• iyi bir taklitçiyim. bu yüzden en son ne zaman gerçekten kendimi mutlu hissettim, hatırlamıyorum.
  • az önce wc'de.

    insanın bağırsaklarının çalıştığını hissetmesi büyük bir mutluluk.
  • ailemle sehir disindaki ogrenci evimin balkonunda yemek yedigim zamandi. ne kadar mutluyduk. hic derdimi tasamiz yokmuşcasina, hüzne inat mutluyduk. birbirimizi bir daha o kadar mutlu goremeyecek olduğumuzu bilmemize inat mutluyduk. ah be.
  • "öyle bir an gelecek ki kendine soracaksin, en son gercekten ne zaman mutlu oldugunu hissettigini, iste o an bu zamana ait olmadigini anlayacaksin"

    zamana aykiri dusunceler,
    nietszche
  • üç gün önce yaşadığım an

    iki arkadaş fatih'te bir sosyal tesise oturduk menüyü inceliyoruz . öğrenciyiz, paramız da çok az hani neye baksak çok pahalı geliyor. haliyle karar vermemiz uzun sürdü. masamıza bakan garson bey durumu anlamış olacak ki yanımıza gelip, "siz öğrenci misiniz?" diye sordu. başımızı sallayarak onu onayladık ardından da birer kahve rica ettik. bir süre sonra kahvelerimiz,yanında sütlaç ile beraber geldi. teşekkür ettik. neyse işte aradan biraz zaman geçti çay da ikram ettiler . o kadar hoşumuza gitti ki bu davranışları. en güzel nasıl teşekkür edilir, onun düşüncesine daldık. ne yapsak ne etsek diye düşünürken en nihayetinde bulduk. o günü hatırlatan güzel bir resim çizdik ve kenarına " mutlu ettiğiniz kadar mutlu olmanız dileğiyle..." yazıp o günün tarihini attık. resmi verdiğimiz zaman yüzünde beliren o içten tebessüm hâlâ gözlerimin önünde. mutluluğun ne olduğunu tüm benliğimle hissettim.
  • sevdiğim kişi tarafından sevildiğimi düşündüğüm daha doğrusu sandığım an.
  • eylül ayının başlarıydı, saat gece üç mü dört mü tam hatırlamıyorum, yakın bir aile dostumuzun düğününden dönüyoruz, havada nasıl yağmur ama, bardaktan boşanırcasına derler ya, öyle yağıyor. yokuş aşağı bir sokaktan bulunduğumuz eve doğru geçeceğiz, bizle beraber, yanımızda yürüyen birkaç kişi daha var, biz aşağıya doğru inerken, hemen benim yanımda, içlerinden birinin ayağı kayıp yere düştü, başını yere vurdu, bayıldı. saat gece üç, havada sırılsıklam yağmur. kadın yerde baygın bir şekilde yatıyor, ben ne yapacağımı bilmeden telaşlı bir şekilde hızlı hızlı düşünürken, şans mıdır bilinmez bir taksi geçti yanımızdan. durdurduk, kucakladım hemen ve doğru hastahanenin yolunu tuttuk.

    biz hastahaneye geldiğimizde, kapıda bizi bir sedye bekliyordu, haber verilmişti önceden, aldılar hemen sedyeye, tomografi odasına doğru yol almaya başladık, üstüm sırılsıklam, yanımdakileri tanımıyorum bile, sadece yürüyorum. tomografi çekildi, yakınları kötü bir şey olmasın diye dua ederken içlerinden bir yandan da gözyaşlarına hakim olamıyorlardı. allah’tan kötü bir şeyi yoktu, geçici hafıza kaybı yaşamıştı sadece, düzelecekti, taburcu edildiler aynı gün.

    bana etmedikleri teşekkür şekli kalmadı, bunlara gerek olmadığını, benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapacağını söyledim. helalleştik, sarıldık hatta. onlar evlerinin yolunu tutarken, ben sırılsıklam bir şekilde kantinin yolunu tuttum, içerisi soğuktu, sıcak bir şeyler o an bana iyi gelebilirdi, gelmişti de. kantinden bir bardak çayımı aldıktan sonra bulduğum ilk boş yere oturdum.

    yaklaşık üç dört dakika sonra, biri geldi yanıma, üzerinde yeşil bir hırkası vardı, dağınık saçları ve uykulu gözleri. bir hastahanenin ortasında göz altları mosmor olacak şekilde uyanık kalmaya çalışmak, uyumamak, uyumak istememek, o duvarların arkasında insanın hayat damarlarından birinin olduğunu kaybetmenin korkusuyla beklemekten başka hiçbir şeyi olmadığını da bilmek demek aslında.

    adını söyledi bana, bir de üzerime hırkasını bıraktı. saat sabahın beşi, ikimizin elinde de karton kutudan bir bardak çay, benimki biraz soğumuş, önce o anlattı, neden burada olduğunu, hastahane duvarlarının insanı nasıl erittiğinden bahsetti. kardeşinin onu güçlü görmeyi istediğini de. lösemi hastası bir kardeşi varmış, yaklaşık dört buçuk aydır da hastahanede bir mucizenin onu iyileştireceği anı bekliyormuş, bir kez daha beynimden vurulmuşa dönmüştüm. verilen ilaçlar yüzünden kardeşinin kan değerlerinin iyice düştüğünü, onu halsiz görmek kalbe saplanan bir bıçaktan daha çok acıttığını, bağışıklık sisteminin de neredeyse çalışmayacak şekilde çöktüğünü anlatırken soğumaya başlamış çayından bir yudum almak istedi, sonra vazgeçti, elini cebine götürdü, cebinden yarısı kırılmış sigarasını çıkardı, içmeye dermanı yoktu ancak zihnindekileri bir nebze de olsa dindirebilmenin yolu buradan geçiyordu, yaktı sigarasını. dumanını içine çekerken kapattı gözlerini, bu, vücuda enjekte edilen bir panzehirle aynıydı.

    saat sabahın sekizi olmuştu ve sanki biz birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi davranıyorduk, ya da gerçekten de öyleydi, sadece biz birbirimizi görene kadar bunun farkında değildik, bilemiyorum. saat on’da işe gitmem gerekiyordu ancak ben telefonumu kapatmayı seçtim, bu kafayla ne işe gidebilirdim, ne de başka bir şey, kapattım telefonu. o günü üzerime bırakılan bir hırkanın sıcaklığını hissettiğim kişinin yanında geçirdim. günlerdir uyumamıştı, ben buradayken uyuyabileceğini, herhangi bir aksilikte de onu direk uyandıracağımı söyledim, ilk başta istemedi, ancak o kadar yorgundu ki, kendi de dayanamadı. uyudu.

    uyandığında, saat gece yarısına yaklaşıyordu, benim için gitme vaktiydi. vedalaştık, bana, vedalardan hoşlanmadığını ve beni yeniden görmek istediğini söyledi, birbirimize numaralarımızı verdik, sarıldı bana, hırkası da üzerimde kalmıştı, ayrıldım oradan.

    ailesini yaklaşık iki sene önce bir trafik kazasında kaybettiği için kardeşine ondan başka bakacak hiç kimse yoktu, ben de fırsat bulduğum her an onunla ilgilenmeye başladım, boş vakitlerimde hastahanenin duvarları bizim kalemizdi artık, beni kardeşiyle tanıştırmıştı, beni görünce gülümsemişti, o kadar mutlu olmuştum ki, ona, kardan bir kar küresi almıştım, hediyesini görünce daha da mutlu olmuştu, o an o mutluluğu hiçbir şeye değişmezdim.

    biz beraber vakit geçirmeye başladıktan sonra, kardeşinin tedavi süreci de iyiye gidiyordu, tedavi sonuç veriyordu şükürler olsun, bir gün kardeşinin doğum günü yaklaşıyordu, ondan habersiz bir organizasyon ayarlamıştım, doktorlar da sağ olsun çok yormamak şartıyla izin vermişlerdi. ablası onu gezdirmeye çıkardığı sırada ben doktorlarla beraber odayı süsledim, balonlar, konfetiler, palyaço, pamuk şekeri ve bir sürü jelibon! çok güzel olmuştu, işin garibi, ablasının da bu sürprizden haberi yoktu. odaya yaklaştıklarında kalbim heyecandan pır pır atmaya başlamıştı, sevmezse diye de korkmuyor değildim, kapıyı açtıklarında gözlerinin parıltısını görmeliydiniz! o kadar güzeldi ki. bu an için bir ömür feda edilebilirdi, ikisi de inanılmaz mutlu olmuştu, koşarak bana sarılmıştı, ağlamamak için zor tutmuştum kendimi, çok özel bir andı benim için.

    bu böyle yaklaşık bir buçuk sene devam etti, her fırsat bulduğumda gittim, her seferinde elimde farklı bir hediye, sevebileceği farklı bir şey ile gittim, bir buçuk senenin sonunda da yendi kanseri. kanseri yendiğini öğrendiğinde gözyaşlarına hakim olamamıştı, gözyaşlarıma hakim olamadım, önce ablasına sarıldı, sonra geldi bana sarıldı, nasıl ağlıyoruz ama sevinçten ikimiz de, sonra ablası geldi üçümüz birlikte sarıldık, kazanmıştık.

    hiç beklemediğiniz anda bir insana umut olabileceğinizi bilin, hiç tanımadığım bir insanın tomografisini öğrenmek için beklediğim o hastahanede bir kardeş kazanacağımı, bir insana umut olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. gerçi o da çok güçlü bir çocuktu, o bu kadar güçlü olmasaydı belki de bunların hiç biri olmayacaktı ama siz yine de hiç beklemediğiniz anda hayatınızda gerçekleşmeyi bekleyen mucizeler olduğunu unutmayın.

    hayat bir çocuğun gülümsemesinde saklı. gülümseyin ve gülümsetin.
  • annem yoğun bakımda ellerini son kez tutup öptüğümde .. aşk falan boş bunlar lan . hayatta sizi karşılıksız sevecek tek kişi annenizdir. kendi adıma söylüyorum şöyle ki ondan sonra asla hiçbir şey beni bu denli mutlu edemedi ve edemeyecek .. canım annem .. seni çok özledim ..
  • eve aldığımız 10 civcivden birinin hastalanıp, ayakları tutmadığından bir süre sırtüstü yaşamak zorunda kalmıştı. annem, her sabah ayaklarını sirkeli suyla ovdu ve sıcak havluya sardı. bu durumda ki civciv, sırtüstü yatarken mücadelesini hiç bırakmadı; yemini yedi, suyunu içti. bir hafta sonra, sabah uyanıp baktığımızda civcivimiz ayağa kalkmış ve sevinçten yerinde duramıyordu. hissettiğimiz mutluluğun ölçüsü, tarif edilemezdi.
  • bilmiyorum, sadece çok mutsuz olduğumu biliyorum. keşke böyle olmasaydı
hesabın var mı? giriş yap