• iki eskiçağ disiplini nezdinde incelemeye çalışacağım bu ortak niteliği. öncesinde bakılası başlığımız şu: iyi ile kötünün ortak niteliği

    evrendeki şeylerin işleyişini bir zorunluluğa mı yoksa özgürlüğe mi bağlamalıyız? düzen dediğimiz şey, düzensizlikten ibaret olsa biz yine ona düzen der miyiz? bu paradoks tümüyle determinist ve indeterminist çözümleme metotlarının kapışmasıyla alâkalı gibi görünüyor. insanlar neden hür iradenin karşısında zorunlu iradenin olduğunu düşünmeye meyillidir? oysa hür iradelilik de zorunluluktan kaynaklanabilir; "ben hür iradeliliğe mahkumum" diyemez miyim? ibrahimî dinler bunu en iyi şekilde dile getiriyor; vicdanen beni baskı altına alabiliyor; yeri geldiğinde sadece amelin değil niyetin de defterinin açılacağına dair imalar da bulunabiliyor (nisa suresi 114: "... kim böyle bir şeyi allah'ın hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle yaparsa biz ona yakında çok büyük bir ödül vereceğiz."; ihlas suresi 2: " allah'tır; samed'dir/tüm ihtiyaçların, niyetlerin, övgülerin, yakarışların yöneldiği tek kuvvettir!"; mezmurlar 139.2: "oturup kalkışımı bilirsin, niyetimi uzaktan anlarsın."; özdeyişler 16.2 [ve 21.2]: "insan her yaptığını temiz sanır, ama niyetlerini tartan rab'dir."). oysa niyet, hür iradenin yani başlıktaki ifadesiyle özgürlüğün bir göstergesidir. insan seçim/tercih yapmaya yazgılı kılınmış; adına özgürlük demiş. insan, din önünde günahkâr ya da herhangi bir yasa önünde suçlu olmaya özgür bırakılma zorunluluğuyla karşı karşıya demek ki.

    zorunluluk ile özgürlüğün ortak niteliği meselesini incelerken, bu konunun tam göbeğine inmemiz gerekiyor. insanlık ve dinler tarihi bir bütün ise, bu bütünün içerdiği kimi kavramların da belirleyici nitelikte tartışma noktaları var. bunlardan biri de zorunluluk ile özgürlüğün ne derece farklı yorumlanabileceğine dönük olandır. buna göre stoacılar "her şey birbiriyle bağlantılıdır. bu bağ da kutsaldır" (marcus aurelius, ta eis eauton 7.9) derken, epicurusçular "her şey zorunlu olarak , kendiliğinden ve atom grupları tarafından yaratılır. evreni yöneten tanrısal bir zekâ yoktur" (lucretius, de rerum natura 1.170vd.; 1.190vd.;1.205vd) demiştir. oysa ikisinde ortak olan şuydu: her şey nasılsa, zorunlu olarak öyle olmak durumundadır. zorunlu olmayan hiçbir şey yoktur; evrendeki her oluşumun ardında tanrısal bir istenç ya da atomların tesadüfî birlikteliği, çarpışması olsun; hiç fark etmez, her ne oluyorsa zorunluluktan oluyor. o hâlde zorunluluk, bir üst değerdir. tanrısallık fikrini de aşar, atomların tesadüfî birlikteliği teorisini de. peki, bu zorunluluk nerede başlar ve nerede biter? zorunluluk, onu tasarlayanın tasarım yetisi elverdiği müddetçe devam eder ve bir noktada aklın sınırlarını aşarak, karanlıkta kaybolur. ancak insan bunun bile farkına varamaz, çünkü bütün bu olup bitenin kendi özgürlüğünden kaynaklandığını düşünür. hepsini özgür bir şekilde tasarlayabildiğini sanır. dili onun sınırlarını da belirler (itinayla bakınız wittgenstein'da dil problemi). oysa dilini de belirleyen, bütün hâlinde bir zorunlu unsur vardır: geçmişten miras kalmış olan ve kendisinin geliştirdiği bir tasarım yetisi. tasarımla şekillenen her özgürlüğün ardında bir zorunluluk vardır; zorunluluğu özgürce yaşamanın ya da özgürlüğe zorunlu bir şekilde hapsolmanın başka bir açıklaması olamaz.

    epicurus'un menoeceus'a yazdığı düşünülen mektupta şöyle deniyor: "akîl kişi bazıları tarafından her şeyin efendisi olarak tanıtılan kadere güler geçer. bazen zorunlu olarak, bazen rastlantı sonucu, bazen de denetimimiz altında ortaya çıkan olayları tayin edici gücün içimizde olduğunu bilir. zorunluluğun hesabını soramaz ama kaderdeki değişkenliğin bilincindedir." (ep. ad men. iii.133) "tayin edici güç" içimizdeymiş gibi düşünmemiz isteniyor; insanın bütün olup biten karşısında çırılçıplak kalmamayı ve dizginler elindeymiş gibi düşünerek rahatlamayı istemesinin bir göstergesi sanki. aynı mektupta epicurus gibi bir indeterminist zihnin bile tanrılarla ilgili anlatılan bol abartılı hikâyeleri, doğada her şeyin zorunlu olarak birbiriyle ilişki içinde olduğunu ve buna bağlı olarak bir üst tanrısal zekânın denetiminin bulunduğunu düşünmeye yeğlediğini görüyoruz. stoacı fizikçiler doğaya giderken, orada bir tanrısal düzen olduğunu kabul ederek ahlâkî çıkarımlarla geri döneceklerini umuyorlardı. epicurusçu düşüncede ise tanrısal kudrete dayanmayan bir zorunluluk söz konusu olduğundan, epicurusçu fizikçilerin doğaya gidişinde genel olarak tüm o felsefeye "amaç niyetine" sindiği gibi korkulardan ve kaygılardan sıyrılma telâşı ön plâna çıkar. amaç bellidir: "doğada bir şeyler oluyor ve hepsi tesadüfî kırılmaların neticesi; ne korkulacak tanrılar var ne de gazapları. ölüm bile, benim hislerimin ölümüyle gerçekleşeceğinden, 'olmayan'dır. korkulacak ne kaldı?" bu durumda anlaşılıyor ki, insanın kendisini özgürmüş gibi düşünmesi "yine de" zorunluluğu kabullenmesiyle asıl anlamını kazanıyor. peki, epicurusçu düzen bu denli tesadüfî bir zincirlenmeye dayanan zorunluluk içinde özgür iradeyi nasıl mümkün görebiliyordu? ona bakalım.

    epicurus'a göre atomlar düşey devinirken, belirsiz bir anda, belirsiz bir yerde bir sapma / clinamen yaşarlar. bu clinamen öylesine belirsizdir ki, gözle görülemez. buna karşın canlılardaki özgür iradeyi (liberum arbitrium) açıklamaya, yazgının sert yasalarını kırmaya yetkindir. bu kırılma olmasaydı oluşumlar gerçekleşmezdi. aksi hâlde yağmur taneleri gibi bütün atomlar, hep aynı rotada düşer, hiçbir çarpışma ve karşılaşma olmazdı. peki, bu neyi anımsatıyor? stoacıların ve ibrahimî dinlerin sunduğu kader algısını, olabilir mi? epicurusçu düzende kader diye bir şey yoktur; varsa da diğer disiplinlerle, özellikle de stoa'yla karşılaştırıldığında etkisizdir. yağmur tanelerinin havada hiç çarpışmadan yere düşmesi gibi, insanların herbirinin yaşamı da özgür iradeden/sapmadan yoksun bir şekilde başlar ve biterdi. oysa epicurusçu algılayışa göre, insan özgürlüğe zorunludur. çünkü sapma zorunludur. o hâlde insan "faber quisque fortunae suae" sözünde geçtiği gibi, kendi kaderini tayin etme gücüne sahiptir; daha karmaşık olanı ise, daha üstten bakıldığında, insan yazgısını belirlemeye yazgılıysa (çünkü atomlardaki sapmanın kaçınılmaz olduğu düşünülüyor), o hâlde son kertede insan bir zorunluluğa uymuş olur mu, olmaz mı?

    anti-epicurusçu niteliğini metinlerden çıkarabildiğimiz cicero, epicurusçu zorunluluk-özgürlük algılayışıyla adeta alay etmiştir. cicero, epicurusçu atom düşüncesini eleştirirken atom hareketinin herhangi bir nedene bağlı olmayışından hareketle, bir fizikçi için bir olayın sebepsiz olduğunu söylemekten daha kusurlu bir şey olamayacağını bildirir (cicero, de finibus bonorum et malorum 1.6: ait enim declinare atomum sine causa; quo nihil turpius physico, quam fieri quicquam sine causa dicere). gerçi epicurus bu eleştiriyi göğüsleyebilecek bir açılım yapmıştır evvelinde (yukarıda alıntıladığım mektubuna bkz.). ayrıca bkz. etik-fizik ilişkisi

    yine cicero'ya göre, epicurusçular atomların saptığına inanıyorsa; onlardaki bu hareket değişikliğinin nedenini de açıklamalılar; doğadaki hangi güç sapmalarına neden oluyor? hangi atomun sapacağı, hangisinin ise sapmayacağı nasıl belirleniyor? (cicero, de fato 46: 'declinat', inquit, 'atomus'. primum cur? aliam enim quandam vim motus habebant a democrito inpulsionis, quam plagam ille appellat, a te, epicure, gravitatis et ponderis. quae ergo nova causa in natura est, quae declinet atomum? aut num sortiuntur inter se, quae declinet, quae non? aut cur minimo declinent intervallo, maiore non?)

    özellikle de ikinci sorgunun epicurusçu düzende göğüslenişi, o disiplin için riskli bir tutumdur. sapma onlara göre kaçınılmaz olarak "belirsiz bir anda, belirsiz bir yerde ve belirsiz bir nedenden ötürü" gerçekleşmek durumundadır; aksi hâlde primum mobile yani ilk devindiricinin tanrısal ittirici olup olmadığı problemi ortaya çıkar. böyle bir durumda, mesele bu ilk ittirici gücün (entiriyi girdikten sonra aklıma geldi, werner heisenberg parça ve bütün'de de democritus'un atom anlayışından bahsettikten sonra "ilkin" ne olduğuna dair bir şeyler söylüyordu, hemen kitaptan alıntılamam gerektiğini düşündüm: "... belki de parçalanamayan en küçük yapı taşları yoktu. ama belki de madde tekrar tekrar parçalanabilir. sonunda parçalanacak bir madde kalmadığından madde enerjiye dönüştürülür. parçalar, maddeden daha küçük değildir. ama acaba başlangıçta ne vardı? bir doğa yasası mı? matematik mi, yoksa simetri mi? 'önce simetri vardı.' bu platon'un timaios'unda yaptığı felsefeyi anımsatıyordu." [sf.156-157, çev. a. atalay, düzlem yay., 1990]) adlandırılması meselesine dönüşür ki, bu da determinist/gerekirci yaklaşımın zaferi anlamına gelir; zira en nihayetinde başı belli olan bir devinmeler silsilesi kabul edilmiş olur. bu da evrenin bir başlangıcının olduğu düşüncesini doğurur. böylelikle "evrenin bir başlangıcı varsa, o hâlde onu başlatan ve ilk enerjiyi aşılayan neden tanrı olmasın?" sorusu sorularak, tesadüfî birlikteliğin beli tümden kırılmış olur. zorunluluğun bükülmez yasalarını tesadüfîlikle kırmaya çalışmaktansa, onun karşısında yeni bir tasarım ortaya koymanın güç olduğunu kabullenmenin daha yerinde bir tutum olduğunu düşünüyorum. bu bir nevi tevekküldür. ancak bu tevekkülün sınırları bellidir; insan bilgiye doydukça tevekkülünü yeniden ve yeniden gözden geçirir ve her defasında yeni bir tevekkül anlayışı geliştirir. böylece son zamanlarda çok sık karşılaştığımız kilisenin geçmiş kabahatlerinden özürleri gibi her defasında yeni bir zorunluluk değerlendirmesi yapabiliriz. işte bu değerlendirmeyi yapabilmekte özgürüz. zorunluluğu özgürce çözümleme konusunda zorunlu bir özgürlüğe sahibiz. en başta örneklediğim üzere amelden öteye taşıp niyeti de sorguya çeken dinler gibi, insan da kendi kendini zorunluluk karşısında sorumlu kılabilir. o işte buna da özgürdür.

    addendum@:
    http://twitpic.com/cfm8m
hesabın var mı? giriş yap