552 entry daha
  • bir kilo üzüm ve trajedi

    çıkmazlar içindeyim, seçim yapmakta zorlanıyorum. ah bu benim kararsızlığım yok mu! bulunduğum dar sokağın hemen ilerisinde büyük trajedilere yol açabilecek tartışma sesleri geliyor. bulunduğum dar sokağın arka sokağındaysa(kulaklarıma-hislerime her zaman güvenirim.) çılgınca bir komedinin davul sesleri geliyor. dar sokağın kasvetli çakır çukur yolu bana trajedinin içine atlamam için heyecan veriyor. ama gönlüm biraz olsun hoşnut olmaktan yana. neyse ki karakterim hep biraz karamsarlığa baskın olduğu için kafamı karıştıran seçimden uzaklaştırıp bana ağır travmalar yaratacak olan tartışmaya doğru götürüyor. hissediyorum...

    ihsan sekiz yıl önce mutlu bir yuva kurmak üzere efsun ile kutsal sayılan o sonsuz birleşmeye adım atmıştı. evliliklerinden hiç pişman olmayacağını düşünüyordu ihsan. öyle de oldu zaten. halen de öyle, ya da az önceki tartışmaya kadar. tartışmanın detaylarını anlatmak için daha çok erken. o yüzden güzel kokulu bir çiçek bahçesinde birden yeşeren yabani bir sarmaşığın tartışmaya yol açtığı düşüncesi şimdilik yeterli olsun.

    ihsan öfkeyle evin kapısını çarpıp çarpık dar sokağa çıktığında çatık kaşlarıyla eve doğru baktıktan sonra yere tükürüp onu darlayan sokaktan çıkmak üzere yürümeye başladı. karşısından gelen beş yaşlarındaki bir oğlan çocuğunu öfkeden gözü dönmüş ihsan göremedi ve çocuğa çarpıp yere düşürdü. çocuğu yerden kaldırmak için eğilen ihsan'ın yüzünü öfkesinin sonucu için suçluluk duyan bir yüz ifadesi kapladı. çocuk ağlamadı, ihsan'ın yüzüne bakarak tebessüm etti. oğlunu karşında gören ihsan büyük bir suç işlemiş gibi tebessüme karşılık yüzünü çevirdi ve oğluna hemen eve gitmesini söyledi. çocuk, babasından iyi niyetli bir karşılık göremediği için gözleri dolarak eve doğru koşmaya başladı. ihsan'ın karanlık bulutlarla kaplı kafasında bir anlığına da olsa oğluna karşı sorumsuz davranmasından ötürü çocuğunun geleceğine etki edecek bir sorunun tohumunu ekmiş olma düşüncesi geçti. ama bu düşünce hafif bir yaz yeli gibi ihsanın fırtınalı kafasında kaybolup gitti. sekiz yıl boyunca çıktığı bu dar sokaktan bir kedinin korktuğu için çok dar bir deliğe girmesi gibi gergin ve sıkışmış hissederek çıktı, ilk defa. aklında herhangi bir varış noktası belirlememişti daha. öylece yürüyordu. bulunduğu semtin iş yerleriyle kaplı caddesine geldiğinde bir sesin onu çağırdığını duydu. berber ferhat'tı bu sesin sahibi. isteksizce berbere doğru yönelen ihsan, oğlunu saçlarını kestirmesi için berbere gönderdiği aklına geldi. "ya ihsan, çok dalgınsın bugün galiba. on kere bağırdım onuncuda duydun sesimi. hayrola bir sıkıntın bir derdin mi var?" berber ferhat ihsanı oğlunun saç tıraşı parası için çağırmıştı ama vaz geçti parayı istemekten. sözünü bile açmadı, ihsan'la uzun zamandır tanırlar birbirlerini. ihsan'ın canının sıkkın olduğunu fark etti. bunun üzerine ihsan cebinden çıkardığı yirmi lirayı uzattı. "benden olsun ihsan. koy cebine. senin ahmet'i çok severim. iyi anlaşırız keratayla. onunla aramızda paranın lafı olmaz." dedi berber ferhat sevecen bir tavırla. bunun üzerine ihsan "olur mu öyle şey! al hadi şu parayı! esnaflık başka dostluk başka. hadi daha fazla uzatma da al. hem benim biraz acelem var hadi, görüşürüz." diyerek elini sıkarmış gibi yapıp parayı berber ferhat'ın eline sıkıştırıp hızla uzaklaştı oradan. ihsan öyle bir hızla ayrıldı ki, berberin yüz ifadesini bile göremedim.

    hızla yarıp geçti kalabalıkları. öfkesi sanki yarma eylemindeki sürtünmeden ötürü artıyordu. sonra bir an aklına unutmaması gereken bir şey gelmiş gibi düz seyreden yolunu sağa dönerek değiştirdi. aynı zamanda yüzündeki öfke yerini şaşkınlıkla karışık korku almıştı. akan trafikte karşıya geçip yeni rotasına doğru giderken biraz daha düşünceli ve temkinli adımlarla yürüyordu.

    bir süre yürüdükten sonra bir durakta belediye otobüsüne binmek için beklemeye başladı. beklerken yüzündeki çarpık ifade yaşamının seyrini değiştirecek bir olayın ön gösterimini sunar gibiydi. sağ elinin baş parmağıyla işaret parmağını oymaya çalışır gibi tırnağını geçiriyordu. üzerine çöken bu ilkel havanın seyrini otobüsün korna sesi değiştirmişti. hızlıca otobüse binip gideceği yere kadar oturduğu koltukta boş bakışlarla akan caddeyi izledi.

    ineceği yere geldiğinde oturduğu koltuğa çakılmış gibiydi. zorla da olsa kalktı ve otobüsten indi. adımları eskisinden çok yavaştı artık. içinde durduramadığı bir çatışma var gibiydi. bu çatışmayı kireç gibi beyazlamış yüzü belli ediyordu. tanıdığı sokaklara geldiğini fark ettiğinde etrafındaki evleri dikkatlice incelemeye başladı. gözleriyle evleri dikkatlice inceliyor özellikle yeşil renkli bir ev görünce bakışlarını sabitliyor, aradığı evin olmadığını anlayınca etrafı taramaya devam ediyordu. biraz sonra istediği evi bulmuştu. düşündüğü gibi olmamasına rağmen hatırlamıştı o evi. dökülmüş ve solmuş yeşil renkli duvarlardan ötürü uzun zamandır kimsenin yaşamadığı bir ev gibi görünüyordu. ama pencerelerde tül perdelerin olması evde birilerinin yaşadığı sonucunu çıkarıyordu. ihsan dikkatlice evin kapısına yöneldi ve biraz düşündükten sonra zile bastı. zil çalmadı, bozuktu. sanki zil çalmış gibi biraz daha bekledikten sonra eliyle kapıyı tıklattı. biraz sonra kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı. "buyurun... ne istemiştiniz?" dedi kadın, karşında yabancı bir adamı gördüğü için çekimser bir tavırla. ihsan biraz durakladıktan sonra ağzından çıkacak kelimeleri dikkatlice seçerek, " buraya ne zaman taşındınız. yanılmıyorsam yaklaşık dokuz yıl önce burada oturan birileri vardı ama... siz... bir şeyler biliyor musunuz?" dedi, kelimeleri dikkatlice seçmesine rağmen saçmalamıştı. kadın beş yıldır bu evde yaşadığını, hiçbir şey bilmediğini ve emlakçıdan evi aldıkları için eski sahibiyle ilgili hiçbir şey bilmediğini söyledi. ihsanın yüzünü birden umutlu bir ifade aldı, kadına tebessümlü bir özür dileyerek oradan ayrıldı. eve doğru giderken artık daha bir yaşam doluydu. aklından karısına bir çiçek almak bile geçti. sonra bahçelerinin çiçeklerle dolu olduğunu hatırlayarak karısının çok sevdiği meyve olan üzüm almayı düşündü.

    ihsan otobüsten indiğinde gün batmak üzereydi. gökyüzü yaz akşamlarının o beklenen serin havasıyla birleşerek insanları dışarıya çıkması için çağırıyordu. güneş son ışınlarını bulut kümelerine gönderiyor ve sokaklara dökülen insanlara güzel bir seyir sunuyordu. ihsan'ın yüzünde birkaç saat önceki heykel donukluğundan eser kalmamıştı. sakin sakin caddedeki manava doğru ilerlemeye koyuldu. az daha gevşemiş halinden ötürü bir araba çarpacaktı. aklı bir karış havada manava daldı. " selam hamza abi, ne var ne yok?" dedi, güleç bir tavırla. manav, "zam var, mal yok" diye karşılık verdi. ihsan gözleriyle tezgahları süzdü, " hah işte üzüm! üzüm var ya hamza abi, yetmez mi?" diye dalgaya aldı. " ah müşteriler, istedikleri olduğunda güllük gülistanlık, istedikleri olmadığında da yakınıp yakarmalar." diyerek ihsan’a bir poşet uzattı. ihsan dikkatlice, salkımların içinden en dolu olanlarını seçerek poşeti doldurdu. manav üzümleri tarttıktan sonra, " her zaman ki gibi 1 kilo kantar ihsan, 10 lira" diyerek poşeti bağlayıp ihsan’a uzattı. ihsan üzüme gelen zamma aldırış etmeden poşeti alıp parayı uzattı manav hamza’ya, "iyi akşamlar" diyerek ayrıldı.

    evin yolunu tutan ihsan dar sokağa yaklaştığında siren sesleri sokakta çınlıyordu. yüzünde ve tüm bedeninde bir şeylerin ters gittiğini belli eden belirtiler göstermeye başladı. elleri titriyor, bacakları bedenini taşıyamayacakmış gibi bağımsız hareket ediyordu. yüzü ise taş kesilmişti. sarhoş gibi bedenini zor taşıyarak eve doğru yürümeye devam etti. düşüncelerinin karamsarlığından kurtulamıyordu. eve yaklaştığında siren ışıklarının yüzüne çarpasıyla donuk yüzü korkutucu bir hal aldı. siren sesleri onun korkunç bahtının haberini veriyordu. ambulans ve polis arabası evinin önünde duruyor, birkaç memur ellerinde bir şeyler yazıp çiziyorlardı. evinin bir kaç adım gerisinde donakalmış, daha fazla adım atacak hali kalmamıştı ya da görünmez duvarlar ona engel oluyordu. sonra birden bir kadın, komşusu gülden hanım "ah ihsan bey ah. vah... vah ki ne vah! ah bahtsız adam, bahtı kara adam. size ne oldu böyle? efsun..." diye ağlayarak yanına geldi. ihsan kadının söylediklerini duymuyor gibiydi. gülden hanım, " efsunun böyle bir şey yapacağı aklınıza gelir miydi? ne ol... ne oldu da böyle akıl almaz bir şeye kalkıştı. iyiydi... iyiydi daha düne kadar. ahmet..." diye gözlerinden boşalan yaşları tutamayarak kaldırıma çöktü. ihsan ahmet’in adını duyduğunda kendini tutamadı. elindeki üzüm poşeti kaydı, yere dağıldı üzümler. ihsan çırpınırcasına feryat ederek eve koştu. "ahmet!"

    bu çarpık sokağa, tartışmanın alev almış yanan seyrine kapılıp gelmemeliydim. ne olurdu ki geri dönüp arka sokaktaki davul sesine doğru gitseydim? bu pişmanlıkların artık boşa olduğu ortada. kaderim beni ihsan ve efsun’un tartışmasına sürükledi(kaderim mahvolmuşluğu tıpkı bir mıknatıs gibi çekiyor, ya da zaten kaderimin ham maddisi bir trajedi mıknatısı). bundan sonra ne çıkar pişmanlıktan. neyse, tüm bu acıları içime atayım, mıknatısımın çekim gücüne ihtiyacı var. yoksa nasıl devam eder bu trajedi?

    ihsan bilgisayar tamir işinde çalışıyordu. yani bilgisayar teknisyeni. yedi yıldır çalıştığı iş yerinde stajyer olarak çalışıyordu. aslında stajyer olarak başladığı işine stajyer lakabıyla devam ediyordu. bu işlerde kendi işini yapmadın mı pek de gelecek sağlayamazsın. ihsan da bunu biliyor ama bir türlü para meselelerini yoluna koyamadığı için yedi yıl boyunca çalıştığı işinden çıkamıyordu.

    ihsan tartışmadan bir gün önce, işten çıkmış otobüse binmek üzere durağa doğru yürüyordu. iş yerinden beş dakika uzaklıktaydı durak. kaldırımda yürürken hemen sağ tarafında bir kadının taksiyi durdurup bindiğini fark etti. bu fark ediş onun için önemliydi, çünkü o kadını tanıyordu. ya da birine benzetiyordu. olduğu yerde kalakalmıştı, kadının yüzünü inceleyip geçmişten bir yüz ile karşılaştırmaya çalışıyordu. taksinin camından kadını süzüyor ama anılarındaki o kadının olup olmadığını kavrayamıyordu. taksi onun birkaç saniyelik bakışından sonra yavaşça uzaklaşmıştı. olduğu yerde duruyordu hala, taksinin boşalttığı yola bakıyordu. sonra birden kaşlarını kaldırıp kafasını salladı, kendini toparladı ve otobüs durağına doğru yol aldı. günün yorgunluğuyla bu yarım saniye kadar süren anı tazeleme girişimi sönük bir hal almıştı otobüsten inip eve doğru giderken. yine dar sokağın çakır çukur yoluna gelmişti. uzun zamandır yakınıyordu bu sokağın yolundan ama hiçbir faydasını gördüğü yoktu bu yakınmalarının. belediyeye arayıp söyleme zahmetine bile giriştiği yoktu. aslında bu sokakta yaşayan kimsenin yoktu. sokak sakinleri eylemsizliğe biraz alışkın galiba. ama çocuklar sever böyle sokakları. yoldaki toprak çukurlar onların misket alanıdır, topu sabitleme yuvalarıdır, eğlenceli bisiklet zıplamaları ve bazen oyuncak arabaları için fena yollardır.

    ihsan'ın yolu ezbere biliyor olması çukurlara takılıp düşmesini engelliyordu. eve vardığında her zamanki gibi bahçenin ışığı yanıyor karısı da bahçede oturmuş onu bekliyordu kucağında sekiz aylık bebeği gülsüm’le birlikte.

    ihsan bahçenin kapısını açıp içeri girdiğinde hızlıca gülsüm’ü alıp bir güzel koklayıp karısı efsunun yanına oturdu. efsunu öpüp gününün nasıl geçtiğini sordu. efsun " her zamanki gibi işte. çocuklarımla olduğum her an iyi benim için. ama bazen çalışmayı özlemiyor değilim. evet sıkıcı kasiyerlik günlerimi özlüyorum. ama sonra çocuklarımı görüyorum ve özlem anında sönüp gidiyor." dedi. efsun bir markette kasiyer olarak çalışıyordu. hamilelik ve ardından doğumla birlikte bir süreliğine işinden ayrılmak zorunda kalmıştı.

    akşam saat ona kadar bahçede oturmuşlardı. bahçeyi süsleyen çeşit çeşit çiçekler ılık havaya nefis kokular yayıyordu. annesi ahmet'i televizyonun başından kaldırıp uyutmaya götürdü. aynı zamanda gülsüm de çoktan uyutulmuştu. efsun içeriye ahmet'i uyutmaya gittiğinde ihsan'ın yüzünde garip bir ifade belirmişti. çiçeklere dalgın dalgın bakarken zihninde geçmişi anımsatan siluetler görüyordu. bir an yüzünde belli belirsiz bir heyecanın izleri belirdi ve efsun'un bahçeye, ihsan'ın yanına oturmasıyla bu yüz ifadesi dağıldı. sonra göz kapaklarını elleriyle kaşıyıp efsun'a uykusunun geldiğini söyledi. efsun ihsan'a bakarken bir şeylerin ancak uzun zaman biriyle vakit geçirmiş kişilerin anlayacağı türden bir şeylerin canını sıktığını fark etti. bu o kadar küçük bir belirtiydi ki alanında iyi bir psikoloğun bile anlamayacağı türdendi. efsun ihsan'a iyi uykular diyerek bahçede biraz daha oturacağını söyleyip çiçeklerin yanına gitti. ihsan kapıdan içeri girerken efsun'a kısık gözlerle baktı sonra uykusunun geldiğini hatırlayarak yatağa doğru dalgın dalgın yürümeye başladı.

    gece saat iki civarı ihsan, gördüğü kabustan dolayı uyanmıştı. efsun derin uykusundayken onun irkilerek uyandığını fark etmemişti. kafasını kurcalayan anıların etkisiyle gördüğü kabus ihsan'ı korkutuyordu. geçmişe dair hatırlamak istemediği şeylerin kabus şeklinde hücum etmesi ihsan'ı çok tedirgin ediyordu. yataktan usulca kalkıp su içmeye mutfağa gitti. bardağa su doldururken aklına birden o kadın geldi, hatırlamak istemediği, geçmişini parçalayan, tepesine yıkılan molozların tattırdığı acıyı tekrar çekmek istemediği o kadın. serap.

    serap ihsan'ın efsun'dan önceki sevgilisiydi. çok daha genç olan ihsan efsun’la tanışana kadar serap'la çok güzel bir ilişki içerisindeydiler. öyle ki birbirlerinden hiç ayrılmak istemiyor, günün sonunda ayrılmak zorunda kaldıklarında bir dahaki buluşmayı hayal ederek, dört gözle bekleyerek vakitleri geçiriyorlardı. günlerinin çoğunu beraber geçirmelerine rağmen onlara yetmiyor, daha fazlası için gece buluşmaları ayarlıyorlardı. bu gece buluşmaları onlar için çok ama çok özeldi. birbirlerine okumak için pasajlar, şiirler seçip geceyi gündüz, korkuyu heyecan yapıyorlardı. yine böyle bir gece buluşmasına cebinde bir şiirle giden ihsan, ağzında bir melodi tutturmuş buluşmanın yapılacağı yere doğru yürüyordu. yürürken birden yürüdüğü kaldırımın karşında bir kadının ağladığını gördü. iyi niyetle yanına gidip, neden gecenin bu vaktinde yolun kenarında ağladığını öğrenmek istedi. kafasını kollarıyla kapatıp ağlayan kadının omuzuna hafif bir dokundu. kadın irkilerek kafasını kaldırdı ve ihsan'a çekingen bir bakış attı. gözleri ağlamaktan şişmiş kadın o kadar doğal bir bakış attı ki ihsan bu doğal güzelliğin karşında donup kaldı. ağzından kesik kesik kelimeler çıktı ihsan’ın. " ee, siz... siz iyi... ne oldu? neden... gecenin bu vakti..." diye geveledi durdu. kadın konuşacak halde değildi ama ihsan'ın iyi niyetle ona yaklaştığını anlamış olacak ki ayağa kalkıp teşekkür etti. " birini bekliyordum. uzun zamandır beklediğim birini. ve sonra çıkageldi. beni arabasına bindirdi. sonra benimle alay edip arabasından indirdi. beni hiç sevmediğini söyleyip ben arabadayken arabaya bir kadın aldı." dedi, söylememesi gereken şeyleri söylediği için utanarak, "bunu neden size anlatıyorum ki, kusuruma bakmayın duygusal bir zaman içerisindeyim." diye ekledi ve ağlamaya başladı. ihsan kadının ona bu kadar içten davranmasına karşılık ve tabii onun güzelliğine kapılarak biraz yürümeyi teklif etti. kadın tutunacağı bir dal bulduğu için utangaç bir tebessümle teklifini kabul etti. bu sırada ihsan onu bekleyen serap'ı unutmuş gibiydi. ihsan kadına, " sizinle tanışmak isterim, benim adım ihsan. eğer bir sakıncası yoksa tabii." dedi. kadın buna karşılık hiç tereddüt etmeden, "ben efsun, iyi niyetinizden ötürü teşekkür ederim. sizi de meşgul ettim. yolunuzdan alı koymak istemem. ben başımın çaresine bakarım. eve gidecektim zaten." dedi. ihsan'ın aklına serabın onu beklediği geldi ama efsun'un güzelliği ve konuşması karşısında tutulup kaldı. içinden, kalbinde efsun'a da yer bulabileceğini geçirdi. kötü bir düşünceydi ama hülyalara dalmış biri için kötü olan genelde görünür değildir. ihsan efsun'a evine kadar eşlik edebileceğini söyledi. efsun'un karşı koymalarına hiç aldırış etmeden, aşkın büyüsüne kapılmış bir şekilde teklifinde ısrarcıydı. buna karşılık efsun'da memnun bir şekilde kabul etti teklifini. o gece serap'a bir mesaj atıp gelemeyeceğini yazdı, üzgün olduğunu belirterek telafi edeceğini de ekledi.

    " bedbaht anlatıcı ruh, yine neler yazıyorsun böyle. yine kendine karşı koyamadın değil mi? senin için üzülüyorum. bırak yazmayı da benimle biraz konuş."

    sen... yine mi? biliyorsun anlatmam gereken şeyler var ve yine biliyorsun ki kaderim acının alevinde dövülmüş zincirlerle sarılmış. bırak, bırak da kusurlu da olsa bir şeyler yazayım. beni , bahtımla baş başa bırak.

    " illa ki anlatacaksın değil mi? illa yaşamadığın acıları kendine tattıracaksın. trajedi, senin tarafından yaratılmış gibi yazıyorsun. sana eleştirilerim var. hayır, yazmaman gerektiğini söylemeyeceğim. zihninin derinliklerinde ne var bilmiyorum ama seni bana çeken bir şeyler olduğunu hissediyorum. hayır, bahtını paylaşmak gibi bir niyetim yok. anlattıkların hakkında konuşacağım seninle. düşünmeden anlatıyorsun, görmeden yazıyorsun, acının en ilkel halini barındırıyorsun ve bu ilkel acıyla rastgele bir şeyler çiziyorsun. ilkellik o kadar da zeka gerektirmiyor, biliyorsun. yazdıklarının kalbe dokunur yanı var ama zekadan yoksun, düşünme disiplininden yoksun ve ilkelliğin o tekdüze basitliğini barındırıyor. karakterlerinde süreklilik yok, ince bir zekaya sahip değiller. sana hakaret olsun diye değil, ağır eleştirilerle bezdirme çabaları değil söylediklerim. ileride doğabilecek büyük acılardan kurtulman için sana birer tavsiye sadece. betimleme sanatından yoksunsun. sende tembelliğin yarattığı disiplinsizliği görüyorum. zeka ince düşüncenin sürekliliğinden doğar. sen tez canlı ve tez sıkılansın. senin gibi anlatıcılar sonunda acı içinde beceriksizliğine küfür ederek fırçasını kırıp atar. çok gördüm. çok gördüm, aklının ve hayalinin alamayacağı kadar anlatıcı tanıdım. bazen en ilkel olanı bile en modern olanından çok, çok daha olağanüstü işler başardı. gördüm. bunu tekrar tekrar söylemekten çekiniyorum ama sen zekadan ve ince görüden yoksunsun. şimdi gidiyorum, lütfen bedbaht hayatını daha fazla acıyla doldurma."

    zekadan ve ince görüden yoksun muyum? sen... seni kim anlatıyor, sen...

    " daha fazla söze gerek yok. zihnin bana hakaret etmek için alev almış yanıyor. sus, sus ve daha fazla berbat etme bu anlatıyı. gidiyorum, sinirlerine hakim olmanı tavsiye ediyorum. çünkü öfken dünyamızı yakıp yıkabilir."

    ihsan... şey ihsan...

    ihsan yarattığı bu karmaşık ilişki yumağından nasıl kurtulabileceğini hiç düşünmedi. aşkları onu kör ediyordu. kalbinin sonsuz bir genişlikte olduğunu düşünüyor ve sevdiği kadınları burada, geniş arzu salonunda misafir ediyordu. bu düşünceler ihsanın karakterinde olan bir takım fonksiyonlar gibiydi. o, ilkel insan bedeninde tanrısal bir varoluş yarattığının farkında değildi. bu yaratılışı onu geçici bir deliliğe sürükleyecekti, düzelecekti ve tekrar trajediyi başlatan o tartışma gününden bir gün sonra sonsuz bir deliliğe adım atacaktı. ihsan'ın yaratılışındaki arzu açlığı onun suçu değildi. o öyle doğmuştu. o yarı tanrıydı, lanetli bir yarı tanrı. dışardan ne kadar normal bir insanmış gibi görünse de bilinç düzeyinde o insanüstüydü ve tabii insanüstülük insan toplulukları içinde bir kusur, bir acı mıknatısıydı. o hiçbir zaman bunun farkına varamayacak. sonsuz deliliğin çukuruna düştüğünde bile insanüstülüğünü fark etmesi için çok geç olacak. ihsan küçük bir evde sinirli bir babanın ve çekimser bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldi. her şey burada başladı; küçük evin büyük hislerle dolu odalarında...

    ...

    “ bedbaht anlatıcı ruh. neden sustun? tükendin, anlıyorum. emin ol ki bu yaptığın korkaklık ya da tembellik değil. sen, yüce varoluşunda kusurlarının varlığından haberdar olansın. istesen de, tüm benliğinle geçmek istesen de aşılamayacak duvarlar var. kimisi bu duvarların içinden geçme kabiliyetine sahiptir. bedenlerini tüm kavrayış güçleriyle saydamlaştıranlardır onlar. ama emin ol ki onların yüce kişilikleriyle övünecek halleri yoktur. çünkü onlar ne kadar yüce olsalar dahi görünmeyenlerdir. acılarını, susuzluklarını, koparılışlarını duyacak ya da görecek kimseleri yoktur. şimdi kendine bir bak ve kusurlarının, ulaşamadıklarının, beceremediklerinin ve düşünemediklerinin sana bahşedilmiş birer şans olduğunu anla. lütfen daha fazla acı çekme, beni anla. beni dinle.”

    sus, yeter.
221 entry daha
hesabın var mı? giriş yap