hesabın var mı? giriş yap

  • fiyatları arasinda ortalama 1 lira olan yerli uretim ile ithal ürün kiyaslamasi. ben nedense yerli ureticilerin amaclarinin, kalkinmayi tetikleyici ya da dunya pazarina giriş atilimindan ziyade var olan piyasadan kaniksanmis ithal fiyatlarla en yuksek kari kazanmak oldugunu dusunuyorum. yanlis dusunuyor da olabilirim tabii. simdi bu mevzu bahis findik kremasinin demirbasi findigi yeterince uretiyor muyuz? evet. hani su ureticinin kilosunu 10 liradan satip marketten 70 liraya aldigin findik. heyecan ariyoruz galiba ki ihrac ettigimizi geri ithal ediyoruz islenmis olarak. neyse, seker pancarı da ic anadolu'da yeterince var mi? var. geriye kaliyor kakao, ki bu da dunya geneline guney amerika'dan ya da afrika'dan ihrac ediliyor. simdi kardesim, bu urunun 3 ana bileseninden 2'sini yeterince uretiyorken neden markette nihai urunun fiyati ithal urunle ayni? bunda da mi otv var, nedir? yap bakalim arada dramatik bir fark sonra nutellanin talebi nasil dusuyor gör.

    edit: ozelden aksi yonde fikirlerini paylasan arkadaslara tesekkurler.

    edit: arkadaslar tamam sagolun ogrendim manisada nutella fabrikasi varmis, en buyuk findik tedarikcisiymis vs vs.

  • kızılok ve ortaçgil'in klasikleşen şarkılarının ötesini yeni yeni keşfettiğim bir dönemde tesadüfen bir arkadaşım "bak, bu albümü çok seversin, ikisi beraber hazırlamış" diyerek bana kasetten çekilmiş bir cd vermişti. ses kalitesi pek kötüydü. kaset hışırtıları bazen rahatsız ediyordu. ama şarkıların kalitesine hayran kalmıştım. biraz da şaşırmıştım: kızılok ve ortaçgil beraber albüm yapacak ama benim bu albümden haberim olmayacak ve bu albüm popüler olmayacak. tabii o zamanlar bu ikilinin çekirdek sanat evi macerasını, bir darbe döneminde müzisyenlerin özgürce müzik yapabilmesi için verdikleri çabaları, bu albümün aslında ikilinin ikinci ortak çalışması olduğunu, albümün sadece kaset formatında kalıp çok yayılma fırsatını yakalayamadığını bilmiyordum. bugün artık internette bilgiye ulaşım daha kolay, yaklaşık 10 yıldır bu albüm cd olarak bulunabiliyor, online müzik dinleme platformlarında da albüm yer alıyor. e o zaman bir zamanların gizemli ve muhteşem albümüne bir bakalım. niye çıkmış? ne şartlarda yayınlanmış? sonrasında neler olmuş?

    fikret kızılok, 1960'ların ortalarında bir gitarist olarak başladığı müzik hayatında duru sesi ve kendi şarkılarını yazabilme yeteneği ağır basınca solo kariyerine adım attı. birkaç deneme yanılmadan sonra 1960'lar biterken oldukça sade düzenlemeli, folk tarzında yaptığı besteleri ve türkü yorumları yayınlamaya başladı. anadolu rock o dönem hem vokal hem düzenleme anlamında çok sert ve güçlüydü. belki de kızılok şarkılarının daha naif havası onun büyük bir başarı kazanmasını sağladı. büyük liste başarılarının üst üste geldiği birkaç yıldan sonra ise çıkardığı şarkılar temalar ve düzenlemeler olarak birbirinin benzeri olmaya başlayınca o başarı biraz azaldı. kızılok, tehlikeli madde adlı bir grup kurarak müziğinde farklılığa gidip, klavyeyi müziğine soktu ama kızılok bir grupta uzun süre çalacak bir insan değildi. müzikal yazma denemeleri, nazım hikmet şiirlerine beste yapma gibi denemeleri de istediği desteği görmedi. 1970'ler biterken ve ülkenin politik havası gerilirken, müzik de daha politik hale geliyordu. kızılok da böyle bir ortamda artık müzik anlamında yeni bir şey veremeyeceğini düşünerek kepenklerini kapattı ve diğer mesleği diş doktorluguna geçti.

    bülent ortaçgil de kızılok'tan birkaç yaş daha genç bir müzisyen olarak kariyerine 1960'ların sonlarına doğru kurduğu küçük okul gruplarında başladı. kızılok'un ve dönemin havasının ters yönüne ilerleyen ortaçgil, önce ingilizce besteler konusunda uğraştı, daha sonra ise anadolu rock ile hiçbir teması olmayan, hatta türk müziğinde daha önce hiç değinilmemiş bir konu olan şehirli insanların iç dünyasına değinmeyi tercih etti. kendini de anonimleştirmek için sadece "bülent" adını kullanarak ülkenin en önemli albümlerinden haline gelecek benimle oynar mısın?'ı yayınladı. bu sade, naif, hem çocuksu hem düşünceli şarkılar elbette albümün hiç satmamasına neden oldu. ortaçgil de bu müzik dünyasına herhangi bir şey veremeyeceğini düşünerek kepenklerini kapattı ve diğer mesleği olan kimyagerliğe geçti.

    ama ne kızılok ne ortaçgil kendi dünyalarında müzikten kopmuştu. ikisi de şarkılar besteliyor ama bunları kendilerine saklıyorlardı. 1980 darbesi ile anadolu rock da politik rock da silinmişti. köyden şehre göçle beraber değişen büyük şehirlerin demografisi ile paralel olarak büyüyen arabesk, bu yeni kitlenin sesi oluyor, en baba popçular bile dümeni arabeske kırıyordu. piyasada şehirli, eğitim düzeyi daha yüksek, darbeden hoşnut olmayan ama pusturulmuş bir kitlenin seveceği bir tarzın ya da şarkıcının olmaması bir boşluk yaratıyordu. kızılok, 1970'li yıllardaki popüleritesine güvenerek ama çok daha farklı bir tarzda bir albüm olan zaman zaman'ı yayınladı ve albüm tam da arayış içindeki bu bahsettiğim kitleye hitap etti. albümün gördüğü ilgi kızılok'u müziğe devam etmesi için heyecanlandırdı. zaten idealist bir insan olan kızılok hem müzik şirketlerinin baskısı hem de darbenin baskından da bıktığı için tamamen özgür olarak müzik ile uğraşacağı bir ortam kurmak istiyordu. kızılok'un o dönemde yolu ortaçgil ile kesişti. ikili müzik hakkında konuşurken kızılok'un fikirleri, müzik yapmak için uygun ortam arayan ortaçgil'in aklına yatmıştı. böylece bu projeye beraber başlamak istediler ve çekirdek sanat evi kuruldu.

    konsept çok basitti. sanatçılar, tamamen canlı enstrümanlara dayalı performanslarını çekirdek sanat evi'nde sergileyecekler. kızılok ve ortaçgil de bu performansları teybe alacak ve gelenlere hediye edecek. böylece ülkede hem canlı müzik kültürü oluşacak, hem yeni sanatçılar sahne fırsatı bulabilecekler, kayıt için müzik şirketlerine gerek kalmayacaktı. erkan oğur, gündoğarken, ezginin günlüğü ve yeni türkü, çekirdek sanat evi ile yolu kesişip, daha sonra ana akımda da başarı kazanacak isimlerdendi. bu dönemde kızılok ve ortaçgil de beraber şarkılar çalıp söyledikleri dinletiler veriyorlardı. ikili beraber beste de yapmaya başlamıştı. ortaklıklarının manifestosu olan bizim şarkılarımız'ı da içeren biz şarkılarımızı çekirdek'ten çıkan ilk kızılok ve ortaçgil çalışması oldu.

    o dönem ülkenin müzik ortamının en büyük problemlerinden biri "korsan kaset"lerdi. bir albümün başarısı anlatılırken "kaset 1 milyon sattı, korsanlarla 3 milyon olmuştur o" gibi cümleler kullanılıyordu. bu korsan kaset problemini çözmek için 1986'da bandrol yasası çıkarıldı. artık plak şirketleri kültür bakanlığı'ndan bandrol alıp, kasetlerin üstüne yapıştırmak zorundalardı. aslında iyi bir amaç ile getirilen yasa maalesef çekirdek'in çalışmalarını bir anda illegal hale getirmişti. oldukça basit yöntemlerle hızlı kaset kaydedip çıkaran çekirdek, aynı hızla bandrol alamazdı. bu nedenle çekirdek sanat evi, yavaş yavaş piyasadan bağımsız sanatçılar için profesyonel albümler çıkaran bir platform haline dönüştü. bu platformun da ilk ürünü pencere önü çiçeği oldu.

    pencere önü çiçeği albümünde bu kayıtların 1986'da çekirdek sanat evi'nde verilen konserlerden derlendiği yazılsa da ben hala buna inanmakta güçlük çekiyorum. çünkü albümün kaydının kalitesi, "biz şarkılarımızı"na kıyasla kat be kat iyi. ayrıca o albümde seyirci sesleri duyulsa da bu albümde seyirciden bir çıt gelmiyor. ayrıca şarkılarda ufacık bile hata duymuyorum. bu nedenle albüm gerçekten konser albümü ile cidden helal olsun. albüm neredeyse tamamen akustik enstrümanlarla kaydedilmiş. zaten epi topu üç kişi var albümde. vokal ve gitarda kızılok ve ortaçgil. bir de akustik, elektro, bas ve perdesiz bas gitarlarda erkan oğur. buna rağmen şarkılar hiç cılız duyulmuyor. hatta bu tarz albümlerde belli bir yerden sonra şarkılar birbirlerini andırır ama burada her şarkının bence kendi bir kimliği var. ayrıca albüm kızılok ve ortaçgil'in o döneme kadar bilmediğimiz yönlerini gösteriyor. kızılok, klasik türk müziğinden ilk kez bu kadar uzak duruyor. ayrıca ileride fazlasıyla dalacağı politik taşlamalara ilk adımlarını bu albümde atıyor. ortaçgil'in ise ilk albümündeki çocuksu ve naif üslubunun yerini daha ciddi ve gerçekçi bir tarz aldığını görüyoruz. ikilinin aralarında paslaşmaları da güzel. kızılok, ortaçgil'in daha şehirli sözlerini okurken, ortaçgil'in de politik taşlamaları dillendirdiğini duyuyoruz. çok da uzun bir albüm değil. uzunluk olarak oldukça tadında.

    albümün açılışını olmasın varsın yapıyor. yukarıda darbeden bahsettim. darbenin en doğrudan etkilediği isimlerden biri elbetteki bülent ecevit olmuştu. darbeden önceki son seçimde "karaoğlan" ecevit'in chp'si %41 oy almış ama buna rağmen mecliste çoğunluğu sağlayamayınca başbakan olamamıştı. ancak 1978'de güneş motel vakası sayesinde başbakanlığa gelebilen ecevit'in sağlam temellere dayanmayan hükümeti birkaç ay sonra ara seçimlerde süleyman demirel'in oy oranını arttırması ile düşmüştü. 1980 darbesiyle ise ne demirel ne ecevit kaldı. ortaçgil ve kızılok'un çekirdek yıllarında ecevit, bir zamanların umudu olmaktan çok uzak bir devrik liderdi. ecevit'ten politikacılığını aldığımızda da geriye şairliği kalıyor elbette. kızılok, ecevit'in siyasi görüşüne yakın olduğu gibi şairliğine de ilgi duyuyordu. kızılok, 1970'lerde, hem de kıbrıs barış harekatı'ndan çok kısa süre sonra, ecevit'in türk - yunan şiiri'ni bestelemişti. şarkı bu albüme kısmetmiş. keza albüm kapağında yazdığına göre, şarkının oy kaybettirme ihtimali olduğunu düşünen ecevit kaydın yayınlanmasına uzun süre izin vermemiş. ama artık oy kaybı derdi olmayan ecevit tabii ki bu albüm için izin istendiğinde olumlu yanıt vermiş. şiirin türk yunan dostluğu teması şarkının içinde çift gitardan gelen buzuki havasına yedirilmiş. ortaçgil ve kızılok'un bir önceki konser albümünde bulunan kızılok'un katerina yorumunda kızılok'un yunan müziğine yatkınlığını zaten görmüştük. bu şarkının ikinci yarısında erkan oğur'un perdesiz gitarı o buzuki havasının yanına anadolu'dan nameler ekliyor. o kadar da inanılmaz oluyor ki. kızılok'un vokali her zamanki gibi kusursuz. sıla, hasret, özlemi anlatacak kadar hüzünlü, dostluğu anlatacak kadar sıcak. kızılok, bu şarkıyı yazdığı dönemde bir başka ecevit şiiri bach sonatı'nı da besteleyip, ecevit'in huzurunda trt'de çalmıştı. hatta çekirdek dönemi'nde "biz şarkılarımızı yarıştırmayız tazı gibi" demesine rağmen, o dönem bach sonatı ile eurovision'a katılmak için ecevit'ten izin istemişti. o şarkı maalesef hiçbir stüdyo albümüne giremezken, "olmasın varsın" çok iyi bir düzenleme ile iyi ki bu güzel albümün en başına eklenmiş.

    ortaçgil'in bugün baktığımızda en önemli şarkılarından biri olan değirmenler, albümün ikinci şarkısı olarak karşımıza çıkıyor. aslında şarkı ilk kez "sen, ben ve değirmenler" olarak rüzgara söylenen şarkılar dinletisinde ortaya çıkmıştı. işin ilginci, bu albümde "değirmenler"i ortaçgil'in değil kızılok'un söylüyor olması. başka şarkıcıların şarkılarını neredeyse hiç söylememiş kızılok'un bir ortaçgil şarkısı yorumluyor oluşu kendi başına çok hoş bir durum. kızılok'un ortaçgil'den daha iyi bir vokalist olmasından ötürü de bu tercih kulağa çok iyi geliyor. yine de nakaratlarda ortaçgil'in geri vokali oldukça belirgin. böyle efsanevi şarkılar hakkında ne denir bilmiyorum aslında. şarkı boyunca farklı farklı gidişleri dinliyoruz. zaman durmadan ilerliyor. dostlar gidiyor. kuşlar gidiyor. uçurtma gidiyor. bir tek iki kişi değirmenlere karşı direniyor, "sen ve ben". ama onlar da yitip giden bir savaşçı. bu savaşı kaybeden ikili de dereler gibi denizlere gidiyor. ama en güzel mısra nakaratı bitiren mısra: "belki de en güzeli böyle". hayat durmadan ilerliyor, çünkü hayatın kanunu bu. bunu kabullenip tadını çıkarmak en iyisi. mesela kızılok'un şarkı sonundaki iç çekişi ve erkan oğur'un mükemmel solosunu dinleyerek geçip giden zamanı iyi bir şekilde kullanabiliriz. değirmenler'in birçok versiyonu var ama benim için en iyi versiyonu hep bu olacak çünkü "en güzeli böyle".

    ama yine de benim için albümün en iyi şarkısı güneşin aynasında. kızılok ve ortaçgil'in ortak üretimi olan bu şarkı hem müzikal hem söz olarak çok güzel. giriş melodisi çok hoş. sadece giriş de değil. erkan oğur'un şarkı boyunca arka planda çaldığı küçük pasajlar ve şarkı biter gibi yapıp bitmedikten sonra gelen solo da çok hoş. insanın eline akustik gitar alası geliyor. ama alsa ne olacak. erkan oğur'dan çıkan sesi en baba gitardan çıkarmak zor. vokalde yine kızılok oldukça başarılı. ortaçgil'in geri vokali de yine çok uyumlu. sözlerde hafiften bir gizem var bence. şarkının ana karakteri düşünüyor, şarkıyı dinleyen düşünüyor. hatta bir bilmece de var şarkının içinde: "bil bakalım sen nesin?". şarkının ilk kısmına bakınca bunun cevabı "bir sevgili" gibi geliyor ama bence bu doğru cevap değil. çünkü bu sorunun olduğu kıtada basit bir aşktan daha büyük bir şeyin ipuçları var: "kalemin yasaklarında, çalışan parmaklarında ve ağaran saçlarında tutsak bir düşüncesin". şarkının girişinde "güneşin aynasında ben" mısrası da şarkının sonunda "güneşin aynasında biz"e dönüyor. bu "ben"den "biz"e dönüş de bir ipucu. benzer bir tema ortaçgil'in sen varsın şarkısında da vardı. benim için iki şarkıda da daha özgür, daha dost bir ülkenin özlemi var ama elbette ki yoruma çok açık bir şarkı bu. "ben bunları düşünmek istemiyorum" diyenler için de bir müzik ziyafeti var. daha ne olsun?

    bir önceki şarkı politik olabilir ama albümün dördüncü şarkısı uyusun da büyüsün ise değerleri darbe sonrası hızla değişen toplumu anlatmakta. aslında "iyi uykular türkiyem (!). anlayana..." muhalifliği ile aram iyi değil ama bu şarkının ismine rağmen bu tarz bir muhalefetten çok farklı olduğunu kabul etmem lazım. mesela şarkının girişini çok seviyorum. herhangi bir çocuğun sıradan hayatını anlatan kelimeleri sıraladıktan ve "ve de ciklet" diyerek bitirdikten sonra birden bire "hoppala yavrum, coca cola"yı duyuyoruz. hoppala, çünkü o zamana kadar coca cola, bir çocuğun hayatında yoktu. 1986 yılında coca-cola ve fanta'nın ilk kez 330ml'lik teneke kutularda piyasaya çıkması elbette tesadüf değildi. şarkıdaki "çokonat'ın lezzeti bambaşka" sözü de coca-cola ile birlikte reklamların hayatımıza ne kadar dahil olduğunun bir göstergesi. çokonat jingle'ını ortaçgil ve kızılok'un eski dostları mfö'nün yapması da hayatın bir ironisi. darbe sonrası müzik kültürü de dönemin en ünlü isimlerini sıralayarak çok doğrudan yansitilmis. arabesk, arabeskleşmiş türk sanat müziği ve yabancı sözlü pop müzik dönemin furyaları olarak sıralanıyor. playboy da dönemin önemli trendlerinden. türkiye'de erkekçe, bravo, playmen ve gözde kadın dergileri büyük tirajlar yakalayınca playboy dergisi de 1985 yılının sonunda türkiye pazarına giriyor. futbol da elbette ülkenin en büyük eğlencelerinden biri. 70'lerin sonu 80'lerin başında yabancı futbolcu sayısında kısıtlamalar olsa da 1980'lerin ortalarında yabancı futbolcular tekrardan ülkeye gelmeye başlıyor. gerçi kızılok ve ortaçgil'in saydığı üç yabancı isimden ikisi teknik direktör ama olsun. "darwin, hacı hoca" derken bence doğrudan adnan oktar'a gönderme var keza oktar ilk kez 80'lerin ortalarında kendini göstermeye başlıyor. bir de tabii bu kadar materyalist bir toplumda eğitimin de artık bir at yarışına çevrilmesine de gönderme var. "ne sağcı, ne solcu, doğramacı, macuncu" derken de yök'ün ilk başkanı olarak üniversiteleri apolitik hale getirme çabalarının sembol ismi ihsan doğramacı'yı da bir anmışlar. 3 dakikalık şarkıda daha fazlası da var ama bu kadar yeterli. bu temalar daha sonra kızılok albümlerinde karşımıza sık sık çıkacak ve bu şarkıyı ninni ismiyle olmuyo olmuyo albümünde oldukça kötü bir düzenleme ile dinleyeceğiz. ilginçtir ki ortaçgil de bu şarkıyı konserlerinde söylemekte. biraz garip duruyor ama neden olmasın? müzikalitesinden pek bahsetmedim ama şarkının matrak havasına matraklık katan kazoo solosuna değinmek lazım. bu şarkıdan önce hiçbir türk şarkısında kazoo duyduğumu sanmıyorum. onun dışında oldukça sade, şarkının sözlerini öne çıkaracak bir düzenlemesi var.

    şimdi kasedin diğer yüzüne dönelim. bizi ortaçgil'in vokali ile bir nihavend yalnızlık karşılıyor. ortaçgil'in betimlemeleri, öyküleri her zaman farklı ve güzel. bunda hem fikiriz. ama bu şarkı şarkıdaki kişinin iç dünyasına ek olarak, bu kişinin bulunduğu çevreyi de bence muazzam betimliyor: gazeteler, manav, kapı, tas, eski sinemalar, takvim yaprakları ve daha fazlası. bu nedenle şarkıyı ne zaman dinlesem kafamda eski ahşap evlerin bulunduğu bir mahalle canlanıyor. ancak kelimelere çok iyi hükmeden bir insan bu hissiyatı yaratabilir. mesela "elim cebimde" değil de "cep elimle dolu" tabirini kullanıyor ortaçgil. ne kadar güzel, ne kadar yeni, değil mi? ana karakteri çevresinden izole etmemesine rağmen, şarkının "kanımca her şey boşuna" diye bitmesi ve bunun hissettirdiği yalnızlık çok etkileyici. bu kabullenmişlik, benim için "değirmenler" ile bir bağ kurmakta. etrafında çok şey oluyor gibi gözükse de aslında hiçbir şey olmayan karaktere çok iyi ses veriyor ortaçgil. kızılok'un geri vokali de leziz. oğur da şarkıyı yine çok tatlı melodilerle doldurmuş.

    pencere önü çiçeği, bana "bir nihavend yalnızlık"ın bir adım ötesi gibi geliyor. yine bir ev, yine yalnız bir karakter. ama pencere önü çiçeği çok trajik bir hikaye. bu hikayeyi ortaçgil'e yazdıran ilhamın nereden geldiğini dinlemek isterdim. şarkı ailesi tarafından bilinçli bir şekilde evde tutulan bir kızdan (ya da erkekten ama ben hep kız diye düşünürüm) bahsediyor. pencerenin berisinde her gün güzel yemekler, içecekler vardır. çok güzel kitaplar okur, güzel kıyafetleri vardır. e bu güzel bir şey. pencerenin ötesinde zorlu rüzgarlar ve haylaz çocuklar vardır. bu sayede kızımız ne kıvrılır ne koparılır. e bu da güzel bir şey. ama pencerenin ötesinde kötü olduğu kadar iyi de vardır. ansızın yağmur yağar ama gökkuşağı da vardır. farklı insanlar, farklı çiçekler vardır. sabahlar dipdiridir pencerenin ötesinde, bahar insanın içine kıpırtılar doldurur. hele gece olduğunda pencerenin ötesinde insanlar ay ışığının keyfini çıkarır, pencere önü çiçeği ise ancak yapay bir lambanın keyfini çıkarmaya çalışır. ne kadar anlamlı sözler. müzik de sözler kadar yumuşacık. belki öykü şarkının müziğinin önüne geçiyor ama erkan oğur, yıllar sonra şarkıyı enstrümantal olarak yorumlayıp müziğinin güzelliğini de başarı ile vurgulamıştı. onu da kaçırmamak lazım.

    "pencere önü çiçeği"nde entelektüel kelimesini duymuştuk. şimdi ise bu şarkıda entelektüel kavramına biraz daha dalıyoruz. 1980'lerde başlayıp günümüze kadar gelen bir tartışma aslında bu: "entelektüel kimdir? entel nedir?". benim garibime giden o dönem herkesin entellerle dalga geçmesi. bu şarkı entelektüellere takılıyor. sonra cem karaca, yarım porsiyon aydınlık ile entelle dalga geçiyor. ahmet kaya, entel maganda diyor. üşenmedim baktım, zülfü livaneli de entelleri eleştiren, entel kadroların ona saldırdığını söyleyen bir makale yazmış zamanında. e sen değilsen, ben değilsem, kim bu entel? neyse, bu şarkıyı dinlemek çok zevkli çünkü sözleri pek ilginç. müzik olarak da erkan oğur'un elektro gitarı şarkının gerçek havasını veriyor. ama gel gelelim bu şarkı tam olarak ne anlatıyor, bilmiyorum. bu kadar anlamsız olması elbette dolu gözüken ama aslında bomboş konuşan entelektüeli eleştirmek için bilerek yapılmış olabilir. daha doğrudan göndermeler de var. mesela entelektüelin içtikçe filozofluğu bırakıp hanımefendilere yazmasını anlattığı kıta pek açık. bir de tabii ki ülkenin entelektüelinin düştüğü hali düşünerek saçları beyazlayan karakterimizi son kıtada görmekteyiz. şarkı kızılok ve ortaçgil'in ortak çalışması olsa da ve şarkıyı ortaçgil söylüyor olsa da konu ve üslup olarak tamamen bir kızılok şarkısı bu. keza bu şarkıyı da kızılok, olmuyo olmuyo albümünde yeniden yorumlamıştı. hatta sözleriyle oynamalar yapmıştı. düzenleme hala çok kötü olsa da ritmi ve yeni sözleri aslında iyiydi. bu iki versiyonun karışımından ortaya çok iyi bir şarkı çıkabileceğini düşünüyorum.

    albümün son şarkısı şarkıdaki maymun. şarkıyı sözsüz dinle, dersin ki "ah ne kadar romantik, hoş bir şarkı. şu kemanın güzelliğine bir bak". bu arada kemanı çekirdek müzik okulu öğrencilerinden biri çalmış. çok kompleks bir pasaj değil, yani bir öğrencinin bunu çalıyor olması çok şaşırtıcı değil. ama keman, şarkının havasına çok iyi gitmiş ve doğru yerde doğru notaları şarkıya eklemiş. ama sözler acı biberden acı. ajda pekkan'ı hedef alan şarkı söz olarak çok sert. hatta yanlış hatırlamıyorsam ortaçgil, "biraz abartmışız" tarzı bir yorum yapmıştı bu şarkı hakkında. haklı. şarkı da aslında eleştirdiği konuda haklı. türk müziğine sadece görünürde katkıda bulunan ama aslında için boş bir müziği ve bu şarkıcının tüketime, alışverişe dayalı imajını eleştiriyor. ama kızılok'un dilinin de pek kemiği yok. hadi "maymun" kısmını geçtim. "oysa gerçekte bir maskarasın", "gerilmiş bir dümbelek", "bomboş kafandaki zindan" gibi oldukça ağır tabirler var. ama ajda pekkan'ın o dönem yurtdışında tanınma çabaları ve bunun başarısız olmasına rağmen medya tarafından pohpohlanması, bu çabalar süresince ülkenin tanıtımı için ya da ülkenin yararına hiçbir şey yapılmaması, halktan kopukluk ve üstten bakma gibi konular doğrultusunda doğru eleştiriler var. en sevdiğim kısmı da fransızca şarkılar yapıp, türkçesinin içine bilerek fransızca kelimeler atan ajda pekkan'a nazire yaparak kızılok'un bir kıtayı fransızca okuyup, pekkan'ı bir de fransızca eleştirmesi. bence çok karizma bir hareket bu. aslında ben de ajda pekkan'ın şarkılarını seviyorum. hatta bir günah gibi bence çok iyi bir şarkı. ama fikret baba bu. öyle kolay karşı çıkılmaz. sözler ne kadar sert olsa da müziğe öyle bir oturtmuş ki ne dese dinlenecek bir şarkı ortaya çıkarmış.

    pencere önü çiçeği, kızılok ve ortaçgil için çok verimli bir dönemin zirvesiydi. bundan sonra kızılok ve ortaçgil'in müzikal ortaklığı farklı bir şekle döndü. ikili, çekirdek'in genç şarkıcılarının stüdyo albümlerinde işin mutfağında yer almaya başladı. bir yandan prodüktörlük yaparlarken birçok yeni kızılok ve ortaçgil şarkısı bu kasetlerde ilk kez dinleyicilerin kulaklarına farklı seslerden ulaştı. ama prodüktörlük, kaset basmak, tanıtımı, masrafları derken bu ortaklığın rengi değişmeye başladı. ikili de yollarını ayırmaya karar verdiler. kızılok'un ölümüne dek de herhangi bir yerde bir araya gelmediler ya da geleceklerine dair en ufak olumlu bir sinyal göstermediler. kızılok, 1989 tarihli yana yana ile bir kez daha büyük kitlelere ulaştı. ama kızılok bu kitleleri yine elinin tersiyle itti ve 1990'ların ilk yarısında huysuz bir ihtiyar olarak oldukça politik ve didaktik çalışmalar yapmayı tercih etti. sonra da inzivaya çekilip, 2001'de aramızdan ayrıldı. ortaçgil ise hiçbir zaman büyük kitlelere ulaşmadı, hiçbir zaman çok sivri bir politik kimliğe de bürünmedi. aşka, hayata, yalnızlığa, mutluluğa dair şarkılardan oluşan albümlerini 90'lar boyunca arka arkaya yayınlayarak oldukça güçlü, kemik bir kitle elde etti. yıllar yıllar sonra kızılok ve ortaçgil'in trt'de yaptığı çocuk programının görüntüleri internete düştü ve 2007'de büyükler için çocuk şarkıları yayınlandı. böylece kızılok ve ortaçgil ortaklığının bambaşka bir yüzüne de şahit olma şansı yakaladık. şimdi bakınca kızılok ve ortaçgil gibi iki dev ismin bir araya gelip bir süre beraber çalıştığını görmek heyecan verici. ama olayın aslı elbette bu değildi. bu ortaklık, müzik dünyasından tokatlar yemiş iki idealistin kurak bir çöle ektiği tohumların küçük bir ormana dönme hikayesiydi. pencere önü çiçeği de bu ormanın belki de en güzel ağacıydı.

    5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: güneşin aynasında, pencere önü çiçeği, entelektüel

  • evdeki saat kendi bir saat geri almış, ablam da bir saat geri almış, kimse almamıştır diye ben de geri aldım şu an aylardan temmuz.

  • çoğu vasat olan mekanlar listesi. evet arkaslar is bu entry de size iyi bir burgerin tarifini verecegim.
    ilk önce bildiğimiz etine güvendiğiz bir kasaptan 1 kg dana döş eti alıyoruz. gerçek dana eti olmalı ve bir miktar yağlı olmalı. bunu tek çekim olarak çektirmeliyiz. bu güzel eti daha sonra 1 tatlı kaşığı tuz ve bir miktar taze çekilmiş karabiber bir çay kaşığı bal ile bir güzel yoğuruyoruz. bu karışıma 2 tatlı kaşığı kadar worchester sos ilave edip iyice yoğurun buz dolabında 1 gün bekletiyoruz. yaklaşık 6 porsiyon burger koftesini elde ettik. bu köfteleri mutlaka kömürlü mangalda pişirmeliyiz. ateş düzeyi iyiyse 10 dakika civarında hazır olacaktır. son 2 dakika kala üzerine isteğe göre cheddar peyniri ekliyoruz. böylece peynir eriyip köftemizin üzerini birguzel kaplıyor . isteğe göre burgere taze soğan veyahut karemelize soğan ekleyebilirsiniz.(soğanı karemelize etmek için küp küp doğrayın bir miktar yağ ve 1 tatlı kaşığı şeker ile kavurun.) burger ekmeği olarak butik fırınların yaptığı burger ekmekleri kullanın. uno vs. olanlara bulaşmayın. ekmeği ikiye bölüp mangalda karemelize edin. karemelize olan kapağa ketçap mayonez hardal gibi soslarda sürebilirsiniz. yada heinz marka relish veya garlic soslarda var. burgere dana füme yi mangalda kızartıp ekleyebilirsiniz veya mantar soteleyip koyabilirsiniz. eğer acılı seviyorsanız newking gurbet acısı sos veya sarımsaklı acı soslar var. bu söylediğim sosları metroda bulabilirsiniz. afiyet olsun.

  • son 15 senedir bu lafı duyuyorum, bir bokun değiştiğine henüz şahit olmadım.

    o 4-5 dil bilen insanlar da, eskiden ne kadarlarsa, şimdi de o kadarlar.

    ve hala insanlar ingilizce'yi bile konuşamıyor.
    gençler "4-5 dil biliyor herkes" diye tırsmasın yani.

    - ingilizce şart
    - ne ingilizce'si akif? artık 4-5 dil biliyor millet. tek ingilizce yeter mi?
    - ispanyolca öğrenmek lazım.
    - asıl çince çince!
    - rusça da iyi
    - tabii... rusça iyi...

  • iki uzun bir kısa biçiminde gerçekleşleştiyse s.o.s veriliyo demektir. hatun boğuluyor olabilir.

  • "hayal kırıklığı yaratan film"miş.

    daha düzgün teaseri bile çıkmayan film için hayal kırıklığı diyen tipler var, allah akıl fikir versin.

    belki ben affleck harika bir iş çıkaracak, gitmeden nasıl karar veriyorsun ki birader buna?

    al işte çok uzağa gitme, heath ledger resmen döktürdü joker rolünde, daha filmi izlemeden jack nicholson'dan sonra hayal kırıklığı olur diyen sizin gibiler, filmden sonra oscar adaylığını konuşuyordunuz heath ledger'in.

    düzün eleştiri yapmayı bir türlü öğrenemiyoruz maalesef, anladığım bu...

  • yanlış yaptığımız şeylerden sadece biri.

    bundan yıllar önce bir maç çıkışı, tümer metin ile denk gelmiştim bir otoparkta.
    akşam saati pek kimse yok ortalıkta. tümer, bir foto çekilelim felan, yanında yaklaşık on metre yürüdüm adam ne cavap verdi ne de döndü yüzüme baktı. açıkcası o maçı izlemeye gitmemin en büyük sebebi tümerdi.

    ben senin yanında o kadar rica minnet yürüyecem, hadi onu geç sen gol atınca sevinecem, sen sakatlanınca, üzülünce üzülecem, senin ekmek yediğin kapı için kendi ekmek kapımmış gibi dertlenecem, ama sen dönüp iki dakkanı ayırmayacan. tabiki de ayırmayabilirsin, bunu yapmak zorunda da değilsin ama insanda bir hayal kırıklığı oluşturuyor ister istemez. o kişi adına forman olsa daha giyer misin o formayı mesela?

    o zamandan bu yana ne bir futbolcu ne bir oyuncu, kim olursa olsun, tanımadığım muhabbetimin olmadığı hiç kimse ile, bırak sosyal medyadan güzellemeler yapmayı, ne bir fotoğraf çekinirim ne de dönüp iki kelime laf ederim, kafamı kaldırıp gülümsemem bile. gerek yok arkadaşlar gerek yok kimse sizden büyük değil kimse de sizden önemli değil.

    trabzon özelinde söylüyorum, siz fatih tekkeler, gökdenizler, yattaralar, kimler kimler oynadı bu takımda hepsi geldi geçti, ey sorloth sen kimsin ya...