2 entry daha
  • yılmaz odabaşı'nın şiir hakkında yazdığı yazı ve abdulselam'ın öyküsü şudur:

    "abdülselam, 1979 yılında bir üsteğmeni öldürmek savıyla aranıp yurtdışına kaçarak hâlâ dönmeyen bir arkadaşımız tarafından derneğimize getirildiğinde henüz 17 yaşındaydı. bir şeyler öğrenmeye çabalayan ağırbaşlı, mazlum bir delikanlıydı.
    üstünde hep aynı soluk takım elbiseyle okul çıkışları hepimiz gibi kıravatını ceket cebine sıkıştırarak çıkar gelirdi. cıgaraya yeni başlamıştı. daha ucuz diye tabakadan sarar, kaçak içerdi tütünü. diyarbakır ziya gökalp lisesi’nin ikinci sınıf öğrencisiydi.o, neyin ne olup olmadığını, bizim gibi -geleneklerin ve dinin baskısını reddedip evinden kaçarak- öğrenmeye çıkmış acemi serüvencilerden biriydi.
    hepimiz bu yönümüzle birbirimize benziyorduk. aşiretlerimizin, feodalizmin, tabuların katı, boğucu ortamlarından çıkıp hayatı acemiliklerimizle anlamlandırmaya çalışıyor, okul ve aile eğitimlerimizde, dahası eğitilemeyişimizde bizden saklı tutulanların karşılığını arıyorduk. yüzlerimizde yoksulluğun hıncıyla birey olmaya çabalıyorduk.
    abdülselam’ın gömlek giyindiği günler sol üst cebinde nüfus cüzdanı ve bir adet ucuz tarak görünür, pantolon cepleri ise hepimizin cepleri gibi haftalar boyu bin liranın yokluğunu kronik yaşardı. mazlum, mütevazı ve buruk gülümsemeler dağıtırdı çevresindekilere...abdülselam’ın derneğe gelip gittiği ilk ay onu eğitim çalışmalarına kattık.artık yetişmiş kadro elemanı sayılan (!) abdülselam’ı aramıza aldık ve yazıya, afişlemeye, bildiri dağıtmaya onu da götürecektik artık.
    onunla ilk olarak dağkapı semtindeki ara sokaklarda yazıya çıktık. oradan diyarbakır’ın saraykapı semtinin varoşlarına daldık. dört kişiydik. iki gözcümüz tetikteydi; çünkü kendi alanımızı aşıp, o dönem hayli güçlü olan bir başka örgütün özelalanına, kurtarılmış mahallesine girmiştik. semtlerine girdiğimizi öğrenirlerse bir çatışmanın çıkması an meselesiydi.
    abdülselam, yanımızda boya dolu kovayı taşıyor, gerginliğimizi anlayamıyordu. ben, kimileri daha yeni badanalanmış tertemiz duvarlara elimdeki fırçayla atılıp dururken, abdülselam, bir mırıltıya dönüşen sesiyle, “abe bunlar da devrimci değil midirler? niye kızsınlar bize?” diye soruyor, siyasal sürtüşmelerin, hizip kavgalarının boyutlarını hiç bilmiyordu.
    tam bir hafta sonra, o kentteki tüm semtlerin, sokakların, kahvelerin ve duvarların solculuk adına yine solcular tarafından ayrı ayrı parsellendiği iskenderpaşa semtine bir işi için uğrayan abdülselam, ölü çıktı oradan. bir başka sosyalist örgütün mensupları tarafından kurşunlanarak öldürüldü.
    diyarbakır’ın göğsünde terli bir akşam, daralan sokaklarda bir yaşamı çaldılar... abdülselam kardeşimi arkasından vurdular!daha 17 yaşında neyin, ne kadar suçlusu olabilirdi ki o?
    yitirilmesinden dokuz yıl sonra, onun o çocuksu saflığını, o mazlum, o delikanlı sıcaklığını burkularak anımsadığım günlerin birinde, şu dünyada onu betimleyen bir şey kalsın diye oturup onu anlatan “aynı göğün ezgisi” adlı şiiri yazdım.
    sonra üniversite kampuslarında, gecelerde okundu bu şiir; insanlar duygulanıp faşizme taşıdıkları öfkeyi bileylediler. stadyum konserlerinde hep bir ağızdan “abdülselam’lar ölmez!” dediler.
    grup kızılırmak’ın çıkardığı bir kasete de ad verdi abdülselam’ın şiiri. çay bahçelerinde, üniversiteli evlerinde okunurken insanların severek, burkularak “arkasından vurulan abdülselam”ı dinlediği bir yıl boyunca, ben ise her dinleyişimde başka savruluşlar yaşadım ve sustum...
    şiir, öznesine taşıdığım yakınlık ve duygusal bağımlılıktan, öznelliğimden çıkıp insanlara mal olmuştu. onu asıl devrimcilerin öldürdüğünü nasıl açıklayabilirdim? grup kızılırmak’ın çok değer biçtiğim elemanlarına, bu şarkıyı coşkuyla dinleyen tertemiz gençlerin duygularına, duyarlılığına rağmen nasıl, nasıl yazabilirdim?
    tesadüfen şarkının dinlenildiği birkaç yerde sormuştum “abdülselam’ı sizce kim öldürmüştür?” diye: “faşistler!” demişlerdi, “faşistler vurmuş, nasıl kıymış alçaklar!”
    oysa onu biz öldürmüştük ve sonra da başında ağıt yakıp faşizme küfrediyorduk! şarkıyı hüzünlenerek dinliyor, onu kimin öldürdüğünü sorgulamıyor, bilerek veya bilmeyerek düpedüz yalan söylüyorduk. değil birini, nice abdülselam’ları toplumu kurtarmak adına ayrı topluluklar oluşturarak bizler öldürmedik mi?
    abdülselam’ı kimin, niçin vurduğunu kimseler bilmiyor ve sormuyordu da...sonunda “aynı göğün ezgisi”nin yinelenmemesi, bu acı örnekten bir ders çıkarılması amacıyla mutlaka yazmam gerektiğine inandım.
    hâlâ benzer hüsumetleri, örgütler arası kimi çatışmaları burkularak izliyorum. örneğin dev-sol’da bir dönem yaşanan iç çatışmalar, abdülselam’ı yeniden anımsatmıştı bana. kim bilir kimler o çatışmalarda birilerinin siyasal kulvarlarda yitirilen “ilk arkadaş”ı olacaktı... orada ölen kimler için geride kalan başka birileri belki bir şiir yazacak ve o şiir şarkı olacak, marş olacak ve oturup o şarkıyı, marşı okuyup yumruk sıkacak ve faşizme karşı öfke bileyeceklerdi...
    kim bilir aynı sol hastalıklarla, aynı onulmaz ayıplarla, bu sistemin kokuşmuşluğuna cesurca kafa tutan aynı sınıfın insanlarının, o yoksul halk çocuklarının mezarlıkları, morgları doldurmalarını izleyip şarkı söyleyeceklerdi. öyle mi?
    bu utanç daha ne kadar büyütülecekti?
    abdülselam’ları biz öldürdük; bizim de suçludur, kirlidir ellerimiz…kirlidir ellerimiz!
    ve bu yazı, o gencecik ellerimiz bir daha böyle kolay kirlenmesin diye yazılmıştır.

    yılmaz odabaşi"
7 entry daha
hesabın var mı? giriş yap