96 entry daha
  • --- spoiler ---

    bakın bu filmin sizi ruhunuzun derininde bir yerlerden yakalaması tamamen sizin geçmiş deneyimleriniz ve bunların etkisiyle bugüne dek süregelmiş bilinçsel durumunuz, maneviyat algınız ile ilgili. filmin anlatısının temelini oluşturan aileye yabancı olmamanız gerekiyor öncelikle ve hatta bununla da kalmayıp, herhangi bir aracılık sağlayıcı tarafından değil, doğrudan ailenin çocuklarına özdeş çizgilere sahip olmanız gerekiyor çocukluk çağınızda. bu ailede ortaya çıkmış psikolojik kırılma anları ile sizinkinin arasında bir paralellik bulunması icap ediyor o baba figürü kadraja her girdiğinde oyunlara, gülmeye endeksli hayatları bir anda buz kesen, her hareketleri büyük bir denetleyici tarafından kontrol altında tutuluyormuş gibi ruhsal kramplar yaşayan, dillerinden çıkan sözlerin hiçbirinin zihinlerindeki kendilikleri ile örtüşmemesine mahkum hisseden çocuklarla bir olup, onlarla aynı anda içinizde saklamaya çalıştığınız bir yerlerde bunların çırpınışını duymanız için. bu demek değildir ki bu ailede çocuk rolündeki bireylerle ortaklaşma sağlayamayan izleyici bu filmden zevk almayacaktır. mükemmel bir görsel ve işitsel haz imkanı veriyor kendini hikayeye kaptırana film. bununla da kalmayıp estetize edilmiş olan ile kaynaşmış anlatıya yönelik hassas merak duyusu cezbedilen izleyiciyi tatminkar kılacak kadar ailesel ilişkiler, tanrı-insan, ve doğa-insan ilişkileri üzerine odaklı bireysel tahliller sunuyor. bir çocuk ve bir babanın iç savaşım noktalarına yöneltiyor sosyal aklın ardını gören gözlerini. ancak benim en başta söz ettiğim durum ise filmin karakterleri gibi dalgası içten gürleyen fakat yüzeyi durgun nehrine bir şelaleden düşmek, dibe çekilip nehrin suyu ile kaynaşmak, bir olmak ile ilgili. empatinin aciz düştüğü noktadır bu.

    aynı ruhun içindeki iki farklı varoluşun mücadelesine eğiliyor malick ve bu bir şizofreni ya da herhangi bir ruhsal rahatsızlık olarak değil, sıradan bir insanın bilincinde geçmişin benliğinin derisine işlediği izlerin üstün gelme savaşı şeklinde gerçekleşiyor. mücadelenin tarafları da çocukluğun zıt kutuplarını oluşturan doğa, değiştiren, hükmetmeye çalışan, kendine uyduran baba ile şükran duyan, hayatın lütfettiği güzelliklerin ayrımına varmış, anlayışlı, akışa bırakan, kabullenici anne. bu çatışmayı önce dışarıda olmaklığında yaşayan, daha sonra deneyimleri ile içselleştirip esas olması gereken kişiden uzaklaşarak taraflardan birine benzemek suretiyle başkalaşan çocukların sorgulamalarına şahit oluyoruz. tanrıya sorulan soruların, ondan arzulanmakta olanların bir anda çocuksuluğa yabani bir acımasızlığa dönüşümünü seyrediyoruz. zihnin zarar veren tarafındaki figürün ortadan kaldırılmasının tek çıkış yolu olduğuna inanış başlıyor. bir yandan da gittikçe bu zararlı tarafa benzeyen savaş alanının, yani çocuğun, nefret ettiği şey oluşuna, olduğu şeyden nefret edişine, olmak istediği yerde olması için yapabileceklerinden çekinmesine tanıklık ediyoruz ve tüm bunlar mallick'in sunduğu yüceltilmiş olağan gerçeklik, abartısız görüş açısı ile hiç gözü rahatsız etmeden akıp gidiyor. tüm bu değişim sürecine ortak ediyor sizi yönetmen.

    büyüleyici mekanların, canlıların, zamanların, doğuşların, ölüşlerin ortasında zavallı bir kimlik kargaşası, varoluş sorgulaması. görüntüler bunu toz bulutuna düşen güneş ışığı gibi berrak kılıyor. "neden?" sorusu. tüm bunların ortasında neden ben? neden bu yüceliğin tam içinde bunların olmasına göz yumuluyor ve beni bu insana dönüştürüyor bu evren? bana geriye kalan nedir?

    filmin kendince bir cevabı da söz konusu. yücelikler ile donatılmış bir insan olarak yalnızca mutsuzluğu, acıyı yüceltmeyi ve bunların verdiği manevi tatminsizlik ile doğayı ve insanı müdahale yoluyla değiştirmeyi unut. bu sana mutlu olmayı getiremez. güzellikleri seçebilmeyi öğren, saf olanın, doğru olanın estetiğine kapıl ve bu seni anlamsız, sonuçsuz hırslardan, kendini kanıtlama çabalarından özgür kılacaktır. yalnızca çıkar sağlamadan sevmeyi öğren. en saf duygun olduğunu düşünerek çocuğuna doğrulttuğun sevginin ateşli bir silahtan daha yaralayıcı olabileceğini gör. onunla gurur duymak ya da seni temsil etmesinden, hayatının devamı olmasından duyduğun mutluluk için değil, yalnızca yanında olduğun, çocuğun olduğu için sev onu. kendi olmamışlıklarını onun hüviyeti üzerinden tamamlamaya uğraşma. sev, bulduğun güzellikleri kaçırma, bulunduğun an içinde kıymetini ver.

    beklentisiz, doymuş ve güzel olanın mekanına, hükmedici zamanın doğuşunun filmi.

    ekleme yapmak için edit: dinozorlu sahneyi anlamlandıramama ve bunun üzerinden filmi alaya alma furyası almış başını gidiyor. bu sahne evrenin masumiyetinin ilk bozuluşunu temsil etmesi için kullanılmış benim nazarımda. ilerleyen bölümlerde ailenin büyük çocuğunun içine düşmekten başka şansı kalmayan inayetten, kendisinden bağımsız bir saflıkta var olandan duyulan mutluluk yolunun kaybedilmesi durumunun temellendirilmesi, iradeli canlı tarafından bozulmamış güzelliğin ilk defa kirletilmesi gerçekleşiyor. bir başka türdeşi üzerindeki denetim kurma, yön verme, kendi isteğine göre şekillendirme, eylemlerine hükmetme gücünü keşfeden acemi müdahaleci dinozor varlığın denetimi gereksinmeyen akışını bozarak kapıyı aralıyor. yani filmin temelinde yatan kabullenici olan ile kalıplarıyla şekil verenin mücadelesinin fitilini ateşlemiş oluyor. ileride bu çarpışmada masumiyetini kaybedecek olan çocuk çevresinde gördüğü kötü oluşlardan baba, tanrı(ki basit düşüncede bir başka hükmedici ve biçimlendiricidir) gibi benzemeye mahkum olduklarını sorumlu tutuyor. kötülüğün onların oluşlarına ait olduğu ve kendi hayatının içinde onların varlıklarında muhafaza edildiği çıkarımına ulaşıyor.

    edit'ten edit doğar: bir de finale yakın annenin oğlunu tanrıya sunması meselesi var. olayın cereyan ettiği, bu cümleyi duyduğumuz sahneyi hatırlayacak olursanız mekan olarak gerçeklikten kopuk başka bir ütopik evren tasvir edilmeye çalışıldığını görürsünüz yönetmen tarafından. hani bu karakterlerimizin günlük yaşantılarında içinde bulundukları bir düzlemde değil, olması düşlenen bir yerin ütopyasında gerçekleşmektedir. annenin oğlunu olağan hayatının akışında kaybettiğindeki halini hatırlayın. oğlunun bir kayıp olduğu düşüncesini kabullenemeyen, yaşamaktan ötürü acı çeken, bunaltı içindeki bir karakter psikolojisi ile karşılaştık bu bildik dünya sahnelerinde. şimdi son sahnelerde yaratılan, görüntüleri ile buram buram yüceliğinin hissiyatını izleyiciye sezdiren ortamın atmosferine gelelim. bu atmosferde dikkat ederseniz değiştirenin, hükmedenin sembolü olan baba figürü dahi çevresindekileri katıksız sevgisiyle algılıyor, onlara filmin bu ana kadarki hiçbir bölümünde dokunmadığı gibi samimi, çekincesiz dokunuyor. yani müdahaleci gücün kabulleniciye yenik düştüğü, varlığını idame ettiremediği bir evrenin sembolleştirildiğini görüyoruz. dikkat edersiniz güzelliği ve onun farkındalığını odağa çeken bir dinginlik hali söz konusu bu bölümde. herkes yüceliğin ortasında katıksız ruhun sevgisini paylaşıyor birbiriyle: kusursuz bir inayet yolunun çizildiği insanlığın ütopyası. işte bu noktada anne oğlunun ölümünü, gidişini kabul ediyor. bunun sebebi ise bu gidişin bir kayıp değil yalnızca bir veda oluşu. sevilene karşı kaybetme duygusu çoğunlukla bir tamamlanamamışlığın sonucudur, o kişiye dair eksik kalmışlığın bir getirisidir. bu eksik kalmışlık ise değiştirici düşüncenin kendine uydurmak için deforme ettiği doymuş, kusursuz hayat akışında oluşturduğu boşluklardır. hayata karşı aç bir ruhun silinişi buna tanıklık edene acı getirir. oysa bu anne figürünün temsil ettiklerinin egemen olduğu, suçlu babanın masumiyetini kaybetmediği evrende hayata tatmin olmuş olarak gelip tatmin olarak bitirme şeklinde vuku bulan bir ömür olgusu söz konusu. kendine uydurmanın çatısı altında toplanabilecek hırs, üstün gelme, güçlü beklenti gibi duygulardan yoksun, var olana uyulan, inayet edilen bir varoluş biçiminde anne oğlunun hayatı ile ilgili pişmanlık(tamamlanamamışlık) duymadan onun gidişini kabulleniyor.

    --- spoiler ---
339 entry daha
hesabın var mı? giriş yap