• %100 gerçek bir olaydır. herhangi bir şekilde abartma, çarpıtma, ajitasyon ve manipülasyon söz konusu değildir. yaşananları burada paylaşmak beni mutlu etmiyor. iki polis memuruna uygulamak zorunda kaldığım şiddet ve elbette onların bana verdiği karşılık, hayatımın bundan sonrasına dair beslediğim umutlarımın yarısını çaldı. keşke o şiddet dolu gece hiç yaşanmasaydı. keşke...

    saat 23 sularıydı. uzun bir çalışma gününün ardından dallas'taki evime dönüyordum. garland yolu üzerinde seyrederken hypnotic donuts'un ışıklı tabelası aklımı çeldi. bir kase ayranın içine iki donut doğrayıp, televizyon karşısında günün yorgunluğunu atmak iyi bir fikir olabilirdi. arabamı hypnotic donuts'un önüne park ettim. iki donut alıp hemen devam edecektim. dükkan bomboştu. sanırım kapatmak üzereydiler. tezgahta çok az donut kalmıştı. neyse ki en sevdiğim pembe renkli olanlarından iki tane vardı. tezgahtaki oğlan karşıma gelip tebessüm etti. fakat ben daha elemana bir şey diyemeden, iki polis memuru dükkandan içeri girdi. aralarında gürültülü bir şekilde konuşup gülüşüyorlardı. polisler içeri girdiği andan itibaren eleman benimle ilgilenmeyi bıraktı. "bakın kimler gelmiş... her zamankinden mi kocaoğlanlar?" diye polislere cilve yaptı. buranın müdavimi oldukları anlaşılan polisler "30 saniyen var pislik" diyerek çocuğu onayladılar. bir anda ikinci plana itilmek hoşuma gitmemişti ama sorun etmedim. aynasızlar gidene kadar bekleyebilirdim.

    eleman polislerin kahvesini hazırladı. karton bardakların kapaklarını kapattıktan sonra, içeri girdiğim anda gözüme ilişen o son iki pembe donut'u kese kağıdına koydu. işte olaylar da bundan sonra başladı. o kadar donut arasında benim alacağım iki donut'u bu göbekli ve saygısız polisler alıp götürecekti. daha fazla dayanamadım. elemanı ikaz ettim; "hey mate, i came before them. these pink donuts are mine." çocuk biraz duraksadı. "afedersiniz ama bunlar daha önce sipariş edilmişti" diye karşılık verdi. güya beni savuşturacağını düşünüyordu. "this is my order" diye bağırarak, pembe donut'ları koyduğu kese kağıdını çocuğun elinden çekip aldım. kasaya 10 dolar fırlatıp çıkışa yöneldim. birkaç adım atmıştım ki, polislerden biri beni omzumdan tutup durdurdu. "yavaş ol bakalım serseri. burasını dağ başı mı sandın?" diyerek bağırdı. onunla tartışmak, işi büyütmek istemiyordum ama geri adım atmaya da niyetim yoktu. "why do you so do my beauty brother? you know, i came before you." dedim. polis memuru giderek kabalaşıyordu. "ulan sen daha ananın karnındayken biz buradan donut alıyorduk, serseri" diye bağırdı. "don't mix mother father, ok?" diyerek sakince çıkıştım. dükkandan dışarı çıkıp arabama bindim.

    polisler olayı inada bindirdiler. bu sefer diğer polis, arabamın camını copla tıklatıp "aşağı in ulan" diye höykürdü. camı açtım. "why do you so do my beauty brother? does it befit to you?" diyebildim. arabaya vurmaya başladı. arabanın camı kırılacak diye korkmaya başladım. artık tepem atmıştı. hışımla indim arabadan. "did they gave you to me with number?" diye bağırarak giriştim bunlara. silahlarına bile davranacak zamanı bulamadılar. önce bir tanesine kafayı çaktım. anında devrilip yerde kıvranmaya başladı. sonra diğerinin kolunu arkaya büküp boğazını sıktım. "tamam, tamam... yok bir şey tamam..." diye yalvarmaya başladı. diğerinin üzerine doğru savurdum bunu da. aracıma binip evimin yolunu tuttum.

    gecemi mahvetmişlerdi. donut'ları bile düşünecek halde değildim. bu işin bu şekilde kapanmayacağı belliydi. başımın derde girmesinden, hatta içeri atılmaktan korkuyordum. neredeyse sabaha kadar uyuyamadım. tam yüreğim uykuya varacağı sırada, kapı sert biçimde çalındı. "ne kadar çabuk" diye düşündüm. kapının merceğinden bakınca, takım elbiseli, güneş gözlüklü iki adam gördüm. federal ajanlar olmalıydılar. bunlara da direnecek halim yoktu. kaderime razı olarak açtım kapıyı. ışık hızıyla atıldılar üzerime. "yat yat yat yat..." diye bağırıyorlardı. çaresizce "why do you so do my beauty brother?" diyebildim. beni paketleyip merkeze götürdüler.

    dallas polis merkezi'ne gelmiştik. birkaç saat nezarette tuttular beni. daha sonra sorguya çektiler. dayak attığım polislerle ve donutçu elemanla yüzleştirdiler. çok çileli saatlerdi. ömrümden ömür gitti. akşama doğru beni komiserin karşısına çıkardılar. adam babacan birine benziyordu. "my commissar, this is not my fault. i'm not guilty." falan filan, meramımı anlatmaya çalıştım adama. "sen türksün değil mi?" diye sordu. "yes sir" dedim. "siz türkleri iyi tanırım. yürekli ve mert insanlarsınız." dedi. şaşırmış ve biraz rahatlamıştım. "biliyor musun evlat, ben bir kızılderiliyim. sizinle köklerimiz aynı. yüce atam geronimo'nun bir sözü vardır. ayıdan post, beyaz adamdan dost olmaz, yalnız türkler hariç, türkler bizim atamızdır. böyle söylemiş geronimo..." duygulanmıştım, gözlerim dolmuştu. elini omzuma koydu ve şöyle söyledi; "gidebilirsin evlat. sen bizim şımarık serserilerin kusuruna bakma. bir daha da o itlere bulaşmamaya dikkat et." sarıldım ona. "thank you very very much my commissar. god make golden that you hold." diyerek teşekkür ettim. artık eve gidebilirdim. bir kase ayranın içine donut'larımı doğrayıp rahatlamanın tam sırasıydı. sanırım bunu hak etmiştim.
  • (bkz: god make golden that you hold) `:adfsfd:))`
  • (bkz: serin hikaye)
hesabın var mı? giriş yap