aynı isimde "yumurta" başlığı da var
57 entry daha
  • --- spoiler ---

    hikayesi oldukça sıradan (annesi ölen şair yusuf'un köyüne dönmesi ve burada ayla'ya aşık olması), filmde geçen olaylar çok basit (sigortaların atmasından, arabanın siliceklerinin kırılmasına, küçük çocuğun mezarlığı sulamasından, filmin sonundaki kahvaltı sofrasına...), oyunculuklar oldukça sade ve minimal (bu 'minimal' sözcüğü uyar mı ustalara sormak lazım ama bana öyle geldi), büsbütün sessiz; fakat bütün bunları yırtıp atan bir metafor yumağı olan film.

    öncelikle, şair'in hikayesini yazmak (kendim bir kere yazmayı denediğim için biliyorum) her zaman için acayiptir. tam bir edebiyatçı işidir bu. semih kaplanoğlu'nun da bildiğim kadarıyla öyküleri var. daha önce bir şair hikayesini orhan pamuk'tan kar'da okumuştuk. hastalıklı tipler gibi görünür hep şairler. yalnız, hoyrat, sıkıntılı, depresif... aylak adam gibi. zor olduğu için de çekicidir. çok sayıda malzeme kullanabilirsiniz. bir de tabi "insan yeryüzünde şairâne oturur" demek var...

    öte yandan bu film anadolu'da geçiyor. şair'in ismi neden yusuf? neden en sevilen şiiri (en azından eski sevgilisi gül seviyor) kuyu? bir rüyasında kuyu'dan çıkmaya çalışıyor. yukarıda gömleği var; yani iffeti. aralarında nikah olmayan bir genç kızla aynı evde kalıyor. genç kızı seven birisi var. hatta beraber gittikleri akrabaları bile karı-koca sanıyor. neticede toplumun kültürel kodları bunlar. yusuf, her şeye rağmen, ne sahaf dükkanına gelip kompliman yapan kadına, ne eski sevgilisi gül'e, ne de ayla'ya kötü gözle bakmıyor.

    ayla, yusuf'un adak kurbanı kesmesi için ısrar ediyor. bu adağın ne için olduğunu bilemiyoruz. ayla da bilmediğini söylüyor. fakat büyük ihtimalle yusuf'un köye dönmesiyle ilgili bir durum. alnına kurbanın kanı sürülünce, yusuf "kabul edilmiş" mi oluyor? (burası şahsi zorlamam, kabul görmeyebilir).

    bunların yanı sıra, filmde müthiş bir dekor, kostüm, mekan uyumu mevcut. o kadar ki, gölcük'te ayla'nın kenarında durduğu kıyı acayip mistik bir hava katmış. ayla'nın üniversite okuma hayali, büyük şehre gitme isteği, fakat köyden de vazgeçemeyişi, yusuf'u uzaktan seviyor olması, belki yusuf için üniversiteye gitmek istemesi... hepsi o kıyıda sisin arasında dağılıyor. bu rol için gözleri bu kadar güzel bir oyuncu seçmek çok akıllıca.

    taşranın büyük şehirden farklı oluşu üzerine çokça film yapıldı muhakkak. klişe tarafları buradan geliyor elbette. fakat yusuf'un gerçek hayata bu kadar yakın duran hikayesi; çarpıcı. saatlerin tiktakları arasında duran, hatta kolunda kol saati taşıyan fakat zamanın nasıl geçtiğine hiç de önem vermeyen yusuf filmin sonunda mutlu bir şekilde kahvaltısını ederken, belki de bütün bu zamansızlığa ve mekansızlığa teslim ediyor kendisini. bu noktada, yusuf'un kenti bırakıp köye dönen "aydın" tipi olduğunu düşünmemekteyim. kendisi sadece ilk şiir kitabı övgü almış bir şair, belki bir yarı-aydın. böyle bir iddiası da yok. uzak'taki mahmut'un entelektüel konuşmalarının hiçbiri yok mesela bunda...

    filmdeki diyalogların azlığı, karakterlerle çok uyumlu. zira yusuf zaten konuşmayı sevmeyen birisi olarak kurgulanmış. ayla da bu durumu seviyor, zira diğer insanlarla diyaloglarında da genelde dinleyen taraf olmayı seçiyor. burada bir aşkı reddedip, diğerine yelken açacak cesareti de bu suskunlukla buluyor belki de. filmin tam da bu noktası için "bazen birisini sevmek, bir başkasını acıtmakmış" diyesim geliyor. sırf bu kısmı bile hikayeyi oldukça güzel hale getirebilir.

    sonuçta, film hiçbir yere bağlanmamış gibi görünse de, yusuf'un bulduğu huzurda son buluyor. tavuk yumurta veriyor, kahvaltı sofrasında mutlu bir şekilde yemek yiyorlar. gülümsüyor yusuf, ayla'ya bakarak. geri döneceği şehirde olmayan şeyler bunlar. fakat bu durum, yusuf'tan başkasına genellenemeyecek kadar minimal (yine o kelime..) anlatılmış. öyle ki, başka şairler de dönerse aynı huzuru bulacaklarmış hissi vermiyor. üstelik, bu film bir üçleme olduğu için metaforları asıl keşfedecek olan diğer iki filmin yolculuğu olacak gibi. genç yusuf'un ve çocuk yusuf'un dünyası, bu filmi daha da açacak.

    bir iki eleştirim var fakat filmle ilgili: öncelikle diyalogların az olması güzel de, var olan diyaloglar biraz sırıtıyor. yusuf'un gençlik arkadaşı, çocuğuna "gel bak seni yusuf'la tanıştırayım" diyor mesela ki o yaştaki bir çocuğa babaları öyle hitap etmez genelde. naçizane önerim "bak bu yusuf amcan" diyebilirdi. diğer köy insanlarının konuşmaları da çok yapay duruyor kanımca. kamera önünde olduklarının fazlaca bilincindelermiş gibi. bu biraz sırıtıyor filmde sanki. çok şahane müzik yakışacak bir iki sahne vardı ki, doğanın sesleriyle geçiştirilmiş. bu eksiklik olmasa da, müziğin filme etkisi yadsınmamalı kanımca.

    leyla ipekçi'nin özel teşekkür alması bile filmin güzel ekstralarından. diğer iki filmi de sabırsızlıkla bekliyorum. filmi beğenmeyenlere de saygı duyuyorum, zira zor bir film. anlamak ya da anlamamak illa ki entel olmayı, sanat bilmeyi yahut yüksek zevk sahibi olmayı gerektirmiyor. bu tarz filmlerden çok sıkılanlar mevcut. mesela sokurov'un aleksandra'sı için beyazperde'de 4.4 puan vermişler ki, gidip köprüden atlasınlar bence... yine de semih kaplanoğlu'nun metaforlarla bezeli dünyası, pasif izleyiciyi reddediyor ve filmin içine giren, metaforları zorlayan ve dikkatli bir izleyici istiyor. bu da herkesin zevki olmayabilir...

    --- spoiler ---
125 entry daha
hesabın var mı? giriş yap