• hasta odasından ameliyat odasına gitmek film gibidir, öylecene efrafı izleye izleye gidersiniz. ameliyat masasına alınırsınız, kollar bacaklar bağlanır. anestezist elinizdeki damardan narkoz verir, 1-2 saniye içinde damarınızda akarak kalbinize doğru gelen yakıcı sıvıyı hissedersiniz, sonra aniden gözleriniz kararır bilinciniz kapanır, kapandığı gibi de gözlerinizi açarsınız, hasta odasında yatar halde etrafınızda aileniz ile bulursunuz kendinizi. yani ameliyat olmak, ameliyat olan insan için 3-4 saniyelik bir iştir.
  • içeriğinin ne demek olduğu ancak yaşandığında anlaşılan kavramlardan biridir bu. yoksa öyle uzaklarda, varlığı bilinse de bir kez olsun gidilmemiş hayırsız ada gibi gizemli ve ıssız şekilde anlamsızca durur. ne sizin ona ihtiyacınız vardır, ne de onun size zaten. ama günün birinde, kim bilir hangi organın, hangi dokusundaki hücreler öbeği isyan bayrağını pervasızca savurur, sinir hücrelerine “ulan bu herifi kaçtır adam gibi inceden uyardık, kale almadı; bi’de şu mesajımızı iletirsen kendisiyle daha seviyeli bir ilişkimiz olur kanaatindeyim” tadında zehir gibi bir ültimatom gönderip, bir pazar sabahı ağaç dibinde salakça zıplayan serçeleri elde sigara pencereden kayıtsızca izleyen bünyede daha önce hiç rastlanmamış türden bir ağrı, sızı peydah edince ilk iş ağır ağır tellendirilen sigarayı söndürmek olur tabii. nasıl olsa geçecektir, daha önce de ağrımıştır, geçmiştir, geçer derken en etkili silahlarımın bile ağrıyı dindirmekte işlevsiz kaldığını ürpererek fark ederim. üstelik ağrılar da, adeta benle dalga geçercesine daha önce varlığı bile bilinmeyen seviyelere doğru hızla yol almakta, tüm iç organlarımı bana tek tek hissettirmektedir. evet, bendeniz hastanelik olduğunu kabul edip evin önünden geçen ilk taksiyi çevirene dek artık ayakta durmakta bile zorlanmaktadır.

    i. hastane
    hastanelik olmanın (hospitallık demiyorum!) ilk şartlarından biri ikinci çoğul şahıstan, ikinci tekil şahsa düşmektir. o kapıdan içeriye girdikten sonra en azından, varsa, zat-ı muhterem kimliğiniz anlaşılana dek zavallı bir “sen”sinizdir. bu sen ile de haliyle onun layık olduğu biricik kip olan emir kipiyle iletişim kurulur.
    ağrılar artık kafamı duvarlara vurduracak dereceye gelmişken sorulan annenizin kızlık soyadı tadındaki kimi sorulara cevap vermemeyi tercih ettim. üstelik burcum da kova değil; onu kusmak için istemiştim. alkol kullanıyor musunuz sorusuna, “kullanma demeyelim de, yıllardır süren samimi bir dostluk ilişkisi var” yanıtı da fazla ironikti, doğru.
    gene de “sen” için tanı koymak bu kadar zor olmamalı, üstelik her kıpırdanışında yeni ağrı çeşitleri keşfeden bu zavallı emir kipi objesi, uyduruk bir röntgen ve tomografi için benim için artık cankurtarandan çok cançıkartana dönüşen araçla timur’un eline düşmüş beyazıt misali bir o yana bir bu yana yedi iklim dört bucak gezdirilmemeli. tomografiyi çeken hemşire o halimde bile unutulabilecek gibi değildi, evet.

    ii. tanı
    çekilmesi mümkün ne kadar ağrı ve bilmemnegrafi türü çekildikten sonra çıkan sonuç kısa bir “mideyi delmişsin” oldu. bu cümlenin kuruluşundaki çarpıcı yalınlığı fark edemeyecek kadar uzaklardaydım o sırada. sanırım öteki taraf köprüsünden önce son çıkışa giderek yaklaşmaktaydım. film şeridindeki ilk kareleri yapımcı ve senarist arkadaşlarla tartışarak biricik izleyenini salya sümük ağlatacak bir başyapıt hazırlığındaydık ki, sidik sondası denen, daha önce varlığından bile haberimin olmadığı nesnenin ne denli psikopat bir ruhun ürünü tıbbi bi’ işkence aleti olduğunu süt dökmüş kedi gibi sünmüş organımda anlatılmaz yaşanır bir acıyla hissederek kendime geldim ve film setinin yanı sıra diğer ağrılar da çil yavrusu gibi dört bir yana dağıldı. o anda bana emir verenlerin renklerinin değiştiğini fark ettim. yeşil donlara bürünmüş çehreleri ak peçeli lokmanlar beni çarmıha gerdikde ol enfiyeden koklatdılar ki şerid-i revan berheva oldu.

    iii. ameliyat sonrası
    eski bir şaman geleneği olan narkoz sonrası saçmalamalarına fazlaca değinmeyeceğim. sadece uyandırıldıktan sonra pek asabi olduğumu, buranın haracını yedirtmem ulan size diye böğürdüğümü, kant’a laf söyleyeni yaşatmam, plüton’u gezegenlikten edenin ardına komam dediğimi ve van minit tarzı bir çemkirmeyle sedyeden kalkıp gitmek istediğimi söylediler. oraları zaten hatırlamıyorsunuz, esas macera daha yeni başlıyor. ilk hissedilen yazının başından beri bahsedilen o dayanılmaz ağrıların uçup gitmiş olması. bu sizi gayetle sevindirirken, algılayışınız berraklaştıkça şaşkınlıkla adeta her tarafından kablolar fışkıran bir bilgisayar kasasına dönüşmüş olduğunuzu fark ediyorsunuz. göbekten çıkan dandik bir mouse, optik bile değil, direnmiş ismi. bir de burnumdan çıkıp kaynağının nerelere kadar indiğini düşünmek bile istemesem de her an hissettiğim başımın belası, konuşturmayan, yutkundurmayan ve uyutmayan o karıncayiyen hortumu. kola her daim takılı serum hortumu da eklendiğinde kablosuz teknolojinin ne büyük bir nimet olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.

    iv. nekahet
    ilk günün akşamı çok çabuk geliyor. narkozun etkisi de devam ettiğinden yarı uyanık, yarı uyur halde gün devriliyor. ertesi gün usta doktor şirin baba önderliğindeki şirinler kıvamında gezinen pratisyen hekimlerle ilk karşılaşmam gerçekleşiyor: “evet arkadaşlar burada da bir alkolizm vakası mevcut. bununla bağlantılı perforasyon...” bunları duyunca acıdan kıvranırken yalan yanlış hasta anket formu doldurulmaması gerektiği kafama bir kez daha kazınıyor. gene de alkolik hasta olmaktan mutluyum, sesimi çıkarmıyorum, hafiften 70’li yıllardan kalma evvel yükseklerden uçup şimdi dibe vurmuş alkolik looser cüneyt arkın pozu veriyor, sesliyle başlayan sözcüklere “n” ekliyorum, yeni nesil bilmiyor tabii, performansım n’etkisiz kalıyor.

    üçüncü gün artık çıkıp bir ileri bir geri dolaşmam lazım, ama laptop değilim ki, taşınabilirlik dip seviyede. hadi göbeğimdeki sargı bezlerinin arasından çıkan diren denen mouse’ı cebe soktum, serum bağlantısını da söktüm, ama burnumdan çıkan ve içinde mide özsuyumun zuma’daki boncuklar gibi dolandığı o antikarınca hortumunu ne yapacağım? bir süre sonra onun ucunu da minik bir kement yapıp kulağıma asmayı akıl ediyorum. cyborg tarzı görünümümle koridorda arz-ı endam ediyorum, beni gören çocuklar ağlayarak kaçışıyor.

    ilk üç günün sonrası en sıkıcı dönem. artık neredeyse iyileşmişim ya da öyle olduğunu düşünüyorum. ama hala dört bir tarafımda kablolar, gelsin antibiyotik, gitsin serum, ölçülsün ateş, tansiyon. hele artık burnumla bütünleşen o karıncayiyen hortumu yok mu? herhangi bir haşerat görsem hortumumla direk saldıracağım artık, afakanlar basıyor. “çıkarın beni buradan veya hortumu burnumdan, hasta hakları, hak hukuk, gak guk” diyorum. “tabii hakkınız var ama bizim de sizi, hasta tedaviyi reddediyor diye, psikiyatri kliniğine sevk etme hakkımız var n’aaber?” yanıtını alınca hortumumu önüme eğip kablolarımla baş başa sus pus kalıyorum.

    v. taburcu
    taburun nereden gelip de dile girdiği bilinmiyor köken bakımından. ama taburcu, artık iyileşip yattığı hastaneden bağlı bulunduğu tabura gönderilen asker demek. herhalde çağdaş tıbbın ilkin askeri hastanelerle ülkemize girmesinin kalıntısı bir sözcük. evet, eninde sonunda beni de ait olduğum tabura sevk ettiler. zaten hastanede yatarken fazla bir seçenek de yok, ya taburcu oluyorsunuz ya da ölüyorsunuz. odayı paylaştığım ileri derecede kanser hastası ağabeyde olduğu gibi. ilk ve son konuşmamız bilincinin açıldığı ve fazla ağrısının olmadığı nadir anlardan birinde olmuştu. işimi sormuştu bana. “ağabey şu anda konuşamıyorum, daha sonra gene konuşuruz” demiştim. daha sonra hiçbir zaman konuşamadık. toprağı bol, kalanlarının başı sağ olsun.

    giderek seyrekleşen geçmiş olsun telefonları tuhaf bir biçimde, yokluğumu kimlerin hemen duyacağını, kimlerin çok sonradan fark edeceğini aklımdan geçiriyor. alışkanlıkla elim sigara aranıyor, bıraktığım aklıma geliyor. serçeler zıplamaya devam ediyor ağaç diplerinde.
  • basit bir kol kirilmasi sonucu 43 saat once uzerimde gerceklestirdikleri operasyon. herseyden once gun veriyorlar ve gunleriniz bu gunu beklemekle geciyor, south parki bile keyifle izleyemiyorsunuz. o beklenen gun geldiginde ise basit giris islemlerinden sonra uzerinideki kiyafetler cikiyor yari kefen tarzi bir ameliyat elbisesi uzerinize giydiriliyor, sol kolunuzdan bir sakinlestirici igne bir de serum veriyorlar. daha sonra formalite sorular soruyorlar. sigara icermisiniz, hic ameliyat oldunuzmu gibi..

    daha sonra hayatinizin sadece onun parmak uclarinda olacagini hissetiginiz sizi ameliyat edecek doktorunuz gelip size ufak bir moral verdikten hemen sonra serum aldiginiz yere kuvvetli bir ilac enjekte edip sonra sizi soguk ameliathaneye dogru goturuyorlar.

    o sirada ameliyathane koridorlarindan gecerken inanilmaz bir bas donmesi hissediyorsunuz. sanki ust uste 5 sise bira icmis gibi. ve nihayet ameliyathanedeyiz, dedikleri gibi soguk ve etrafta birkac gorevli var. sizi yandaki sedyeye almaya calisiyorlar yari baygin diger sedyeye geciyorsunuz, ve biri yaniniza gelip size simdi oksijen veriyoruz deyip agziniza oksijen maskesini takinca sadece ve sadece iki nefes aliyorsunuz ve film bitiyor...

    iste o iki nefes aldiktan hemen iki saniye sonra gozunuzu acip beni ne zaman ameliyat edeceksiniz diye sormaya hazirlandiginiz anda, farkli bir odada kolunuzda farkli sarilmis bir bandaj,oksijen maskesiz ve etrafinizda sizle ilgilenmeyen hemsireleri gorunce gercekten cok sasiriyor ve nasil koca bir saati ve kolumu keserken onca aciyi hic hissetmem diye soruyorsunuz kendize.

    fakat sadece ameliyatla bitmiyor malesef. onunuzde bas donmeli, bas agrili ve mide bulantili koca bir 12 saat duruyor, sahsen ben 12 saat boyunca yasadigim aciyi burada anlatmam zor.

    iste bu sadece basit bir kol ameliyati. diger agir ameliyatlari dusunmek bile istemiyorum. bu ameliyat bile beni acilardan uyutmayip gecenin bir yarisinda eksisozluge girip sol elimle bu uzun yaziyi yazmama vesile oldu. icimi sana doktum sozluk. artik uyumaya calisabilirim :)
  • ameliyathane buz gibidir..uyurken azcık titrersiniz,ama uyanırken donarsınız..sizden önceki ameliyat uzadıysa koridorda sedyenin üzerinde başınızda bone,üzerinizde tuhaf mavi bi önlükle kuzu kuzu ameliyattan çıkanları izlersiniz beklerken..sıra size gelir.. uyumadan az önce anestezi doktoru ve teknisyeni rahatlatıcı olduğu sanılan ''nereden geliyorsun nereye gidiyorsun'' muhabbetini yapmaktayken siz konuşulanlara odaklanmakta güçlük çektiğinizi farkedersiniz..en güzel tarafı nefes almak için bile ugrasmayacağınız derin bir uykuya dalmanızdır..ancak uyanırken ''ne zaman uyumuştum ki'' diye düşünürsünüz..güzel bi rüyanız olmadığı gibi,iyice ayıldığınızda boğazınıza sokulan silikon boru yüzünden yutkunamadığınızı farkedersiniz,sonra kolunuz bacağınız yada başınız ,belki de karnınız ağrımaktadır..üstelik ilk 8 st yemek içmek yasaktır,yiyebilecek olduğunuzdaysa gazınız vardır,kalp krizi geçirdiğinizi sanırsınız sancıdan,canınız bi şey yemek istemez..yürürken başınız döner,kapıda hemşire hanım elinde kan sayımı yapmak için alacağı bi kaç cc kan için beklemekteyken,siz pencereden kaçmak için odanızın topraktan fazla yüksek olduğunu düşünerek hayıflanırsınız..ameliyat vız gelir o kocaman iğnenin yanında..
  • dün sabah üçüncüsünü gerçekleştirdiğim çılgın aktivite. gayet enerjik bi halde dünyevi şakalar yaparak yatılan masada; ameliyat yerindeki kesiğin acısı, tüm vücudu kaplayan bi ağrı, tentürdiyot kokusu, bandaj ve dayak yemişcesine bi yorgunlukla "yaşasın bu sefer de ölmedim" diyerek uyanmaktır. sonra da "eve gidince yarısında olduğum kitabı bitirebilirim" diye düşünerek sevinmektir.
  • daha once hiç yasamadığım, birkaç saat sonra siftahı yapacağım hede.
    ameliyat anı ve sonrasını bilemem ama öncesi çok garipmiş. doktor "bugün acil ameliyat etmemiz lazım" dediği an başlayan mide bulantısı, baş dönmesi, halsizlik ve uyuma isteği nedir arkadaş. . şimdi evde olsam 4 gün uyurum valla hiç uyanmadan.
  • ilk defa bu ay başıma gelmiş olay. garip bi psikolojisi var. ama önemli olan ameliyat anestezi vs. değil, ameliyat sonrasındaki ağrılarmış.
  • bir adedi 8 buçuk saat süren iki ameliyat geçirmem neticesinde kesinlikle çevrenizdeki insanları daha iyi tanımanıza vesile olur. sağlığınıza da kavuştuysanız bir de üstüne değmeyin keyfinize.
  • bir gun önceden hastaneye yatarsınız.o gun tahliller için kan alırlar.gece size bir hap verirler ve bir yudum su ile hapı içmenizi söylerler.uyumak hiç de kolay olmaz yarın olacakları düşünürken.sabah erkenden uyanırsınız.orta kulak ameliyatı olacagim için sabahtan berber gelir ve kulak çevresindeki saçlarını ustura ile bir guzel keser.işte o an heyacan, tedirginlik iyice kaplar içinizi, zaman geçmez olur nerdeyse, korkuda bi taraftan sarar bunyenizi.sedyeyle görevli görünür sonunda kapıda. siz ''binmeme gerek yok, yürürüm ben'' desenizde, ''kızıyorlar sedyeyle götürmeyince yatın siz'' der.sedyeye yattınız anda tüm o korku, tedirginlik, endişe her şey kaybolur. artık olacagına varacaktır.ameliyat odasına alınırsınız ve sizi soguk bir demir üstüne yatırırlar.üşümeye başlarsınız.kolunuza iğneyle bir damar yolu açılır.tam siz bunlar beni nasıl uyutacak acaba derken.anestezist gelir ''uyumaya hazırmısnız der'' ve damar yolundan iğneyi yapar. bir iki saniye sadece vucudunuzun uyuştuğunu hissedersiniz ve siyah ekran gelir.uyandığınızda sevdikleriniz yanınızdadır artık, hayal meyal gelir görüntüler belli süre size.ameliyat suresince ağzınızda kalan sonda yüzünden aylarca dilinizin sondanın takılı olduğu tarafını hissetmiyeceksinizdir artık. bir gun boyunca sırt ustu o yatakta yatarsınız.ameliyattan cok, sürekli aynı şekilde kalmaktan sırt agrınız sizi delirtir.ameliyattan sonra ki hastanede kaldıgınız gunler boyunca tek bir şey gelir aklınıza, dışarda geçirdiniginiz guzel anlara gercek değerini veremedeğiniz.hastaneden çıktığınız gün şükredersiniz artık herşeye.
  • fiziksel anlamda oluşan yaralar bir şekilde iyileşmesine rağmen; o süreç boyunca yaşanılan ruhsal, zihinsel tecrübelerin bünyede yarattığı yan etkilerin hiçbir zaman geçmemesiyle sonuçlanır.

    3 kez ameliyat masasına yatmış biri olarak söylüyorum bunları. ambulans seslerini farklı işitir, iğne ucunun derinizle temasıyla farklı şekilde irkilir ve hastane koridorlarına artık farklı gözlerle bakarsınız...
hesabın var mı? giriş yap