayvanları taşıyan su perilerini ve tanrıçaları, uzanmış kollarında küçük bavyera vazosu ya da alacalı dondurmaların çift renkli dikilitaşlarını sunan hebe'leri, ganymede'leri; oburluğun hizmetine sunulmuş bütün tarihi, bütün efsaneyi.
    önümüzde, yolda, kırk yaşlarında, yorgun yüzlü, sakalına ak düşmüş bir adam eliyle küçük bir oğlan çocuğunu tutmuş, kucağında yürüyemeyecek kadar yırgun minik bir varlık, yolun üstünde dikilip, hizmetçi gibi, çocuklarına hava aldırıyordu. hepsinin giysileri yırtık pırtıktı. üçü de, ciddi bir yüz ve bakan altı gözle, aynı hayranlıkla, ama yaşlarına göre değişen biçime yeni kahveyi seyrediyorlardı.
    babanın gözleri: "ne güzel! ne güzel! sanki zavallı dünyamızın bütün altını bu duvarın üstüne taşınmış" diyordu. küçük oğlan çocuğunun gözleri: "ne güzel! ne güzel! ama yalnızca bizim gibi olmayanların girebileceği bir ev" diyordu. en küçüğünün gözlerine gelince, şaşkın ve derin bir kıvançtan başka bir şey anlatamayacak kadar büyülenmişti.
    halk aşıkları, arzu ruhu iyileştirip yüreği yumuşatır derler. benim o akşamki ruh halimi yansıtması açısından şarkıda söylenen doğruydu. o üç kişinin, o ailenin gözleri yüreğimi yumuşatmakla kalmamış, kendimden, önümüzdeki, susuzluğumuzdan çok açgözlülüğümüzü sergileyen bardaklar ve sürahilerden utanç duymuştum. benim bu düşüncemi, aynı düşünceyi okumak için gözlerimi gözlerinize çeviriyordum güzelim; o öylesine güzel, o öylesine tarifsiz, tatlı gözlerinize, tutkunun ve ay ışığının konakladığı yeşil gözlerinizin ta içine bakıyordum güzelim, ve siz o anda bana: "şunların haline bak, ne sinir şeyler, gözlerini araba kapısı gibi koca koca açmışlar, kahveciye söyleyin de lütfen uzaklaştırsınlar" dediniz.
    anlaşmak ne zormuş meğer meleğim, düşünceler ne kadar değişikmiş meğer birbirini sevenler arasında.

    paris sıkıntısı / charles baudelaire
  • üstteki yazılanlar metin üzerine katkılar, ben bahsi geçen metni alıntılıyorum o vakit:

    "bugünkü seyretme alışkanlıklarımızın temeli, bir önceki yüzyılda atıldı. georg simmel, kitle ulaşımının gelişmesiyle birlikte insanların ilk kez, uzun süre hiç konuşmadan birbirlerine bakmak durumunda kaldıklarından söz eder. insanın tanımadığı insanlara ve nesnelere bakması ya da bakıp da tanımıyor olması, başlangıçta büyük bir huzursuzluk yaratmış olmalı. simmel bu huzursuzluğu şöyle dile getirir: "işitmeyen ama gören kişi, görmeyen ama işiten kişiden çok daha tedirgindir. büyük şehir sosyolojisine özgü bir şey var burada. büyük şehirde insanlar arasındaki ilişkilerin ayırt edici özelliği, gözün kulağa üstünlüğüdür." bu tedirginlik, o âna kadar görülmemiş bir kayıtsızlıkla, insanların baktıkları insanlar ve nesnelerle aralarına bir mesafe koymalarıyla birlikte gelişmişti. simmel, bu kayıtsızlık ve mesafenin, en çok da şehrin yoğun kalabalığında fark edilir hale geldiğini vurgular: "çünkü oradaki bedensel yakınlık ve mesafesizlik, zihinsel mesafeyi ilk kez gerçekten görünür kılar."
    bütün bu sürecin bir de öbür yüzü var. yabancısı olduğu şeylere bakmanın, zamanla büyük şehir insanının can sıkıntısını gideren bir oyuna dönüştüğünü söylemek de mümkün. baudelaire, bir süre için gittiği brüksel'de dükkânların vitrinlerinin olmamasından yakınır: "gezinmek mümkün değil' brüksel'de. görecek hiçbir şey yok." bir tek büyük şehir yaşantısındaki "mesafeliliğin" sunabileceği bir imkân vardır burada: anlık bakışmalar, göz göze gelmeler ya da tesadüfi karşılaşmalar, ancak bir derinlik olarak tarihin değil, şehrin yüzeyinin önem kazanmasıyla mümkündür. aylak, ancak bu yüzeyde gezinebilir. yusuf atılgan'ın aylak adam'ı şu cümleyle başlar: "birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi." ve devam eder: "içimdeki sıkıntı eridi."
    baudelaire, zenginlerle yoksulların göz göze geldikleri bulvarlardan söz eder. gaz lambalarıyla aydınlanan "ışıl ışıl" bulvarları, "yaldızlı kornişleri" ve "gözleri kamaştıran geniş aynalarıyla bu bulvarları süsleyen kahveleri yazar. bir de, bütün bu zenginliği, "gözleri araba kapılan gibi açılmış" seyreden yoksulları. baudelaire paris sıkıntısı'nı yazdığı yıllarda, paris tarihindeki en büyük değişimi yaşıyordu. mahallelerin ve insanların yerleri değişmiş, zenginlerle yoksulların mahalleleri ayrışmış, şehir bölünmüştü. geniş bulvarlarıyla şehir açık bir mekâna, bir vitrine dönüşmüş, sınıflar arasındaki karşıtlık görünür hale gelmişti. belki de bu yüzden baudelaire yoksullardan bir "gözler ailesi" olarak söz eder. şairin vitrine bakışıysa, ışıklı vitrinlerin önünde sıkıntısını gideren bir aylağın bakışıdır. "bir aylak hiçbir şey yapmaz," der notlarında, "alay etmenin dışında."
    1848 devrimi'ne katıldığını biliyoruz. nedenini şöyle açıklıyor: "intikam."

    vitrinde yaşamak, nurdan gürbilek, s. 31-32, metis yay. 3. bs., 2001.
  • parlaktir, saftir temizdir.
  • bir çay ocağının önünde otururken yerleri süpüren çöpçü abiye kolay gelsin dedim ve teşekkür ettiğinde bir saniye göz göze gelmişizdir gayri ihtiyari. o an hissettiğim acıyı ne anlamlandırabildim, ne de ağlamaktan orada oturabildim.
hesabın var mı? giriş yap