• ahmet kaya'nın 'beni vur' şarkısında herkesin bazen hissettiği bir dizedir. sezen aksu'nun git diyerek başlayan gitme dur dizesi gibi. 'beni onlara verme'

    beni vur.... beni onlara verme
    külümü al uzak yollara savur
    dağılsın dağlara dağılsın, .....
  • "beni onlara verme" tarık tufan'ın nisan başı itibari ile satışa çıkacak yeni kitabı.
  • tarık tufan'ın yeni kitabı.
  • 2-3 hikaye okuduktan sonra insanin icine öküz oturmasina neden olan kitap. kendisi bile farketmis de, kendi kendine "bir kere de mutlu bitsin şu hikayelerin sonu diyenlere ne diyecegim?" diye sormuş. ama olsun yine o kendi üslubuyla cok güzel şeyler anlatmış.

    --- spoiler ---

    kuyular var,derin ve fakat ben yusuf degilim. yusuf olmayinca her kuyu derin insan icin.
    --- spoiler ---
  • geçenlerde yine iş değiştireyim dedim. piyasa kapalı dediler. darbe dediler. inşaatta kuş uçmuyor dediler. dinlemedim. bastım istifayı!
    şaka şaka, iş bulmadan ayrılmamayı geçen yıl bir insan kaynakları yöneticisinden öğrendim. kadın "madem ayrılacağınızı bildirdiniz, o zaman oradaki şartların benzerini burada talep edemeyebilirsiniz" gibi bir şey söylemişti. "doğru diyorsun bebeğim" dedim ve 15.günde bulduğum başka bir işle oradan da ayrıldım.

    neyse aslında uzun süreli çalışmaların adamıyım. ama kafama göre patron bulamıyordum. neyse ki, yeni patronumu çok seviyorum. ayrı bir entaride nasıl tanıştığımızı uzun uzun anlatabilirim.

    konu kitap: beni onlara verme.

    iş arayış sürecimde, birisi bana taksimdeki tarlabaşının kentsel dönüşüm projesinden bahsetti. gittim adamlarla görüşmeye. ordan burdan, projeden konuştukça samimiyetimiz arttı. projenin özelliği de çok cezbetti beni. dediler ki, "sen bir daha gel, sahayı gezdirelim sana".

    bir hafta sonra gidip sahayı gezdim. muazzam bir çalışma var. tam bir sosyal sorumluluk projesi. 1800'lü yıllardan kalma tarihi binalar var. bölgenin dokusunu koruyabilmek için, binaların gerekli bir kısmını yıkıyor, bir kısmını ise askıya alıp, yenisine monte ediyorlar yapılınca. mesela duvar kaplamasının altından sanat eseri çıkıyor. hop işi durdurup, sanat eserini ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. her yer eski kokuyor. boşaltılan eski binalarda, gidenlerin bıraktığı hikayeler var. ahşap gıcırtılarında, yüksek tavanların tual kaplamalarında, kapıların yarı bozuk kulplarında, giderken balkon demirlerinden alınmaya gerek görülmemiş çullarda. her yerde bir hikaye, insan kendi kendine yazıyor. orayı sanki hiç terketmeyecekmiş gibi, son dakika yapılmış, eski doku ile bir türlü yakıştırılamayan yeni tadilatlar, tarihi binaya yapılmış pvc penceler; insana bir şantiye alanında değil de sanki bir kitabın sayfaları arasında yürüyor gibi hissettiriyordu.

    iş tekliflerini, yine uzunca ve daldan dala atlayan bir yazıya konu olacak bir sebepten ötürü kabul etmedim. fakat oraya gittiğim günden beri, ara ara açıp fotoğraflara bakıyordum. kendime yeni hikayeler yazıyor, görmediğim başka detaylar var mı diye kontrol ediyordum.

    ne diyorduk: konu kitap.

    geçenlerde eşim bana hediye etti tarık tufan'ın bu hüzün defterini. ilk başta çok beğenmedim açıkçası. sanki kurgu basit gibi, zorlama edebiyat gibi geldi. ikinci hikayede ise sanki misafirliğe gittiğim evin kokusuna alışmak gibi bir şey oldu. kendimi kitabın içine düşmüş buldum. yüreğim her hikayede parçalandı. gece rüyamda oradaki karakterleri, altını çizdiğim acıları gördüm.
    kitabın ortalarından sonra ise daha devam edemedim. kusura bakma tarık abi. belki, başka kış devam edeceğim.
    en azından, baharda keyfimiz yerinde olsun. bırak bari, şu güneşli yaz günlerinde biraz gülümseyelim.

    ha bir de; buldum o saha gezisinde içinde gezdiğimin hangi kitap olduğunu.
    teşekkürler.
  • anlatmaya başlamadan evvel diye önsöz yazmış tarık tufan kitabına. diyor ki bütün bunları anlatmamın altında yatan tek bir sebep var aslında.
    "hikayelerin bir yerine iliştirdiğin yaralarını göstermek ve birilerinin "çok mu acıyor ? " diye içten bir merhametle sormasını beklemek. bir annenin çocuğunun kanayan yerini öpmesi kadar içten.

    en sevdiğim yazarlardan biri olmasının sebebi belki de aynı duyguyu yaşıyor oluşumuz.
  • tarık tufan'ın kırk adet öykü içeren, profilkitap'tan çıkan 4. baskısından okuduğum 245 sayfa içeren ve aynı zamanda yazarla tanışmamı sağlayan ilk kitabıdır. kitaptaki hikayelerin çoğu gerçekten güzel hikayeler, bir mahalle dolusu insanın hikayelerini anlatıyor, çoğu uydurma da olsa o hikayelerin gerçek olmasını istiyorsunuz, mesela kitabın sonuna doğru yazarın "yine gel" dediği şarkıcı kadının kim olduğunu merak ediyorsunuz, ya da 1984 türkiye güzeli kim onu da merak ediyorsunuz. ancak bazı hikayeler tema olarak birbirinin çok aynısı gibi tat bırakıyor ağzınızda. ben yazarı tanımıyordum, meğer islamcı çizgideymiş, keşke çizgisine değinse de gözlere sokmasaydı kitabında.

    yine de ilk kez okuduğum bir yazar için fazlasıyla güzel bir kitap, bir sonraki ayda kitap siparişimde bir kitabı daha olacak yazarın.

    özellikle 29. sayfadaki cüret hikayesi bana çok dokundu, söylemeden geçemeçeyceğim.
    kitapta ben okuduktan sonra kalan fosforlu kısımlar ise aşağıdaki gibi.

    "herkesin hicreti niyet ettiğinedir" (syf. 10)

    "bir kadına duyduğun sevgi arttıkça yüzüne doğrudan bakabilme gücün azalır; gerçek aşıklar ölmemek için uzaktan bakarlar. zaten aşktan ölecek hale geldiklerinde, sevgilinin yüzüne bir kez doğrudan bakmaları yeterli olur" (syf.17)

    "bir kadını gerçekten sevmişsen kalbinden başka hiçbir şeyin kalmamıştır; aşk, evvela aklından başlayıp ne var ne yok her şeyini birer birer terk ettiğin uzunca bir yoldur." (syf. 20)

    "mehmet ali'ye kalsa, önce kendisine yetecek kadar maaş alabileceği, sosyal güvencesi sağlam, kurumsal yapısı güçlü, kariyer imkanları sağlayan bir şirkette iş bulmak, bir süre çalışıp para biriktirdikten sonra, ana babasına yük olmadan mütevazi bir bir düğün yaparak helal süt emmiş bir kızla aile kurmak ve nihayetinde çoluk çocuğa karışmak isterdi ama tertemiz kalbi bu sıradan hayallerle yetinmedi ve o ana kadar gördüğü en güzel kıza aşık olmaya cüret etti." (syf.29)

    "gece uyuyamayan bir adamın gözkapakları arasında muhtemelen bir kadın sıkışıp kalmıştır" (syf. 61)

    "insanın yazdıklarını merak ettiğini söyleyen güzel bir kadınla karşılaştığında, yazdığı her kelimeyi göstermek gibi karşı konulmaz bir istek duyuyordu" (syf. 228)
  • tarık tufanın kısa kısa hikayelerinden oluşan kitabıdır. tarık tufan önsözünde acılarını gösterdiğini birisinin çok acıyor mu diye sormasını bekliyor. görüyorum ve kendisine lan gardaş bu nasıl yara diyorum.
    kitaptaki veda isimli hikayede güzel bir adamın hikayesini anlatmış.
    hikaye bu entryde yazılmış tarık tufan başlığında buraya copy paste yapıyorum. yazarın emeğine sağlık. (bkz: #98425845)

    gençtim, insanların daha iyi yaşamak, daha mutlu olmak, daha çok umut etmek adına biriktirdikleri kelimeler benim iç organlarımı kanatıyordu ve bu yoğun iç kanama benim aklımı, kalbimi, ruhumu, bütün varlığımı her geçen gün daha zayıf hale getiriyordu.

    kimselere fark ettirmeden ölüyordum. okuduğum kitaplar, dinlediğim şarkılar, fark ettirmeden yüzüne baktığım kadınlar, işe giderken bir poşetin içine sardığım ekmek arası öğle yemeği, mahalle camisinden yükselen sabah ezanı, annemin su sesine benzer tesbih şıkırtısı hayatta kalmama yetmiyordu.

    karanlıkta yürürken ayağım kaymış ve bir boşluğun içinde yuvarlanmaya başlamışım gibi. kalbim mezarım olmuştu. kafamı uyuşturmaya başladım. kendimle aramdaki mesafe git gide artmaya başladı. bir süre sonra tam ortadan ikiye bölündü hayatım. bir yanım diğer insanları oyalarken, diğer yanım yavaş yavaş ölüyordu.

    gençtim ve hayat dediğimiz şeyin insanı yavaş yavaş zehirlediği bilgisine erişmiştim. daha çabuk ölmek için hayatın içine öldürme gücü yüksek başka zehirler katmaya başladım. geceleri balat’a, haliç kıyısına iniyordum. haliç’in mi, kendi hayatımın mı daha berbat koktuğunu ayırt edemiyordum.

    iyi insanların gitmediği yerlere gidiyordum kanımdaki zehrin yayılması için. kötü besleniyordum, kötü arkadaşlar ediniyordum, kötü alışkanlıklar ediniyordum, kötü işlerde çalışıyordum.

    sonra sevil’le tanıştık. yara bere içindeydi tanıştığımızda. onca yarasına rağmen tuhaf bir iyimserlikle hayata tutunmasını izliyordum. kafede, restoranlarda para harcamayalım diye buluştuğumuz zamanlarda evinde hazırladığı yiyeceklerden getiriyordu.

    sarayburnunda sahilde bir çay bahçesine oturup getirdiği poğaçaları, börekleri, mercimek köftelerini yiyorduk. babası ailenin canına okuyup ortadan kaybolmuştu. anne ve iki kız kardeş, gece gündüz çalışıp borçlarını ödemeye çalışıyorlardı.

    “sen ölüyorsun” dedi bir gün gümüşsuyu’nda, cennet bahçesinde otururken. irkildim. sırrını yitirmiş bir derviş gibi içim titredi. o gün uzaklaştım sevil’den. o cümleyi kurduğu gün. bir daha görmedim. görmedim dediysem uzaktan haberini aldım. seneler sonra cigaracı bir adamla evlenmiş, her allah’ın günü dayak yemiş, sonra da ayrılmış. bu kadarını duydum.

    beni yabancısı olduğum bir dünyaya çağıracaktı, biliyorum. ölmeme mani olmanın yollarını arayacaktı. kendince. bu kadar dert etmesine kıyamadım. uzaklaştım. ya da kaçtım. gittim işte.

    herkesi böyle oyalamaya devam ederken bir başka kişi fark etti için için öldüğümü: erkan abi. vaktinden çok evvel kırlaşmaya başlamış saçı ve sakalıyla, mahallenin en güzel abilerinden biri. unkapanı yokuşundan çıkarken karşılaşıp mahalleye birlikte yürümeye başladık.

    “sende bir hal var” dedi görür görmez. “yok abi ne hal olacak, takılıyoruz işte,” diye geçiştirmeye çalıştım. bırakmadı. “ille de geleceksin, sohbet edeceğiz,” diye tutturdu. o gün atlattım. başka gün yine. ben atlatmaya çalıştım, o vazgeçmedi.

    artık utancımdan, yüzüm tutmadığından, “bir akşam gelirim,” dedim. gittim. oturduk, çay içtik, oradan buradan sohbet ettik. “sana bir şey okuyacağım,” diyip ayağa kalktı, kitaplıktan bir kur’an meali aldı ve sayfaları karıştırmaya başladı.

    kuranı açınca bende hafif bir huzursuzluk oldu. huzursuzluktan çok utanma duygusu. tuhaf bir utanma duygusu. aradığı sayfayı bulunca ayetleri ağır ağır okumaya başladı.

    “biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”

    kalbim hızlandı. bir sağanağa ansızın yakalanmış gibi çaresiz gökyüzüne bakıyordum. kaçmaya fırsat bile bulamadan ayaklarım iyice ağırlaşmıştı. yerimden kalkamıyordum.

    “belini büken yükünü senden alıp atmadık mı? senin şanını ve itibarını yüceltmedik mi?”

    duyduğu göksel sözlerin heyecanıyla evine kapanan, başında telaşla bekleyen hatice’ye “beni ört” diye yalvaran ve örtünün altında tir tir titreyen peygamber’i düşündüm. sağda solda delirdiğini anlatanlar, taşlayanlar, öldürmeye çalışanlar ve evinden kopmasıyla başlayan hicret. bir sürgün hali. bir yeni başlangıç umudu.

    “elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.”

    o an orada düşüp kalacağımı düşündüm. bir tek kelime daha duyarsam, ağırlığından kendimi kaybedecektim.

    “gerçekten, her güçlükle birlikte kolaylık!”

    bildiğim her şeyi unuttum. etraf sessizleşti. gözlerim hiçbir şeyi seçemez oldu.

    “öyleyse sıkıntıdan kurtulduğun zaman sağlam dur. ve yalnız rabbine sevgiyle yönel.”

    erkan abi inşirah suresinin son ayetini okuduktan sonra ayağa kalktım ve hiçbir şey söylemeden dışarı çıktım. o gece ne huzursuzluğum bitti ne de mutsuzluk halim. huzursuzluğum bilakis daha da arttı. bir hakikate çarpmanın şaşkınlığı.

    o günden sonra bir daha hiç bırakmadı. bir gün beyazıt’ta bir eylemde on tane polisin arasına sıkışmış, kafama coplar inip kalkarken, araya girdi ve beni kalabalıktan çekip çıkardı.

    cesaretinin bir sınırı olmadığını düşünüyordum, merhametinin de. fakirler için sürekli gayret gösteriyordu. eline geçeni, sağdan soldan topladıklarını birleştirip diğer arkadaşlarıyla birlikte ev ev fakirlere dağıtıyordu. “allah için verirsen, allaha yakınlaşırsın,” diyordu sürekli. kimselerin gururu kırılmasın diye yardımları hava karardıktan sonra fakirlerin evlerine bırakıyordu.

    tanıyan herkes bilir ki bütün ömrünü genç insanlara, bu ülkeye, acılı coğrafyalarımıza adadı. onu gördüğüm her bir dakika bu derdin peşindeydi. allah’a ve peygamber’e yakın olmaktan başka hiçbir niyet ve çaba içinde olmadığına şahidim.

    erkan pala, 15 temmuz darbe gecesinde, darbecilere karşı çıkmak için büyük bir cesaretle direndiği istanbul büyükşehir belediyesi’nin önünde katillerin kurşunlarıyla şehit oldu. geriye dünya güzeli çocuklar ve tertemiz bir isim bıraktı.
  • bir mahalle düşünün ki bütün yaşayanlar uzaklaşıp, kaçmak istiyor ama eninde sonunda o mahalleye geri dönüyorlar. iki tür insan uzaklaşabiliyor bu mahalleden; kendini kurtarmak isteyenler ve bir kadının peşinden gidenler. bir kadının peşinden gidip de mutlu olanı hiç duymuyorlar. o mahallede yaşayanların hikayesini anlatmış bu sefer tarık tufan.

    kitap tam anlamıyla bir karamsarlık ruhu içerisinde geçiyor. içerinde bir tane neşeli bir hikaye yok. hem de bütün hikayeler garip bir şekilde mutsuz sonla bitiyor. çoğu hikayeyi zaten gazetelerin üçüncü sayfalarında denk geliyoruz. ülkede bu kadar acı varken ve herkes hayattan beklentileri için karamsarken bu kitabı okumak ne kadar doğru bilemiyorum. sanırım tarık tufan yolculuğumuz ikinci kitabında son buluyor.
  • “beyaz yakalarıyla rahat rahat ortalıkta dolanıyorlardı ve nedense hiç kimse onları dert etmiyordu; pahalı ayakkabılarıyla sahilde yürüyüşe çıkıyorlardı, kahve fincanlarıyla ve kurumsal kimlikleriyle plazalara giriyorlardı, sonra da naylon duyarlılıklarıyla, güneş gözlükleriyle, çokça anlatım bozukluklarıyla cümleler kuruyorlardı oturdukları kafelerde.”(bkz: tarık tufan)
hesabın var mı? giriş yap