• sadece turk musikisinin degil tum turk tarihinin en buyuk simalarindan biridir. bilinen genel yanli$ durumun aksine dede gulnihali batiya benzemek icin ve yahut bizim de valsimiz olsun diye bestelememi$tir ki gulnihal zaten dedenin $aheserleri arasinda belki adi bile anilmayacak kadar kucuk bir eserdir. ihtimaldir ki rahmetli ustad belki biraz eglenmek belki de bir $aka olsun gibisinden bu eseri bestelemi$tir. hammamizade ismail dede efendi ve turk musikisi hakkinda daha zerre kadar bilgisi olmayan ki$ilerin yok dede efendi $oyle batiya benzemeye cali$ti boyle vals yapti gibisinden yakla$imlarla dedeyi taklitci gibi gostermeye haklari yoktur. hele hele donizetti pa$a ile kar$ila$tirmaya kalkmak gibi cehalet az gorulur. dede efendi rahmeti rahmana kavu$tuktan 10 yil sonra guiseppe donizetti omuzuna apolet takmi$ ve pa$a olmu$tur. hammamizade ismail dede efendi 1778 yilinin kurban bayrami birinci gunu dogmu$ 1846 yilinin kurban bayraminin yine birinci gunu hac ibadeti icin bulundugu minada haccini tamamladiktan sonra kolera salginindan vefat ederek hakka yurumu$tur. vefatinda 68 ya$ini 10 ay ve 21 gun geciyordu. allah nurunu arttirsin. turk dilinin en buyuk $airlerinden yahya kemal beyatlinin kendisi icin soyledigi rubai;

    tauna giriftar olarak minada
    can verdi cehennem gibi bir hummada
    fani ise oz bestelerin hallaki
    dogmak ya$amak nafiledir dunyada
  • babasının vefatından sonra annesine (babadan kalmış) hamamda çalışmak istemediğini, musıki ile uğraşmak istediğini söylemiş ve hamamı sattırmıştır. çok genç yaşta dede ünvanını almıştır ancak bu kendisi tarafından bizzat çile çekilerek değil bestelerinin methini duyan ve yanına aldırmak isteyen üçüncü selim'in, yerine çile doldurmak için para ile bir başka adamı yerleştirmesi ile olmuştur.

    sarayda üçüncü selim'in bir cariyesine aşık olmuş, bunu duyan padişah tarafından idam ettirilecekken selim'in validesi buna engel olmuş, zaten sert bir padişah olmayan selim de cariyesini dede efendi ile evlendirmiştir.

    ikinci mahmut'un kendisini sınamak için yanına çağırtıp o güne kadar var olmayan bir makam ismi söyleyip (bkz: ferahfeza) bu makamda bestelerini dinlemek istemesi ile bu makamı birkaç saat içinde icat etmiş ve bestelerini padişaha dinletip ikinci mahmut'un da takdirini kazanmıştır.

    evi istanbul'un kadırga semti civarındadır.
  • ismail dede efendi... klasik türk müziğinin dahisi, büyük ustası, coğrafyamızın mozart'ı...
  • efenim, malum geyik, oryantal bir yalellidir; eşraf ezelden beri ''bizim değerlerimizi biz değil, anca batılılar biliyor, takdir ediyor, azizim.'' deyü yakınır durur.

    yani en azından bendeniz, bunun bir zırva olduğuna ciddi ciddi inanıyordum. ta ki bizim köftehor hamamizade'nin yeni yerleştiğim saksonya'nın gülü, elbe'nin floransası şehr-i dresden'in koskoca filarmoni orkestrası'nın 2. beethoven yılı münasebetiyle düzenlediği 'sıradışı'* konserleri kapsamında 28-29 ocak 2012 günlerinde dresden'in akm'si kulturpalast'ın kubbesini nağmeleriyle inleteceğini duyana kadar...

    dresden filarmoni'nin misafir şefi markus poschner'in önayak olduğu beethoven yılı münasebetiyle konserin adı devrimci beethoven* konmuş.** gecede konserin ana eseri beethoven'ın napolyon'a ithaf edeyazdığı 3. senfonisi 'eroica''nın yanı sıra mozart'tan sechs deutsche tänze für orchester kv 571 de çalınacakmış. dede efendi dışında abdi efendi ve kantemiroğlu'ndan da eserler icra edilecekmiş. şayet dede efendi'den yine bir gülnihal çalınacaksa beethoven'dan neden bir 9. senfoni**, mozart'tan neden bir rondo alla turca patlatmıyorlar anlamak henüz mümkün olmasa da işbu konsere gidip de dinlemeyen, dinleyip de mest olmayan ahan da beyle olsun diyorum.

    darısı abdülkadir meragilerin, ıtrilerin* başına... eskiden bizim orlar hep çayırmış, çimenmiş vay benim efendim.
  • eskilerin tabiriyle va esefa ki ve ne acı ki aynı zamanda gençlerin hem yazdığı hem okuduğu interaktif bir sözlükte, ekşi sözlüğünde kısa bir tetkik sonrası edindiğimiz bilgiye göre;

    ludwig van beethoven hakkında 10 sayfa yazı yazılmışken,
    wolfgang amadeus mozart hakkında 9 sayfa yazı yazılmışken,
    sebastian bach hakkında 9 sayfa yazılmışken,
    frederic chopin hakkında 7 sayfa yazılmışken,
    çaykovski hakkında 3 sayfa yazılmışken,
    italyan keman virtüözü paganini hakkında 3 sayfa yazı yazılmışken,
    antonio vivaldi hakkında 5 sayfa yazı yazılmışken,
    richard wagner hakkında 4 sayfa yazı yazılmışken,
    sergey vasileviç rahmaninov hakkında 4 sayfa yazı yazılmışken,

    kendisi, koskoca osmanlı imparatorluğunun bütün haşmet ve mehabetini, bütün serencamını, gelmişini geçmişini, osmanlı'yı onun da öncesini, onun hayat kaynaklarını, onu diri tutan manayı, yaşattığı insanların hüzünlerini, elinin değdiği bütün kıtaların öyle veya böyle gamını kederini neş'esini müziğinde ihya etmiş, bu muhteşem kayıpların ve zaferlerin müziğini yaparak tarihe ve geleceğe koccaman bir şerh düşmüş, insana önce hüzünmeşrep olmayı öğretmiş, mimaride mimar sinan neyse, meydan-ı harplerde kanuni neyse, şiirde fuzuli o koca fuzuli neyse o olmuş, modern türk edebiyatının en önde gelen ilk ismi ahmet hamdi tanpınar'ın tasvirde ve hayranlıkta aciz kaldığını binbir türlü evrakı metrukesinden, makalatından öğrendiğimiz, hayatı da ölümünden sonrası gibi hep hicranla geçen bu büyük insan, bu musikide yukarıda isimlerini saydığımız herbiri batı müziğinde kendi göklerinin tek yıldızı olan büyük müzisyenlerden fazlası olan ama eksiği olduğunu iddia etme makamında kendisini görenlerin ancak delilik ve şaşkınlıkla ithamına mahal ve imkan verdiğimiz müziğini ve yaşayışını anlatmak için kelime bulmakta aciz kaldığımız bu büyük insan dede efendi hakkında ise ancak ve ancak iki sayfa yazı yazılıyor, yazılabiliyor.

    evet, belki de yazılamıyor. zira yazmaya meyyal kalemimiz olsa dahi yazmak istediğimizde -eğer istersek o da, eğer tanımak arzu etme zahmetinde bulunur da ''ya ismi hacı mı hoca mı galiba şey...'' demeden- bir bakıyoruz ki bu osmanlı ve şarkın en ulu musiki üstadı, bu dünyanın bugüne kadar görüp geçirdiği en nadide müzisyeni, mozart'a boş vaktinde el verecek kadar ilerde rafine bir müzik yapmış ve yaptığının milyonda biri kadar tanınmayan, eserlerinin de ekserisi kaybolup gitmiş, mozart'ın müze olarak kullanılan evi günde binlerce ziyaretçi alırken muazzez ve mübarek evi bir aralık müze yapılmasına rağmen müze refakatçisi yaşlı adama maaş dahi bağlamayan, o yaşlı adam da hastalanınca müzeyle ilgilenecek kimse olmadığı için müzenin düğünler, dernekler için kullanılmasına izin veren bir devlete atalık etme bahtsızlığında bulunmuş dede efendi hakkında yazılmış pahalı, tanınmış müzisyen ve tarihçilerin ortaklaşa hazırladığı ciddi, prestij veya referans kitapları düşünmek ancak düşlemek oluyor, hayal oluyor.

    burda çakılıyoruz, mesele dede efendi'ye gelince mesele mozart'a betoven'e şuna buna geldiğinden daha fazla süslü püslü konuşamıyoruz, evet isterdik demi? isterdik canım konuşalım onun da hakkında edelim üç beş kelam ama o kadar ya sonuçta ''evrensel müzik'' batının yaptığı. ahh tabi batı=evrensel. bu mantıkla küçümen lümpen fazıl say'lar türer ancak, kendi müziğine yabancı dolayısıyla batı müziğine de hint müziğine de çin müziğine de vs.'ye de yabancı konuşmaktan başka bir şey bilmeyen kendini beğenmiş biraz okumuş biraz şiir yutmuş biraz müzik içmiş ham ruhlar peydah olur.

    burada demin yukarıda da söylediğimiz gibi en ilgimizi çeken şey ve belki de en üzüldüğümüz şey kendi 'büyük ve köklü' müziğimizin everesti bir şahsiyet hakkında iki satır okuyamazken, okumamıza fırsat verilmezken, verilmemişken başka başka bir sürü batı klasik müziği icrası hakkında onlarca bilgiye ulaşabilmemiz. bu şüphesiz iyi bir şey ama derdimiz başka onu bir daha söylemeye gerek duymuyoruz. dileğimiz ve duamız gençlerin, bizlerin geçmişte dünyanın en büyük musiki kültürünü, geleneğini üretmiş olan medeniyetlerden birine sahip olan bizlerin ''hammamizade dede efendi'' ismini duyduğumuzda en azında ne dedesi, kimin dedesi diye sormamamızdır, ''ya işte imam hacı ilahi falan'' diye saçma sapan düşünmememiz, en başta isimleri zikredilen batılı müzisyenlerin herbirinin kilise eğitiminden geçtiklerini, eserlerinde kilise etkisinin genişçe yer bulduğunu aklıdan çıkarmamamız ve dede efendiye daha bir samimi sarılmamız, onu tanıdıkça daha da sevmemiz.

    ben inanıyorum ki dede efendi'ye hakkıyla sarılan bir daha kurtulamaz ondan, onun dolayısıyla ıtri'den ilh..ve bu kurtulamamak ne güzeldir, ne güzel batıp da çıkamamaktır. öyleyse allah'dan bir duamız da o olsun ki: allah hepimizi bizim yüce, büyük osmanlı müziğimizin içine öyle bir batırsın ki yüzeye çıktığımızda daha bir özgüvenle çıkalım batı müziğine daha bir özgüvenle yaklaşalım, ''batı müziği:evrensel müzik'' demeyeyazarken birden bile titreyip ''kendimize dönelim, eve dönelim, şarkıya dönelim''..
  • efenim beethoven hakkında sayfalarca kalem oynatan, chopin deyince ah u zâr iden necip insanımız nasıl olur da dede efendi’ye bigane kalır? nasıl olur da onu batı’nın mizanıyla tartar da “gülnihal ilk türk valsidir” diye hüküm verir?

    dede efendi’nin tanınmıyor, hakkının teslim edilmiyor oluşunu kıymet bilmezlikle, yabancı hayranlığıyla veya eziklikle izah edersen küskünlük hatta küçümsemeyle karışık bir kızgınlık duyarsın. “halkımızın atalarıyla olan ünsiyeti cılızlaştı, mazimizle bağımız koptu, kendimize yabancı olduk… “ ee? “işte ondan böyle oldu.” 19. yüzyılda halkımız sanat müziği mi dinliyordu? yaşadığı devirde dede efendi’yi kim bilirdi, tanırdı da şimdi bilsin, tanısın? türk sanat müziği denen şey avrupa sanat müziği’ne nispetle oldukça yüksek bağlamlı (high-context) bir kültürdür. buradaki yüksek/düşük ibareleri bir üstünlük belirtmiyor. yüksek bağlamlı kültürlerde insanlar birbirlerine daha yakındır ve aralarındaki iletişim daha sıkıdır. sıkı olduğu için de dışarıdan birinin içeriye sızması güçtür. halk dünyanın her yerinde, her zaman için sanat müziğine karşı kayıtsız kalmıştır. 18. yüzyılda yaşamış, istanbul doğumlu bir fransızın (charles fonton) kaleme aldığı minik denemede (şark musikisi hakkında deneme) çok çarpıcı bir girizgah vardır. fonton şark musikişinaslarının bilgileriyle ve musikileriyle övündüklerini fakat onu kıskançça saklayıp, kimseye öğretmediklerini söyler: “bilgiyi paylaştıkça eksilen bir şey gibi görüyorlar. oysa avrupa’da paylaştıkça çoğalan bir şeydir bilgi”. türk sanat müziği’nde nota kullanılmıyor oluşuna böyle bir izah getirmiş. hatta der ki: “şark müziğini notaya almak mümkün olsa bile bunu bir avrupalının tanıyıp algılaması mümkün olmaz. çünkü her notaya, her sese, şark’ın özel çeşnisini katmak gerekir ki; bunu da ancak o musıkiye hakkıyla vâkıf olanlar yapabilir.” notaya da alsan olmuyor yani. belli ki musikişinasların tanınmak, bilinmek gibi bir gayret ve hevesleri olmadığı gibi bundan imtina eden bir halleri var. günümüzden bakınca bu çekingenliği bir yere oturtmak, anlamak zor gerçekten de. batılı akranlarıyla mukayese edince aradaki fark daha da belirginleşecek. dede efendi’nin akranlarından biri beethoven. adamın cenazesine 20bin kişi katılmış. viyana nüfusunun %4’ü neredeyse. mozart da öyledir döneminin rock starıdır herif. bütün avrupa’da tanınır. türk sanat müziği’nin en büyük, en parlak isimlerinden biri olan tanburi cemil bey’in cenazesine ise 13 kişi katılmış!

    gazete kupürü

    iki kutup arasındaki üslup farkını görüyorsunuz değil mi? avrupa sanat müziği ayakları yere basan, dünyevi bir müziktir. kibirle karışık bir ihtişamı, debdebesi vardır. dünyevidir çünkü müzik avrupalı müzisyenler için sanat olduğu kadar hatta ondan da çok bir meslektir. mahler, chopin, scarlatti, mendelssohn, purcell, haydn vs. bunların bir tane işi vardır o da müzik. meslekleri müzisyenliktir yani. bundan para kazanırlar. osmanlı’da profesyonel müzisyenler azınlıktadır. basmacı abdi efendi, suyolcu latif ağa, yağlıkçızade ahmet efendi, ekmekçi bağdasar ağa, şekerci cemil bey… yani müzik müzisyenlerin mesleği değil uğraşıdır. avrupa sanat müziği’nin ihtişamı kibirle karışıktır çünkü şekerciden, pazarcıdan müzisyen olamaz. üstelik ümmi bir müzik de değildir bu. okuryazarlığı şart koşar. oysa türk sanat müziği adeta bir manastır veya dergah gibi kapısını herkese açık tutar. bunun sebebi hoşgörü, yüce gönüllülük falan değil tabii çünkü en az avrupa sanat müziği kadar hatta ondan da girift kodlarla bezeli, güç anlaşılır bir dili vardır türk sanat müziği’nin. herkese iletilmek istenen bir mesaj bu dille yazılmaz. yaptığı şey koca bir çuvaldan bir avuç pirinç ayıklamaktır. avrupa’da ufak bir torbadan kucak dolusunu seçerler. diğer torbalara bakmaya bile gerek duymazlar. ve dünyevi bir müziktir avrupa’nınki. allah allah, osmanlı’nınki niye ruhani olsun? çünkü analitik değildir. müziği oluşturan perdelerin bile yerleri kesin olarak belli değildir. yazıya aktarmak güçtür yani. seni bir başka insana, aktarıcıya, fem-i muhsine mecbur kılar. bu mistisizmin en uç noktası da kör müzisyenlerdir. avrupa sanat müziği’nde hiç kör müzisyen/besteci var mı adını duyduğunuz? kayda değer tek isim vardır: helmut walcha. çok büyük bir müzisyendir. orgun pele’sidir. birbirinden kazık yüzlerce eseri ezbere çalan, akıl almaz bir müzik canavarı. bir eşi daha yoktur batı’da. buna karşın türk sanat müziği’nde epey kör müzisyen vardır: osman dede efendi, mehmed sadık efendi, kani karaca, kanuni âmâ nâzım bey, âmâ hafız hasan efendi, âmâ kadri efendi, kemânî âmâ sebûh… tesadüf olabilir mi? olabilir. türk sanat müziği gibi ümmi, karmaşık, içine girilmesi zor bir sanat müziği olan japon (gagaku) ve çin (yayue) sanat müziklerindeki kör müzisyen enflasyonunu nasıl izah edeceğiz? her iki müzikte de kör müzisyenler adeta bir kast oluştururlar. bunlara korkuyla ve hayranlıkla karışık bir saygı duyulur. allah’ın ajanları yahut nebi gibi görülürler neredeyse. gagaku’nun en büyük isimlerinden biri, belki de en büyüğü sayılan yatsuhashi kengyo kördür mesela (kengyo isim değil, kör müzisyenleri onurlandırmak için kullanılan bir ünvandır). kengyo sawazumi, yamada kengyo… ve gagaku da notaya burun kıvıran, yazısız, ümmi bir müziktir. ilk kez 18. yüzyılda notaya alma denemeleri görülür. ondan önce bizdeki meşke denk gelen densho vardır. kaderi de pek çok açıdan bizim sanat müziğimize benzer. tam bu noktada artık dede efendi’ye geçelim.

    hamamizade ismail dede efendi 1778 istanbul doğumludur. kurban bayramının ilk günü doğmuş. adını o yüzden ismail koymuşlar (biliyorsunuz müslümanlar hıristiyanların aksine ibrahim’in ishak’ı değil ismail’i kurbanlık olarak seçtiğine inanır) ı. abdülhamid devri. osmanlı’nın batı’ya karşı her sahada mağlup olduğu ve bu mağlubiyeti de kabullenmeye başladığı yıllar. bükülemeyen bileğe uzanan buseye osmanlı siyasi bilimler terminolojisinde ıslahat denir. batıya benzeme gayreti olarak özetlenebilecek ıslahatlar ı. abdülhamit ile başlamıştır diyebiliriz. çoğunlukla askeri ve ekonomik ıslahatlardır bunlar. kültür, sanat, eğitim alanında herhangi bir değişikliğe gidilmemiş. zaten sultan tam bir osmanlıdır. miskin, sofu, melankolik, romantik bir tip. musikişinas sayılmaz ama müziğe uzak da değildir. haftada en az bir kez fasıl dinlediği biliniyor. saray dışından hanendeleri de davet eder ve onlardan da türküler dinlermiş bazen. alafranga müziğe alakası yoktur yani. osmanlı sultanlarının ekseriyetinin müzikle ilişkisi aşağı yukarı böyledir. tek istisna ııı. osman ve halefi ııı. mustafa devridir (1754-1774). bu iki padişah müziğe karşı ilgisizdirler. devirlerinde sarayda müzisyen bulundurmadıkları gibi misafir müzisyen de almamışlar. hemen hemen hiç müzik dinlememişler yani. ı. abdülhamid’den sonra tahta ııı. selim çıkar. 1789. şüphesiz bu devir türk sanat müziği’nin altın çağıdır ve bunun müsebbibi de sultandır. ııı. selim hakikaten büyük bir müzisyendir. hatta hiçbir ülkede, hiçbir hanedan böyle büyük bir müzisyen çıkarmamıştır. ıı. joseph ve ıı. frederik’i emsal gösterirler ama ııı. selim’in rodiliğini yaparlar ancak. mukayese edilmeleri bile abes olur. rauf yekta büyük eseri esatiz-i elhan’da ııı. selim’in ıtri ve dede efendi ayarında olmasa da sadullah ağa veya dellalzade ayarında bir müzisyen olduğunu yazar. selim tahta geçtiği sırada ismail 11 yaşında bir sıbyandır. okul arkadaşlarından biri müzisyen uncuzâde mehmed emin efendi’nin oğludur. uncuzade mehmed, ismail'in sesini pek beğenir. müziğe de yatkın bulur ve ona hocalık etmeye başlar. ney üflemeyi ve nazariyatı öğrenir. yine uncuzade’nin vekaleti ve inayetiyle delikanlılık çağında memuriyete girer. defterdarlıkta katiplik eder bir yandan da yenikapı mevlevihane’sine gider gelir. tekkeleri allah’ın isminin zikredildiği niyaz evleri olarak düşünmeyin sadece. aynı zamanda devrin konservatuarı ve edebiyat medresesidir buralar. müzik öğrenilecek başka bir kurum, vakıf vesaire yoktur. ha bir de enderun vardır tabii ama buraya canı isteyen giremez. tarikatlar 11. yüzyıldan beri anadolu’nun sosyal, kültürel ve hatta siyasi hayatında çok önemli bir yer tutarlar. osmanlı dönemindeki tarikatları ikiye ayırabiliriz. birincisi vakıf gelirleriyle ekonomik olarak desteklenmiş; örf, adet, ayin ve törenleri her ayrıntısına kadar tanımlanmış; şehirlerde kök salan ve toplumun üst tabakasına hitap eden tarikatlardır. ikinciler ise melami anlayışa sahip, gizlice örgütlenen, siyasi iktidarla pek iyi geçinemeyenlerdir. babailer, kalenderiler, hurufiler vs. vs. mevlevilik birinci gruba dahil oluyor tabii. büyük şehirlerde güçlü olan bir tarikat. taşrada ise bektaşiliğin borusu ötüyor. her iki tarikatın ayin ve törenlerinde iskeleti müzik oluşturur. fakat bektaşi ve bayrami tekkelerinde taşra müziği, mevlevi tekkelerinde sanat müziği filizlenmiştir (japon müziğinde de bu ayrım çok keskindir; ga sanat müziğiyken, zoku taşra müziğini ifade eder). iktidarla hemen her zaman iyi geçinmiş olan mevlevilik, çoğu zaman yönetici kadronun sempati beslediği bir tarikat olmuş, desteklenmiş. işte dede efendi’nin ilk müzik okulu yenikapı mevlevihanesi’dir. hocası da devrin büyük müzisyeni ali nutki dede’dir. daha sonra (20 yaşındayken) ali nutki dede’ye intisap ederek çileye soyunur. biliyorsunuz çile 1001 gün sürüyor fakat çile tam manasıyla bir inziva değildir. pazara da gider, bulaşık da yıkar, ayakçılık da yapar. bir odaya kapanıp kalma hali 18 gün falan olması lazım. neyse ismail çileye soyunduktan kısa zaman sonra babasını kaybeder. babadan kalan hamamı falan satar. artık tümüyle bellidir gideceği yol. çilesinin ikinci yılında ilk bestelerinden birini yapar:

    zülfündedir benim baht-ı siyâhım

    her detayıyla çok klas bir şarkı (güftesini yazan keçecizade izzet molla da tanımaya değer, mülevven bir figürdür). dede efendi’nin şarkısı ‘hit’ olur. o kadar ki ııı. selim dede’yi saraya çağırır. ali nutki dede’nin izniyle çilesini yarıda bırakıp saraya gider, sultanın huzurunda şarkısını icra eder. bin bir sitayişle uğurlanır. şarkıyı bu kadar meşhur yapan şey güftenin işleniş biçimidir. kısa zaman sonra -1801’de- ikinci hitini besteler:

    ey çeşm-i âhû hicr ile tenhâlara saldın beni

    zen budistleri büyük bir sabırla taşları üst üste diziyorlar ya hani, bu şarkının gelişimi de öyle. minik taşlardan inşa edilmiş bir dağ gibi. nağme zengini, yürek yakan bir şey. ııı. selim, dede’yi tekrar çağırır huzuruna. şarkıya vurulur. dede’den sarayda haftada iki kez düzenlenen fasıllara hanende olarak katılmasını ister. bir kese de altın verir. nuri şeyda’nın anlatımına göre dede efendi pederinden miras kalan parayı etrafını pervane gibi saran kase-lisan ve eclaf (kase yalayıcılar ve serseriler) ile çarçur etmiş. para suyunu çekince hamamı da satmış. “hamamsız da kaldıktan sonra artık kendisini toplayıp bir mesleğe sahip olması iktiza eder iken bilakis dalmış olduğu âlem-i zevk ü sefahatin terennümat-ı şevk-efzâsına bir kat daha germî vermiş, bu uğurda elindeki haneyi de satıp ihtiyar validesi, bir de dadısı ile ayasofya civarında küçük bir kira hanesine iltica etmişti.” beş parasız kalınca validesine karşı da mahcup olmuş, ne yapacağını bilemez hale gelmiş. işte sultanın verdiği bir kese altını anneciğine götürüp, elinin ekmek tutmaya başladığını göstermiş.

    falan filan.

    büyük yazarımız ibnülemin mahmut kemal bu iddialara pek inanmıyor olacak ki “nuri de böyle şeyleri nereden çıkarıyor, nasıl uyduruyor anlamıyorum” kabilinden şeyler yazmış. nuri şeyda'nın söylediklerinin doğru olma ihtimali zayıftır. neyse, ııı. selim dede efendi’ye musahiplik verir. padişahın resmi arkadaşlarına musahip denir desem çok yanlış olmaz sanırım. bundan daha büyük taltif yoktur. bu arkadaşlığın her ikisini de beslediği bellidir. dede efendi sultana müzik konusunda ilham vermiştir ama kendisi de ondan çok şey öğrenmiştir şüphesiz. musahip olarak kabul edilmesinin ardından sultan için suzinak makamında bir murabba bestelemiştir:

    müştaki cemalin gece gündüz dili şeyda

    "müştâk-ı cemâlin gece gündüz dil-i şeydâ
    etdi nigeh-i âtıfetin bendeni ihyâ
    mesrûr ede hak zât-ı kerem-kârını dâim
    ed'iye-i hayrın dil-ü cânımda hüveydâ"

    [cemalinin özlemiyle gece gündüz divane gönlüm
    şefkatli bakışlarınla ben kulun ihya oldum
    hak her daim mutlu etsin cömert zatını
    can-ı gönlümde zahirdir hayır dualarım]

    1802 yılında 22 yaşındayken nazlıfer hanım ile evlenerek dergahtan ayrılır. bundan böyle ayin günlerinde dergaha gelir gider sadece. 1804 yılında ilk ayini şerifini bestelemiştir:

    şevk-u tarab mevlevi ayini

    günümüze böyle bir kaydının kalması çok büyük nimet. ayinin ilk kez okunmasından bir ay sonra hocası ve manevi babası ali nutki dede’yi kaybeder. çok geçmeden ilk çocuğu salih de ölür. salih’in ölümüyle yüreği yanan dede, bayati makamında bir eser besteler:

    bir gonce femin yâresi vardır ciğerimde

    "bir gonce femin yâresi vardır ciğerimde
    âteş dökülürse yeridir âhh serimde
    her lahza hayâli duruyor dîdelerimde
    takdire nedir çâre bu varmış kaderimde"

    dönemin deyimiyle söyleyecek olursak, pek suzişli, hazin bir eserdir. felaketler üst üste gelir. sırasıyla annesini, ikinci oğlu mustafa’yı, kızı ayşe’yi ve musahibi ııı. selim’i kaybeder. padişahın ölümü de pek fecidir. 1807’de kabakçı mustafa isyanı patlak verir. günümüz tabiriyle darbe olur. sultan, otoritesini sarsacak kadar güçlenen askeriyeyi dizginlemek ister fakat asker ayaklanarak sultanı alaşağı eder, yerine de sultanın amcaoğlu olan sünepeyi, ıv. mustafa’yı geçirirler. kendisine baba gibi davranan ııı. selim’e karşı isyancılarla işbirliği yapan bu hain, tahttan olurum korkusuyla kardeşi ıı. mahmut ve amcaoğlu ııı. selim’i boğdurmaya çalışır. selim ölür, mahmut kurtulur. tahta geçen ıı. mahmut, öyle olmaz böyle olur diyerek kardeşi mustafa’yı boğdurur.

    dede efendi’de musikiyle iştigal edecek heves kalmamıştır. saraydan uzaklaşır, dervişlik hayatına geri döner ve ali nutki dede’nin yerine geçen nasır abdülbaki dede’ye tabi olur. bir süre sonra teselliyi yine müzikte arar. 1825 yılına kadar her pazartesi ve perşembe dergaha gelip gider; pek çok şarkı, murabba, ayin, ilahi besteler. 1825’te yenikapı mevlevihanesi’ni ziyaret eden ıı.mahmud, burada dede efendi’nin bestelemiş olduğu neva mevlevi ayini’ni dinler. sonra da dede’yi huzuruna çağırır ve “seni kendime musahib tayin ettim” der. dede pek mutlu olur ancak “başımdan sikkei mevlanayı çıkarmamaklığıma müsaade buyurun” diye rica etse de kabul edilmez, başına sarıklı bir kavuk ve enderun’a mahsus elbise giydirilerek saraya alınır. ıı. mahmud’un müzik hocası ııı. selim’dir. nazariyatı da, tanburu ve neyi de ondan öğrenmiştir. besteciliği ııı. selim ile kıyaslanamazsa da musikiyi iyi bilirdi. dede’nin saraya dönüşü saraydaki müzisyenlerce kıskançlıkla karşılanmış. şakir ağa ile dede efendi’nin padişahın huzurunda atışmaları meşhurdur. sultanın “şakir, dede musikide bir canavardır; sen onunla güreşemezsin” dediği bilinir. tuhaftır ama dede efendi “padişah beni benzetecek başka şey bulamadı mı” diye müteessir olmuş.

    ı. mahmud amcaoğlu (ııı. selim) ve babasının (ı.abdülhamid) başlattığı reform hareketlerini onlara kıyasla çok daha başarılı şekilde uygular. onun reformlarının seleflerininkinden en önemli farkı, sosyal hayatı ve kültür sahasını da içermesidir. ıı. mahmud'dan önceki reformlarda batı’nın başarılı olduğu alanlarda (askeriye, ekonomi, hukuk vs.) batı’ya benzeme gayreti vardır. ıı. mahmud ise her konuda batı’ya benzeme hevesindedir. onların kılık kıyafetini, mutfak adetlerini, müziklerini, edebiyatını da taklit eder. oysa daha önce bu tartışma konusu bile olamazdı. batı’nın edebiyatı veya müziği nasıl osmanlı’nınkinden daha iyi olabilir ki? hayranlık uyandıran o debdebe ıı. mahmud ile birlikte mecruh düşmüştür. dünyada emsali olmayan mehter kurumu lağvedilmiştir düşünsenize (1826). bir sene sonra da mızıka-ı humayun kuruldu. burada hem batı müziği hem de türk müziği eğitimi verilmesi planlandı. donizetti paşa ülkeye davet edildi ve 28 sene boyunca resmi konservatuarımızın müdürü olarak görev yaptı. klasik fasıl topluluğunun içerisine mandolin, flüt falan sokuşturulur. türk müziği armonize edilmeye çalışılır vs. maskara edilir, üvey evlat muamelesi görür yani. kâr, ayin-i şerif, saz semaisi gibi büyük formlar yerini longa, sirto, fantezi, şarkı gibi küçük formlara bırakır. dev cüsseli musiki kamburlaşır, ufalır, hazmı kolay hale gelir. benzer şeyler meiji restorasyonu esnasında (1868) gagaku’nun da başına gelir. onların donizetti paşa’sı da luther whiting mason’dır. müzikleri armonize edilir, otantik sazların yerini batılı sazlar alır vs. vs. dede efendi de ülkede esen yenilik rüzgarından nasiplenmiştir. nasıl? sultaniyegah makamını ortaya çıkarmıştır mesela. bu makam, içerdiği perdeler ve seyir özellikleri itibariyle batılı kulaklarca daha kolay anlaşılabilecek, armonize etmeye müsait bir makamdır. sadece sultaniyegah değil, hicazbuselik, sababuselik, hisarbuselik, evicbuselik, neveser makamlarını da oluşturmuş ve daha önemlisi bu makamlarda takımlar yazmış. iki beste ve iki semaiden oluşan eserler topluluğu diyelim takıma. bach’ın das wohltemperierte klavier’ine denk düşen bir niyet. neyse uzatmayalım. mahmud-ı sâni’nin devri de 1839’da sona erer.

    abdülmecid tahta çıktığında dede efendi 61 yaşındadır. abdülmecid babasının gözdesi, kıymetlisidir çünkü mahmud tahta çıkıp kardeşi mustafa’yı da boğdurunca geride tahta çıkabilecek kimse kalmadı. doğan erkek çocuklar da iki-üç yaşlarına geldiğinde hastalık sebebiyle ölüyordu. nihayet hamur tuttu ve cılız, solgun bir çocuk olan abdülmecid hayatta kaldı. haliyle babasının yakın alakasına mahzar oldu. batılılaşmayı siyasetinin omurgası yapan bir babanın evladı olarak, doğulu bir sultandan çok batılı bir krala benzedi. biliyorsunuz döneminde tanzimat fermanı ilan edildi. sultan kendi iradesiyle bir takım haklarından feragat etti. hukuk ilk kez din kurallarından uzaklaşmaya başladı. yargısız infaz kati olarak yasaklandı. zamanın ilginç hadiselerinden biri olan kuleli vakası’nın müsebbibleri bile yargılandı (ve haklarında verilen idam kararı uygulanmadı). kulluk kavramı yerini vatandaşlığa bıraktı. posta, telgraf vs. vs. bunlardan daha önemlisi (bence) kızlarının eğitim alması, nispeten daha serbest bir hayat yaşamaları, fikirlerini beyan etmeleri; sultanın yabancı elçiliklerdeki balolara katılması, fransızca konuşması, piyano çalması… iktidarın kişiliği toplumun kişiliğini şekillendirir. bu böyle. abdülmecid’in devrinde saray efradı ve ekabir takım arasında batı müziği makbul müzik olarak görülmeye başlamış ve klasik türk müziği köhne, sıkıcı bir müzik addedilmiş. böylelikle sanat musikimiz daha da küçülmüş. nikoğos ağa’nın ey şûh-i âfet’i, şakir ağa’nın bakma sakın benden yana’sı ve dede efendi’nin gülnihal’i hazmı kolay, ufak şeylerdir. nuri şeyda gibi söyleyecek olursak bu şarkıların “nagamâtı öz malımız olduğu halde seyir ve tarzı bigânedir. bir türk güzelini alafranga giydirmek gibi”dir. o görkemden geriye mağrur bir hava kalsaydı bari. yok. mağlubiyetten başka bakiye yoktur. abdülmecid saltanatında istanbul’u ziyaret eden hans christian andersen, cuma selamlığı esnasında bandonun rossini çaldığını yazmış. düşünsenize, osmanlı sultanı cuma namazına gidiyor ve ona eşlik eden müzik rossini! çırağan sarayı’nda lizst konseri düzenleniyor; verdi’nin, rossini’nin operaları sahneleniyor, haremdeki kadınlar piyano yahut ‘teneke üflemeliler’ çalıyor falan filan… artık “dede efendi şöyle bir ferahfeza ayin bestelesen de dinlesek” diyen ıı. mahmud, veya onunla meşk eden ııı. selim yoktur. rivayet o ki talebesi dellalzade’ye “bu işin tadı kaçtı” demiş de hacca gitmeye karar vermiş. orada da 67 yaşında vefat etmiş. 1845.

    dede efendi hiç şüphe yok ki türk sanat müziği’nin gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri, belki de ilkiydi. yetmişin üzerinde makamda ve hemen her formda beş yüz küsur kalıcı eser vermiştir. bestelediği yedi ayin-i şerifin yedisi de hakikaten şaheserdir. bunları barok dönemin pasyonlarına benzetebiliriz. pasyon aslında ayin-i şerif gibi özgün bir form değildir. büyükçe bir motet veya sahnesiz bir oratoryoyu andırır. handel, telemann veya j.s.bach’ın pasyonlarını dinlerseniz o heybeti tanırsınız. ayin-i şerifler de işte böyle büyük ölçekli, heybetli işlerdir. seleflerine nispetle epey üretken bir ayin bestecisi sayılır dede efendi. en meşhur ayini ferahfeza mevlevi ayini’dir ancak sababuselik ayini’ndeki ifade zenginliği, üslubundaki debdebe hayranlık uyandırıcıdır. şu görkemli müziğin sonradan böyle ufacık kalması insanı hayrete düşürüyor.

    sababuselik ayini

    din dışı formların en büyük çaplısı olan kâr formunda da eserler vermiştir. yani bir yineleyici, pekiştiricidir dede efendi. başka yazılarda da sık sık yazdım, yineleyiciler kendinden sonrakileri yenileyici olmaya mecbur ederler. bunu avrupa sanat müziği’nde açık seçik izleyebilirsin. dede efendi’yi sıra dışı bir figür yapan şey, onun aynı zamanda bir yenileyici olmasıdır. yeni makamlar vücuda getirmek, usuller icat etmek gibi şeylerle uğraşmış. tüm bunların yanında hocalığıyla da büyüktür. dellalzade hacı ismail, enderuni haşim bey, zekai dede efendi gibi hüner-mendân da onun tedrisatından geçmişlerdir.

    adettendir, müzik yazarları bir tezkire yazdıklarında “hatime” ile bitirirler ve burada favori eserlerini sayarlar. ben de öyle yapayım;

    ben seni sevdim seveli kaynayıp coştum (bestenigar şarkı)
    beni kınayan çok olacak biliyorum ama ben bu şarkıyı kamuran akkor’dan dinlemeye bayılıyorum. 18. yüzyıl arabeski.

    bî vefâ bir çeşm- î bî dâd (gülizar şarkı)
    dede efendi’nin ‘hafif’ şarkılarındandır. sadettin kaynak’ın bestelediği hüseyni türküleri andırıyor. alaycı, cilveli, nefis bir şarkı. “cihar attım şeş oynadım, yine felek yendi beni”.

    söylen ol yare benim çeşmimi pür-ab etmesin (tahirbuselik ağır semai)
    nedense unutulmuş eserlerinden birisidir dede’nin. ağırbaşlı, çok sanatlı ve ruh okşayıcı bir müziktir. güftesi de nefistir:

    "söylen ol yare benim çeşmimi pür-ab etmesin
    sile verup alemi eşkimle alem-i gark-ı ab etmesin
    aşıkın cevr’ile bitab eyler imiş ol peri
    cevri bihad etsin amma böyle bitab etmesin"

    [söyleyin o yare beni ağlatmasın
    gözümün yaşı ile silip, alemi suya batırmasın
    aşığını cevriyle bitap edermiş o peri
    böyle bitap etmesin de varsın cevrinin hududu olmasın]

    gitti de gelmeyiverdi (uşşak şarkı)
    dede efendi’nin en meşhur şarkılarından biridir. bu şarkıyı hamiyet yüceses’ten dinleyeceksiniz. yürek yakan bir icra. eşi, deniz astsubayı fethi yüceses’i, atılay denizaltısının batmasıyla kaybetmiştir. şarkıyı da bu felaketten sonra söylediği rivayet edilir.

    ayağı tozunu sürme çekelden gözüme canım (suzidil durak)
    münir nurettin söylüyor. tekke müziğinin unutulmuş formlarından biridir durak. “durak da böyle yapılır işte” demek için bestelenmiştir sanki.

    hava güzel yine gülşende gösteriş günüdür (hisar yürük semai)
    dede efendi’nin uysal ve dokunaklı eserlerinden biri.

    bu kadar yetsin.
    bye.
  • bugün ölümünün 166. yıldönümü olan üstâd. rahmetlinin yaşamında dönüm ve ölümsüz eserlerinin başlangıç noktası olan iki olay, önce hocası ali nutki dede'nin, kısa süre sonra da 3 yaşındaki oğlu salih'in ölümüdür.

    ismail ismi, bir kurban bayramı günü doğduğundan verilmiştir. allah rahmet etsin.
  • "meşhur kırımlı ahmed kâmil efendi'den sonra sultan 11. mahmud'un imamlığına tayin olunan abdülkerim efendi ile, o aralık sultan mahmud'un müezzinbaşılığında bulunan meşhur mûsiki üstadı dede efendi arasında kırgınlık varmış. bir ramazan günü abdülkerim efendi padişah'a, acemlerin saltanatınız hakkındaki ihaneti herkes tarafından bilinmekte bulunduğu halde, dede efendi bunu düşünerek teravih namazın da, acem makamından ilahiler okumamak ve buna karşılık şevkefzâ makamını tercih etmek lazım gelirken, kendisinin şevkefzâ makamını kullanmaya bilgisi kafi gelmemesi bu davranışına sebep olmaktadır cevabını verince, padişah dede efendi'nin sanatındaki iktidar derecesini bildiği için ve ayrıca kendisi de mûsikişinas olduğu cihetle, bu hususta bir kanaatı da mevcut bulunduğundan bir gece bir imtihan yapılmasına karar verir. fakat, bu karar dede efendi'ye duyurulmaz.

    gece teravih namazı kılınırken, dördüncü dört rekattan sonra evc makamından ilahi okunduğu sırada karar gereğince, sultan mahmud tarafından gönderilen biri, müezzinlerin yanına giderek, dede efendi'ye acem makamını değil şevkefza makamını kullanmasını emrini tebliğ eder. o zamana kadar şevkefzâ makamından hiçbir ilâhi yapılmamış olduğundan ne yapacaklarını şaşıran müezzin efendiler, dede efendi'nin yüzüne hayretle bakarlarken, içlerinden biri dede efendi'nin işareti üzerine bu makamdan tekbir getirmeye başladığı gibi, imamın da fatiha-i şerif'i şevkefza makamında okumakta olduğunu anlamışlar dede efendi "hele bir namazı kılalım da bakalım." demiş ve dört rekat teravih namazı kılınıncaya kadar şevkefzâ makamından bir ilahi bestelemiş ve selam verilir verilmez ilahiye başlayıvermiş. arkadaşlarının hemen hepsi mûsikî ilminde birer üstad olduklarından, dede efendi'ye kulak vererek ağız kalabalığı ile ilâhiyi güzelce okuyup bitirmişler ve padişahın takdirlerini kazanmışlardı."

    kaynak: (bkz: www.turkmusikisi.com)
  • samihâ ayverdi hanımefendi'nin kaleminden hem çok uzak, hem çok yakın-tanıdık kelimelerle ne güzel anlatılmış zamanının ve şimdinin* üstad'ı...
    bizden* geriye kalacak na(ğ)melerin sahibi
    aşağıdaki satırları okurken yalnızca dede efendi'ye değil, o döneme; dönemin insan, sanat ve müzik anlayışına dair bilgiler değil haz* da alıyoruz*

    "kalıbı ile osmanlı tahtında oturan üçüncü sultan selim, gönlü ile mevlevi postunu ihtiyar etmiş bir derviş kişi olmakla, husûsi meclislerine revnak veren şâir ve mûsıkîşinaslar arasında, bilhassa, mensup olduğu mevlevi tarîkinin yetiştirdiği san'atkârlar geniş ölçüde bulunurdu. pek tabiî ki bu kafilenin başında bulunan, büyük şair şeyh galib'di.

    mamaafih sarayda galib dede'yi şevk ve iştiyâkla arayan yalnız pâdişâh değildi. duygulu ve zarîf bir kadın olan mihrişah vâlide sultan'la diğer sultanlar da onun, bir edeb ve irfan heykeli hâlinde, cübbesinin etekleri uça uça sarayın çatısı altına girdiğini görmek isterlerdi. fakat pâdişahın genç ve güzel kardeşi beyhan sultan için galib dede, hayat çenberinin merkez yerinde oturan tek hâkim kuvvetti. mutlak aşkı bu mukayyed vücudda seyreden genç san'atkar için de hâdise, muhteşem bir gönül yangınından başka bir şey değildi. fakat sonuna kadar garib kalmaya mahkûm olan bu aşk, ona en coşkun ve renkli mısralarını söyletmesine ve sarayın ısrarlı dâvetlerine rağmen, büyük san'atkârın çekingenliğini silememişti. onun için de şeyh galib, daima temkinli ve ölçülü kalmış bir saygı ile, bu temiz ve saf gönül hikâyesine toz kondurmaktan şiddetle geri durmuştu.

    ne tuhaf ki galib dede, alev alev y,anan büyük aşkına rağmen, saraya hesapla adım atarken, pâdişah, genç şeyhin postnîşin olduğu galata mevlevîhânesi'ne sık sık gider, mukabele günlerini hemen hiç kaçırmak istemezdi.

    üçüncü sultan selim devri, sanki alevi geçmiş bir ateşin kor haline gelmiş muhteşem sıcaklığı gibi idi. acaba gün olup bu kor da küllenir olursa, onda yine, estikçe parlayan kıvılcımlar uyanacak ve eski zamanının şâşaasından haber söyleyecek miydi?

    hükümdarın büyük bir vukuf ve san'at dehâsıyle meydana getirdiği eserlerden sûz-i dil’arâ’lar, rast-ı cedîd'ler, pesen-dîde'ler, mâhur'lar, arazbar'lar, şehnaz ve şevk-efzâ makamlarından bestelediği âyinler, besteler, semâî, peşrev ve şarkılar, hep burada, akıcı yıldızlar gibi bir biri arkasından ve birbirinden parlak, kayıp giderdi.

    fakat her çeşit san'at hareketi ile zevklenip alâlanan üçüncü sultan selim için mûsıki, yalnız kendi şaheserlerinden ibaret değildi. devrin önde giden bestekârlarını kolu kanadı altında tutan büyük pâdişaıh, genç ve yeni istîdadları uyandırıp, ihsan ve iltifâtına gark ede ede, bir irfan ve san'at hâmisi olarak, kâh saz âlemlerinde kâh şiir meclislerinde, kâh çırağan eğlencelerinde ve daima resmî hayatının mesûliyet ve mükellefiyetleriyle çevrili olarak hayatını geçirirdi.

    yıldan yıla yaprak döküp yaprak veren bir ağaç gibi, asırlardır işlene gelen mûsıkî, millî ruhun ve millî ihtiyacın müşküllerini çözen, suallerini cevaplandıran, taleplerini karşılayan, kâh coşturan, kâh kandıran bir davet bir çağırış ve çağrılış kıvamını bulmuştu.

    bir göz açıp kapama ânında insan ruhuna sükunla çılgınlığın, ümidle bezginliğin, varlıkla yokluğun arasını silen, çoklukları yokluk edip birleştiren, bağdaştıran bu tılsım, sanki iliklere işleyip iliklerden taşan adsız sansız bir büyü idi.

    her medeniyet asrı, bir ağaç gibi boy atıp dallarını budaklarını vecid ve san'at göklerine salarak bu ağaçta en leziz mahsullerini vermişti. ama şimdi, beli bükülmüş bu medeniyetin, gün günden kısırlaşan iklîminde, nasıl oluyordu da aynı ağaç, yine aynı çeşnideki meyvelerini vermekte devam edebiliyordu?

    acaba bu, bir ölüm hastasının son hayat hamlesi, sönmek üzere olan bir meş'alenin âni ve nihâî parlayışı mıydı? ortada bir hakikât varsa, üstad bir bestekâr ve icrakâr olan pâdişahın huzuru, san'at topunun, anlı şanlı ellerde birinden ötekine atılıp tutulduğu bir yarış meydanı halinde bulunması idi.

    hakikat şudur ki xiv., xv.ve bilhassa xvi. asırlarda imparatorluğun bütün müesseseleriyle beraber cemiyet ve san'at hayatı da, öylesine sağlam temeller üzerinde yükselmiş bulunuyordu. fakat müteâkip asırların askerî, siyasî, ve içtimâî yıkılışına rağmen musiki hayâtı tekâmülüne, devam ediyordu. bu ise <<yüksek ve yükselen bir san'at için, gene yüksek ve yükselen bir medenî ve içtimâî hayat lâzımdır.>> kanununa uymuyorsa da gerçek buydu.

    sazlarıyla, sesleriyle, sözleriyle de, pâdişahın meclislerine kimler iştirak etmezdi ki? vardakosta ahmed ağa, şâkir ağa, tanburi isak, ârif mehmed ağa, saduliah ağa, dellâlzâde ismail efendi, mutafzâde ahmed efendi, çilingirzâde ahmed efendi, keçe arif ağa, haşim bey, eyyubî mehmed bey, küçük mehmed bey, necib ağa. ismet ağa, mâhir ağa, kemani ali ağa, birinci imam zeynel abidin efendi, abdülhalim ağa, nihâyet hamâmîzâde îsmâil dede...

    padişahın bazan şiir ve mûsıki meclislerini sarayın dışına da nakledip boğaziçi kasırlarında da ihya ettiği olurdu. ne ki, büyük selim, bütün bu ıslâh faâliyetlerinin zahmet ve meşakkatlerinden bunaldıkça, yorgunluklarını, sanki bir mola taşına yaslar gibi, söz ve saz âlemlerinin içinde dinlendirmeğe uğraşarak teselli bulurdu.

    işte günlerden bir gün, san'at hareketlerini kulağı kirişte tâkib eden hükümdâra, uzaklardan bir çilekeş mevlevî dervişinin sesi erişti. yenikapı mevlevîihânesi'nin bu genç mürîdi, daha çilesinin ikinci senesinde:

    zülfündedir benim baht-ı siyahım
    sende kaldı gece gündüz nigâhım
    incitirmiş seni meğer ki âhım,
    seni sevdim, budur benim günâhım

    diye, istanbul ufuklarında dalgalanan ilk bestesini, çileye soyunduğu dergâhının duvarlarından aşırarak san'at muhitlerine, oradan da saraya duyuracak bir kudret göstermiş bulunuyordu. padişah, kulağına erişen bu olgun sesin sahibini görmeli idi. genç bestekâr ile karşılaşmak, âdetâ câzibe kanûnunun çaresizliği gibi, önüne durulamaz zarûretlerdendi. derhal sarayın açılan kapısından, musâhip vardakosta ahmed ağa çıkarılarak, yenikapı mevlevîhânesi postnîşini ali nutkî dede'ye gönderildi. şeyh efendi, tarîkinin âdâbına göre, bu hakanî emri, ancak bir şartla kabûl edebilirdi. çile müddeti dolmamış bir dervişin çilesi kırılmamak için, gün kavuşmadan dergâhına dönmesi lâzımdı. buselik eserin bestekârı genç ismail de, ancak bu kaideye riâyet etmek sûretiyle saraya gidebilirdi.

    bir derviş için büyük san'atkar olmak, büyük âlim, büyük mûcid, büyük mevkîlerin sâhibi olmak, arka l+anın işlerindendi. hattâ îtibar, alkış, öğülmek de sırasında birer yol kesici harâmi ve birer tuzak olabilirdi. onun için derviş ismâil'in pâdişahtan ve halktan iltifat ve îti- bar görmesi, terbiye sisteminde bir gevşeme, bir imtiyaz ve müsâmahayı değil, belki daha sıkı bir teyakkuz ve ihtiyatı icab ettirirdi. zira dervişlik, kendini kendi zaaflarının ve hayvâni sıfatlarının esâretinden kurtarıp, hiç bir kuvvet tarafından 'ihlâl edilmesine imkan olmayan, gerçek hürriyet sınırlarına atlatmak demekti. yoksa kontrolsüz ve başıboş bir kimse, büyük san'atkar olabilir fakat büyük insan olamazdı. halbuki, intisap ettiği ocak, genç ismâil'i büyük insan1ar serisinden bir ferd olarak hazırlamak üzere bağrına çekmişti. 0, çileye soyunduğu bu köşecikte, tasarrufunu ölümün de ötesine götürecek bir mânevî nizam, bir nefis terbiyesi ile gönül saltanatı kurma yolunda bulunuyordu.

    genç derviş, toyluğuna ve tecrübesizliğine rağmen bütün bunları bilecek ve göz önünde tutacak kadar, girdiği yolun prensiplerine bağlı bir insandı. onun için de pâdişahın huzurundan maddî manevî iltifatlara gark olmuş bulunarak dönerken, bu ikbal ile mağrur ve sarhoş değil, âdetâ mahcuptu. elinde bir kese altınla koşa koşa dergâhına döndüğü sırada, birden yolunu değiştirip, annesine uğraması lâzım olduğunu düşündü. zîrâ çileye soyunmağa karar verdiği zaman, babasından kalma hamamı satıp parasını muhtaçlara dağıtmış olduğu için, buna annesinin canı sıkılmış bulunuyordu. şimdi o eski hesâbı silecek fırsat, kat kat elinde idi. ama genç dervişin oyalanacak vakti yoktu. hem annesini hoşnud edecek böyle bir fırsatı kaçırmamalı hem de gün kavuşmadan dergâhdan içeri girmeli idi. adımlarını biraz daha sıklaştırarak evinin önüne kadar geldi ve açılan kapıdan keseyi içeri bırakırken, annesinin hayretten büyümüş gözlerine bakarak: <<hamam için artık üzülme anne al hepsi senin olsun, pirimin ihsanı! >> diyerek, dergahının sâkin ve mütefekkir durağına doğru süratle geçip gitti.

    nihayet bin bir gün bitmiş ve genç derviş, dede ünvânını almıştır. yalnız dede mi? bir eliyle şeyh galib'i tutan pâdişah, şimdi, öteki eliyle de, ismail dede'yi sıkı sıkı yakalayıp onu musahipleri arasına sokmuş, bir müddet sonra da, harikulâde sesinden dolayı <<ser-müezzin-i şehriyârî,, payesiyle taltîf etmiştir..

    yeşil ve berrak dağ suları gibi, mûsikî dünyasına oluk oluk âyinler, besteler, peşrevler, semâîler, şarkılar veren genç dede, artık saraydaki fasıllara iştirak ediyor. yalnız mukabele günleri mevlevîhâne'ye giderek âyinlerde bulunuyordu.

    bir yaprak gibi mukadderâtının rüzgârıyle istanbul semtlerinin en sâkin ve en görmüş geçirmiş bir köşesi olan yenikapı mevlevîhânesi'ne düşmüş bulunan genç ismâil, şimdi de başta saray, memleketin en yüksek meclislerinin başına taç edilmek isteniyordu. zira osmanlı medeniyetinin bir diziye geçirmiş olduğu şiir, mûsikî ve tasavvufun potasında pişip haddeden geçmiş olan dedenin san'atı, sanki değişmez ve şaşmaz bir ferman idi de büyük san'atkâr, onu, gizlice biliş kurduğu sırlı bir iklimden çekip insanların önüne getiriyordu.

    padişah, nasıl bir nizam ve âhengin merkez yerinde oturan muvazene unsuru idiyse, derviş kişi de, vâsıl olmuş bulunduğu bir iç saltanatının muvazene ve ahengini kâinâta nakletmek ve üretmek ile vazifeli bir vasattı. kâh hal, kâh vecd, kâh iman, kâh hikmet ve irfan yoluyla olan bu intikâl, çoğu defa da san'at tarîkini ihtiyâr ederdi. işte dede'nin de ayinleri, besteleri, kârları, murabbâları, semâîleri, nakış semâîleri, peşrevleri hattâ şarkı ve türküleri, kanla kılıçla hizaya gelmeyen beşeriyeti, bir anlatılmaz heyecan ve şevkin sıcaklığı içinde yumuşatan bir ferman değil de ne idi?

    dede'nin makamlardan işlediği mozaik sesler , insana lâhutî olduğu kadar beşerî imkânlar da açan bir zafer bir ganimet demekti. bir yandan memleket, siyasi muvaffakiyetsizlikler, askerî bozgunlar, idarî aksaklıklar, iktisâdî krizler, türlü fesad ve ihtilâllerle bünyece de ruhça da delik deşik olmuş, dertlerine yanıp dururken, diğer tarafta galib dede ile şiir, ismâil dede ile mûsıkî, ecdad ve mânâ mîrâsının son indifâını veriyor, böylece de imparatorluk, medeniyet zaferlerinin yüceliklerinden bir yüceye çıkmış bulunuyordu.

    şurası dikkate şâyân ki dede, nasıl oluyor da mâzî ile hâlin arasını tıkayan dağ dağ, yığın yığın düzensizlikler, hezimetler, ıztırap ve ihtiyaçların enkâzı arasından kendine yol açıp, satvet, fütûhat ve ihtişam devirlerinin sesine kulak tutabiliyor, asırlarca dünyayı dize getirmiş bir geçmişin orkestrasyonundan, hala en muhteşem sesler duyup duyurabiliyordu?

    yoksa dede'nin geçmişten alıp, geleceğe armağan bıraktığı bu sesler, bir medeniyet bakiyesinin ahengi değil de, kendi iç iklîminin, derviş gönlünün, düzenli, vecidli, hikmetli ve hür sesi miydi? belki de büyük san'atkâr, kendini kendine kazandıran o tarîkat potasında kaynayıp, benlik ve nefsâniyet kirlerinden arınmamış ve ruh bütünlüğüne yetmemiş olsa idi, bir inkıraz asrında asla bu sırlı terkibi, bu hacimli ve kudretli âhengi yakalayamazdı. dede, osmanlı devleti'nin ihtişam asırlarındaki maddî mânevî temeller üzerinde ayakta durmasını, hattâ kendi san'atında yeni bir xvi. asır yaratmasını bilen müstesna dehalardandı.

    osmanlı devleti'nde daima el ele, iç içe ve bir hizâda yürüyen şiir, mûsikî ve tasavvuf, her zaman kütleyi giydirip kuşatan, süsleyip bezeyen bir millî servet ve asalet geleneği ve mîrâsı olmuş, hattâ orduların bozulduğu, sınırların daraldığı, idarenin gevşediği en buhranlı devirlerde bile, işte şakir ağa'lar, ahmed ağa'lar, sadullah ağa'lar kâfilesinin dokuduğu san'at tezgâhı, kütleyi yoksul ve çıplak bırakmamış, nihâyet dede ile de, cemiyete, hâlin ve istikbalin ümid ve tesellî kaftanını biçip giydirmiştir.

    hamâmîzâde ismail dede'nin bir bütün olan san'at hevengini, üçüncü sultan selim kadar ikinci sultan mahmud devrinin de kucağında görmek lâzımdır. değerli bir mûsikîşinâs olan ikinci sultan mahmud da, bu san'at âbidesine dört elle sarılacak ve onu, devrin de sarayın da san'at kervanının başına geçirmekte tereddüd etmeyecekti .

    dede'nin bir' mucize adam olduğunda şüphe yoktu. ancak gerek üçüncü sultan selim'in, gerek ikinci sultan mahmud'un iptilâ derecesine varmış şevk ve taleplerinin de, büyük san'atkârın duyguları âleminde dalgalanmalara, sellere ve tufanlara sebep olduğu inkâr götürmez bir gerçektir. bu iki pâdişahın san'ata olan âşinâlıkları âdeta yokluk âleminin varlık dünyasına dâvet eden bir ezel buyruğu gibi, onun şekillenmeğe ve taşmağa hazır duygularını birer iç titreyişleri olmaktan çıkartarak, dünyaya gözlerini açtırıp var eden sebeplerden biri olmuştur. türk mûsikîsinin ihtişam asırlarında, türk şiiri ve mimarisi kadar yüksek, hatta bir bakıma onlardan üstün olduğu hakkındaki görüşünü desteklemek içinmiş gibi, ismail dede, mûsikîsine kubbe ve minarelerdeki âhengi katan san'at büyüklerindendi.

    bir terâvih namazının ilhamiyle hemen oracıkta hazırlayıp okuduğu ferah-fezâ ilâhiye alınıp kalacak olan ikinci sultan mahmud'un hayranlığı ve şevki, dede'ye peşreviyle, kârı ile, murabba'ı, nakış ve yörük semâîsiyle bir ferah-fezâ faslı hazırlatacak ve seslerden örülmüş bu çelenk, bir gece, devlet kuşu gibi, serdab köşkü'nün donanmış, bezenmiş başına konarak orada okunacaktı.

    dede'yi dinlemek için haftanın hemen her çarşambası, beşiktaş mevlevîhânesi'ne devam eden ikinci sultan mahmud, yine bir gün büyük san'atkârdan bir ferah-fezâ <<ayin-i şerif isteyecek ve yine, yokları var eden aşk gibi, bu hararetli talep, dede'nin ateşin kabiliyeti ile birleşerek, ortaya muhteşem bir ses kervanı daha çıkaracaktı.

    dergahın âyinhanları ile hünkâr müezzinlerinin beraberce meşk ettikleri bu san'at zaferinin, bir mukabele günü beşiktaş mevlevîhânesi'nde okunması irâde olunca da, semahânenin, şeyhler, dervişler, muhib ve misafirlerle mahşer gününü hatırlatan kalabalığı, padişahın gelmesini bekler olacaktı.

    nihayet beklenen gün gelip çattığında, ölüm hastalığından da ağır basan <<ferah-fezâ âyin-i şerif-, hasta pâdişahı yatağından kaldırıp bu meydana getirecekti.

    bir dergâh demek, edeb, irfan, şiir, mûsikî ve semâın, insanoğlunu el birliği ile bir haz ve şevk potasına atıp, onu, kendi tehlikesinden geri çekme hünerinin harman olduğu terbiye ve tasfiye meydanı demekti.

    burada görünürler görünmez olur; burada ateş arayan pervaneler gibi çerh vura vura sema edilir, zikredilir; burada ha'sretle vuslatı birbirinden seçilmez kılan ney sesleri dinlenir; burada varlık testisini yokluk taşına çalan ve insanoğlunu maddenin tuzağından kendi içine çağıran mesnevî dinlenirdi.

    yıkıcı, haşin, kaba, hoyrat ve sakar duygularının pençesinde alçalıp küçülen insanoğlunu, bir konuşan hayvan olmaktan çıkarmak, onu hırs ve zaaflarının esaretinden kurtarıp bir mânevî üslûbun, bir nizam ve emniyetin rahatına kavuşturmak için burası, bir mânevî cenk ve mücahede meydanı idi. ama bu öyle bir savaş meydanı idi ki ortada ne kan görülürdü ne de kılıç... benlik ve ikilik tehlikesini yenmek için seçilmiş olan silahah raksın, şiirin ve mûsikînin refakâtine verilmiş hizmetti, irfandı, aşktı.

    bir zamanlar türk fütûhat ve medeniyetinin mayasını tutan bu tasfiyeli ruh, ne çâre ki artık memleket çapındaki faaliyetini daralta daralta küçük merkezler halinde, fakat yine de yetiştirici ve oldurucu vazifesinin başında bulunuyordu.

    işte o mukabele günü, kapısına ölümün dayandığı padişahla beraber semâhânenin taşıp dökülen kalabalığı, dede'nin, keşfedilmez sır alemlerinden hırsızlarcasına çalıp getirdiği ferah-fezâ ayini'ni dinleyecekti. artık bu sırlı iç aydınlığı ile kamaşan göze, dış dünyaya baktığı zaman, görülecek her varlığın silinmiş olmasından tabii ne olurdu?

    türk târihi'nde osmanlı asırları s.253-264"
  • ikinci mahmut döneminde, sarayda popüler olan batı müziğine karşı gösterdiği müzikal direniş sonuçsuz kalmış talihsiz bir müzik adamıdır kendisi. öyle ki guiseppe donizettinin* omuzlarındaki apoletler artarken dede efendinin abasındaki yırtıklara yama yetişmez olmuş, padişahın sübvanse ettiği batı müziğine karşı mücadele ederken müzikal dehası da yetersiz kalmıştır.
hesabın var mı? giriş yap