• court of the crimson king gibi mükemmel ötesi bir parçayı bünyesinde bulunduran sağlam soundtrack albüme sahip çok sağlam film..
  • insanı düşünmeye, sorgulamaya iten bir film. en güzel yanı budur kesinlikle.
  • bir filmde gördüğüm en gerçekci ve tutarlı gelecek tasvirini sunan film.
  • zizek'e göre filmdeki kısırlık günümüzün ideolojik kısırlığının bir sembolüdür. film birçok tema altında incelenebilir, işte distopyadır, ve bütün distopyalar gibi umutsuz bir gelecek tasvir yapıp sonunda hollywoodvari mutlu bir sonla biter film. film hıristiyan mitleri üzerinden okunabilir, işte isa'nın doğuşuydu, nuh'un gemisiydi, vs. ama aslında insanlığın umudu olan çocuğun siyah ırktan bekleniyor olmasıyla anglosakson hristiyan mitlerinin dışında bir yer ediniyor kendisine. atmosfer ve sinematografi olarak hiç de küçümsenecek bir film değil, 21. yüzyılın en başarılı distopya filmlerinden biri olduğu kesin.

    ayrıca zizek'in film hakkındaki görüşleri için şu linke bağlanabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=pbgrwnp_gye
  • distopik filmler arasından çekimleriyle, oyuncularıyla ve en önemlisi senaryosuyla sıyrılmayı başarmış bir filmdir. karanlık bir gelecek bundan güzel tasvir edilemezdi heralde.
  • ---spoiler---
    filmi dünyanın gidişatı yüzünden tanrının ceza verip doğurganlığı aldığı bir film olarak izlerseniz beğenmeyebilirsiniz. ama faşist politikaların sonucu olarak insanların kısırlaştığı, üremenin- üretmenin, fikrin yok olduğu bir film olarak izlerseniz belki daha keyif alırsınız.

    film 2027'de geçiyor ama aslında tarih 2027 değil, bugün. filmde london 2027 yazısı belirene kadar oranın 2027 londrası olduğunu anlayamamamız bu yuzden. zaten filmin sonunda kurgusuz aktüel kamerayla ve kameraya sıçrayan kanla dakikalarca buna ortak oluyoruz. bu olaylar uzaklarda, filmlerde ve 2027'de olmuyor. bugün, burnunuzun dibinde oluyor ve siz de buna ortaksınız. kan size de sıçradı deniyor.
    mekan olarak londra'da geçiyor ama aslında orası londra da değil. yönetmen gayet bilinçli olarak londra'yı eğip bükmüş ve onunla oynamış. bt tower, big ben, trafalgar square, admiralty arch bildiğimiz yerlerinde değiller. tate modern 'e hükümet binası olarak giriyorsunuz. fakat tate modern diye girdiğiniz yer, iç çekimde battersea power station gibi gösteriliyor. mülteci kampının olduğu yer londra'nın wall street'i. yani aslında filmdeki londra, londra değil. başta britanya'nın mülteci politikası olmak üzere tüm dünyadaki mülteci politikaları eleştiriliyor. mülteciler, 1940 yahudilerine yapılan bir göndermeyle kafeslere tıkılıyor, otobüslere doluşturuluyor ve kamplara gönderiliyorlar. nazi askerlerinin yerini ise britanya polisleri almış durumda.

    filmin başında yalancı ve riyakar olarak kodlanan theo var. ve film onun yolculuğunu anlatıyor. kulakları, patlamaya kadar kapalı olan, baby diego'nun ölümünü zerrece önemsemeyen fakat patronuna bu ölümden çok etkilendiğini söyleyip izin alan ve bu işe para için giren theo'nun dönüşümünü izliyoruz.
    dönüşmeye başladığı yer hayata ve olanlara dahil olup eline ve her tarafına kan bulaştığı yer; karısının ölümü. fakat yeterince "giyinik" değil, çıplak ayaklarıyla ilerleyemiyor. önce çoraplarıyla çamurlara bulanıyor, sonra parmak arası terlikle örgütten kaçıyor ama bu sırada sürekli ayağına bir şeyler batıp takılıyor, yürüyemiyor. ayakkabıya kavuştuğu yerde ise artık theo'nun dönüştüğünü ve ilerlediğini anlayabiliyoruz. bir anne ve bebeğini korumaya çalışırken kucağında çocuğunun ölüsüne ağlayan başka bir anneyi görmeyi başladığında theo'nun artık giyindiğini ve "yürüyebildiğini" görüyorsunuz. yürümesini sağlayan ayakkabının theo'ya bir bolşevik tarafından verilmiş olması ise manidar.

    filmin konformistleri eski "doğurgan"lar. sanatçılar, ödüllü gazeteciler ve ödüllü hippi karikatüristler. kıllarını kıpırdatmıyorlar. kısırlığa (faşizme) karşı yaptıkları tek şey, uzak ve izole yerlerde inzivaya çekilmek. özellikle battersea'da geçen konuşmada, sanatın ve sanatçının işlevsizliği gayet güzel iğnelenmiş. picasso tablosunun önünde, opera eseri eşliğinde yapılan konuşma sanatın ve sanatçının nasıl finans merkezi haline geldiğini ve sanatın yüksek kulelerde aşağıdaki savaşa karşı işlevsiz kaldığını eleştirmiş. üstelik bahsedilen sanat sadece yüksek sanat da değil çünkü konuşmanın yapıldığı yerde koskoca bir pink floyd göndermesi olduğu gibi, hippi jasper'in müzikleri sayesinde de malum "sanat" genelleşmiş.
    jasper 68'li bir aktivist değil, "hayatın kendi seçimleri varsa neden uğraşıyoruz" diyen bir hippi. karısı janice ise ödüllü bir muhabir. hippi janice, tıpkı 68'de olduğu gibi savaşa karşı eylemsizliği savunup günü otlarla, müzikle vs geçiştiriyor. karısı janice'in hem gazeteci hem katatonik olması ise bence gazeteciliğin göndermesi. bu karı-koca (hippiler ve gazeteciler) görüyorlar ama hiçbir şey yapmıyorlar. jasper eyleme geçtiği tek yerde, yani kısırlığını doğurganlığa çevirebileceği ilk yerde ise doğurganlık organı olan sağ elinden vurulup öldürülüyor. hippi dusturu şanti sanıldığı gibi iyi bir şey olarak kodlanmıyor, eylemsizlik, hareketsizlik ve pasifizm olarak kodlanıyor.

    hippiler, karikatüristler, gazeteciler, sanatçılar filmden katatoniklikle nasibini alırken, devrimci örgüt de pragmatistlikle alıyor. yeni doğan bebeği kendi iktidarı için kullanacak örgütün ne bebek ne de doğurganlık umrunda. bunun için örgüt liderlerini öldürecek kadar gözü karalar. tüm bu pisliğin içinde siyah meryem kee ve onu koruyan yusuf theo'ya yardım eden tek kişiler bolşevikler ve arap/çingene mülteciler.
    kısır dünyada yeni hayat ne sanatçılardan, ne askerlerden, ne devrimci örgütlerden, ne hippilerden ne de gazetecilerden geliyor. sokaktan ve siyah-mülteci bir orospudan geliyor. yeni hayatı (üretkenlik,fikir) temsil eden isa'nın, film boyunca beklediğimizin aksine erkek değil kız olması da küçük ama gülümseten bir ayrıntı oluyor. burdaki false expectation kasten yapılıyor ve hepimiz kurtarıcıyı bir erkek olarak beklediğimiz gerçeğiyle yüzleştiriliyoruz. sonra suyun ortasında, adı "yarın" olan bir gemiye binmeyi bekliyoruz.

    edit: hem tate modern'e girerken hem de örgütün çiftliğinde ahıra girerken "sigara içilmez" uyarısını atlamışım. onu da ekleyeyim.
  • an itibariyle show tv'de gösterilen ve beni ekrana mıhlayan film...
  • show tv de yayınlanırken çok övülen doğum sahnesinin komple kesildiği ve televizyonda neden film izlenmemesi gerektiğini insana hatırlatan filmdir.
  • doğum kontrolü ilk defa, merkantalist ingiltere'de yasaklanıyor. bu sayede yaratılan genç nüfus, daha büyük pazarların ve daha da büyük savaşların ana yakıtı oluyor. "devlet" her ihtiyaç duyduğunda hiç sormadan ve en önce kadınların üreme kapasitesini kontrol altına almaya çalışıyor. lenin'in sovyet rusyası, doğum kontrolünü bir hak olarak görüp, kadınlara bu konuda sınırsız serbestlik tanırken, 2. cihan harbinde, stalin, kendi katkılarıyla yerle bir olan ülkeyi diriltmek adına, doğum konrolünü yasaklıyor. aynı stalin, belli sayıdan fazla çocuk doğuranlara "lenin nişanı" takıyor. hitler'in "eugenic" politikaları ise, alman kadınların temel görevini sadece "üstün alman savaşçıları" yetiştirmekle sınırlıyor, doğum kontrolünü, başka ırklarla evlilik ile beraber yasaklıyor. katolik kilisesi ise, "üreme" amaçlı olmayan her türlü seksi yasaklıyor. anglikan katolik p.d. james'in bu filme konu olan kitabında, doğan çocuk kız değil, erkek ve kitapta tam da bu "doğurmama" mevzuunu işliyor. film her ne kadar kitapta belli değişiklikler yapılarak sinemaya aktarılsa da, "umut"u "doğacak çocuğa bağlama", "çocuk" yoksa "umut"un olmayacağı ana fikri sabit, zaten p.d. james yapılan değişikliklere itiraz etmiyor, bu film için girilen 190 entryin neredeyse 50'sinde aynı hüküme varılması ise bunu doğruluyor. sperm sayısı sıfıra inince üreyemen insan ırkını anlatan disütopyanın gerçeğe dönme ihtimali pek yok. insanların "üremeye" zorlandıkları disütopyalar ise hal-i hazırda yaşandı ve yaşanıyor. doğurganlık ve döllenme kapasitesi, ne durumda diye merak ediyorsanız, azalmak bir yana artıyorlar dertlenmeyin[1,2]. 2008 yılında, birleşik devletlerde 2007'de görülen rekor doğum hızı artışına karşılık bir düşme gözleniyor, ama artmaya devam ediyor. buna karşılık hani "kısır" kalırsın dediğimiz, 40-44 yaş arası kadınların doğurganlık hızı artmaya devam ediyor[3]. yani ne diyorum biliyor musun? dünyanın sonunu(!) getirecek bile olsa kadınlar istemedikleri sürece doğurmasın diyorum.

    1.http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/18223482
    2.http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/21254725
    3.http://www.cdc.gov/…/data/nvsr/nvsr59/nvsr59_01.pdf
  • filmdeki tek plan savaş sahnesi 6 dakika 9 saniye sürmektedir.
hesabın var mı? giriş yap