hesabın var mı? giriş yap

  • onun tokadından çok karşısındaki kadın belediye başkanının tepkisizliği sinir bozucu olmuş

    tepki versene hanımefendi!

    edit : bu başlık bu adam ekranlara veda edene kadar gündemde kalmalı

    bu bizim tanık olduğumuz hareketi, kim bilir daha neler var tanık olmadıklarımız

    edit 2 : olay kamuoyuna yansıdığı için özür diliyorum demiş

    özür dileme istifa et bayım!!

  • zor zamanlarında fazla yalnız bırakılmıştır.

    "ya biliyorsun işte işim gücüm var, olmasa gelirdim yani", "ya biliyorsun para yok işte, olsa gelirdim görüşürdük eheh" diyip duran arkadaşların... "ya evladım, çocuğum sen yaparsın, hadi bakiim kolay gelsin..." diyen akrabaların nesini özleyeceksin allasen, bahanelerini mi?!

  • meyveler en az 3'e ayrılır. en berbatları bu şekilde meyve suyu tesislerine verilir. biraz eli yüzü düzgün olanlar pazara, biblo gibi olanlar ise otellere vs dağıtılır. aynı şeyi salçada kullanılan domates için de söyleyebiliriz. bu tür tesislerde çalışanlar kolay kolay ürettikleri ürünleri tüketmezler.

    şahsımı hiç şaşırtmayan görüntülerdir.

    (bkz: şahsım)

    edit: bir de ihracat kısmı vardı doğru ya. en güzelleri yurtdışına.

  • gençlere tavsiyem, gurur yapıp ''ben hayatta mail atmam yavşak mıyım? not mot dilenmem'' tribine girmeyin.

    o tribe giren bir abiniz olarak okulu 6 buçuk senede bitirdim. ben gurur yaparken not dileyen yavşaklar da ben mezun olmaya çalışırken işyerlerinde müdürlerine yavşamaya devam ediyorlardı. hayat böyle, yavşaklar hep kazanır maalesef.

  • yurt dışına taşınmak istemiyorum, türkiye artık güzel ve yaşanılası bi yer olsun yakamızı bıraksınlar istiyorum.

  • o kadar içim burkuldu ki videosunu izledikten sonra. gözleri dolmuş, hırpalanmış.
    adam şu tehlikenin kol gezdiği günlerde kendini tehlikeye atıp kolonya dağıtıyor. özellikle bunu kendisi elden yapıyor, kimseye de yaptırmıyor.
    siz nasıl bu adamın yüzüne karşı "iğrençsin!" diyebiliyorsunuz?
    vicdan yoksunları sizi.

  • ataol behramoğlu'nun söyleşisinin şu 7 dakikalık bölümünü birlikte izleyip üzerine konuşmak da bir seçenek olabilir. şaka yapmıyorum. ben bunu izledikten sonra ufkum açıldı.

    programda cüneyt özdemir behramoğlu'na "nedir aşk ataol bey?" diye soruyor. behramoğlu ise "bir kere her şeyden önce, yüksek dozda bir duygu. öyle düşünmek lazım. bu, herhangi bir sevgiden farklı. sizi aşkınlaştıran, yücelten bir duygu" diyor. cüneyt özdemir "sevgi ile aşkın farkı ne mesela?" diye sorduğunda "sevgi bana göre daha yumuşak, daha ılımlı. ortega gasset'in kitabında sevgi üzerine, bu konuda şeyler var. keşke yeniden okuyup gelseydim ya da göz atsaydım bazı sayfalarına... sevgide karşılıklılık var filan gibi bir şey söylüyor. aşk karşılık beklemeden gibi. yani yanılıyor olabilirim; bir farklılık olduğu muhakkak ama. esası yüksek dozda bir duygu. sarsıcı bir duygu. öyle düşünmek lazım" diye yanıt veriyor.

    (arada birkaç şeyi atlıyorum.)

    cüneyt özdemir "aşk biter mi ataol bey?" diye soruyor bu sefer. behramoğlu ise "her şey gibi, tabii. her şey gibi biter" diye yanıt veriyor.

    beni bu söyleşideki en fazla etkileyen bölüm ise, cüneyt özdemir'in "bitmeyen aşk var mıdır?" sorusu üzerine behramoğlu'nun verdiği şu yanıt oldu:

    "şimdi buna ait rakamlar var biliyorsunuz. 2 buçuk yıl sürer, 5 yıl sürer filan gibi şeyler var. biraz öyledir. şundan öyledir: yoğunluk dedik ya, o yoğunluk duygusu, yoğun yaşama insanın fiziksel varlığı belki tahammül edemez. böyle bir şey var ya da tabii aynı şeyi sürekli yaşamanın getirdiği tekdüzelik de olabilir. böyle şeyler var. insan varoluşuyla ilgili bir takım problemler bunlar. yani sürekli olarak aynı yerde kalıp orayı ezberlediğiniz zaman, bir mekanda, başka mekanları filan da görmek istersiniz. bunun gibi bir şeydir biraz. (...cüneyt özedemir'in 'insanoğlu biraz maymun iştahlı mı demek istiyorsunuz?' sorusu üzerine) evet, öyle bir tarafı tarafı var. aşk tamamen bitmeyebilir ve şeye dönüşür. bir sevgiye, bağlılığa, özveriye dönüşür. isterseniz şöyle bir noktaya da getirebiliriz bu konuyu. demin sizleri dinlerken düşündüm. iki tane çok ilginç şiir var. bir tanesi bizim şairimizin. faruk nafiz çamlıbel'in. işte kıskanç. 'sakın bir söz söyleme' diye başlar ya... bir de puşkin'in bir şiiri var. puşkin de diyor ki şiirinde... şimdi ezbere çıkaramam onu ama, 'öylesine çok seviyordum ki sizi' diyor, 'dilerim bir başkasınca da böyle sevilin'. yani böyle bir özveriye dönüşmüş... bir aşk bitmiştir yahut bitmemiştir. efendim, tek taraflıdır ama, sevdiğiniz kişi için iyilik dilemek... bu bence çok önemli, çok önemli. yani bizim toplumumuzun da öğrenmesi gereken bir şey."

    benim bu söyleşiyi dinlerken fark ettiğim, aşkı anlamak ve anlatmanın büyük şairler için bile pek öyle kolay olmadığıydı. behramoğlu'nun aşk için "bu yoğunluğa insanın fiziksel varlığı tahammül edemez" dediğini duyduktan sonra uzunca bir düşündüm ve aşktan da, karşımızdakinden de, kendimizden de gerçekçi olmayan şeyler beklediğimizi fark ettim. o yoğun duygular yavaşça azalıyor; ama anlıyorum ki her kiminle birlikte olursanız olun başınıza gelecek şey bu. belki de bu yüzden insanlar aşkları bittiği anda bırakıp bir başka aşk arıyorlar. hep bir yoğunluk peşinde de olmak da bir çeşit tatminsizlik belki de.

    not: sizin için oturup yazdım konuşmaları. umarım birilerine yararı olur. bir de lütfen kafama sert bir cisimle vurur musunuz, gidip kendi tezimi de yazayım arada.

    düzeltme: yazım

  • iskoçya'nın en ünlü köpeği.
    john gray, 1855* yılında edinburg’a yerleşir. asıl mesleği olan bahçıvanlıkla ilgili bir iş bulamaz ve gece bekçisi olur. zamanın yönetmeliklerine göre bir bekçi köpeğiyle birlikte dolaşmak zorundadır. o da kendisine bir bekçi köpeği için fazlasıyla ufak tefek olan skye terrier cinsi 1 yaşındaki* bobby’yi seçer. 3 sene boyunca yaz kış her türlü havada edinburg sokaklarında dolaşırlar. 1858 yılında john veremden ölür ve greyfriars kilisesinin bahçesine gömülür. bobby cenaze töreninden sonra mezarın başından ayrılmaz. defalarca kovulmasına rağmen, bir yolunu bulup tekrar mezarın başına gelir. en sonunda pes eden mezarlık bekçisi james brown, masa şeklinde bir taşın altına çuval sererek bobby’ye kalacak yer sağlar. yemek de verir. bobby o günden sonra sahibinin mezarının başından hiç ayrılmaz. sadece her öğlen saat 1’de kaleden atılan top sesini duyduğunda, mezarlıktan çıkıp, sahibinin sağlığında her gün yaptıkları gibi traills coffee house’a öğle yemeğine gider. tabiî ki orada da kendisine gereken ilgi gösterilir. bu sadakat 14 yıl sonra 1872’de 16 yaşında ölünceye kadar devam eder. ölümünden sonra, edinburg’lular anısına bir heykel dikerler. bu heykel edinburg’un sembollerindendir. her turist fotoğrafını çeker; tişörtleri, mugları filan satılır. disney filmini bile çekti.

    ana fikirler/sorular/yorumlar(yapmazsam çatlarım):
    1. iskoçya, efsanelerin turizm alanında çok kullanıldığı sevimli bir ülkedir.
    (bkz: loch ness canavarı), ayrıca google’da ara "greyfriars bobby"
    2. efsanelerde köpekler 16 sene yaşayabilir.
    3. efsanelerde 1+3+14=16 eder.
    4. ateş olmayan yerden duman çıkmaz. 14 olmasın da 10 yıl olsun ne değişir? insanların bu köpekten ders alması gerekir.
    5. bu kadar sadakat iyi bir şey midir?
    6. tamam, ilk günler sadakatinden dolayı mezarlıktan ayrılmamış olabilir ama daha sonra yiyecek ve barınak sağlanmış. mezarlıkta yaşayıp, öğle yemeğinde kafeye gitmek hayat tarzı olmuş. sadakatle ne alakası var? bırak 14 seneyi, bir sene sonra mezardan sahibi yerine babası çıksa tanır mıydı acaba?
    7. skye terrier’de ne kadar sevimli bir köpekmiş.
    http://www.greyfriarsbobby.co.uk/

  • kendi halindelikleri.

    hayır "kendi halindelik" olarak adlandırılan şey her türlü cezbediyor ruhumu ama bir kadının, kendi halindeliği her zaman daha çekici görünüyor.

    ne bileyim taciz edesim geliyor o halini durmaksızın. misal bir otobüs durağında "na na na na" diye melodi mırıldanan bir kadına ıslığımla eşlik ediyorum, gülüyor.

    bir rock barda bütün gece boyunca içki servisi yapmaktan canı çıkmış ama kendi halinde olan şu sarı saçlı garsona "bira isteyeceğim ama çok yorgun görünüyorsun bu akşam, kendim alayım mı?" diye soruyorum, gülüyor.

    ne bileyim istiklal caddesi'nde şu şeytana ortaklık edenin adıyla anılan kitap kafede kasiyer kızdan kitap alırken kolunun iç tarafındaki yara izine istinaden "kolun iyi mi" diye soruyorum "bugün belki de 200 kişi geçti buradan ama soran olmamıştı, sağolun" diyor, gülüyor.

    sadece kadınlara değil hee... yaz sıcağında mesela eve dönerken sıcak sıcak pide almak için "bilmemne taş fırın" adlı fırına giriyorum, sıcaktan bayılmış fırıncılara "bu civardaki en hızlı ve lezzetli pideleri siz yapıyormuşsunuz" diyorum, gülüyor.

    sipariş verdiğim kendi halinde-emekliliğini kovaladığına bahse varım- olan kır saçlı garsona "geçen yarım saat gelmedi ama önümüzdeki yarım saatten çok ümitliyim" diyorum, gülüyor "önümüzdeki yarım saat için iddialıyım" diyor.

    kendi halindelik güzel şey velhasılı. ama en çok da bir kadındaysa ve siz ona aşık olmak üzereyken, o bütün kendi halindeliğini kuşanmışsa, kendine hayat karşısında rol kesmeye gerek duymamışsa.

    gereksiz mi uzattım ne? kendi halimdeyim olum işte, idare edin.