4 entry daha
  • bir gün sevgilisi ile tartışan arthur lee, ondan ayrılmaya karar verir. hayal kırıklığına uğrayan sevgilisi "hani beni sonsuza kadar sevecektin?" diye sorar. arthur lee de cevap verir: "forever changes".

    bu güzel albümün adının ortaya çıkış öyküsünü açıklayan bu anektod bir kenara, 1967'de summer of love ile başlayan ve özgür aşk temalı hippi hareketinin sadece bir sene içinde savaş karşıtı, pasifist (ama bazen de silahlı) bir siyasi harekete dönüşmesi, daha sonra uzay yarışı ve soğuk savaş derken gençliğin konudan konuya sürüklendiği bir dönemi düşündüğümüzde "forever changes" isminin ne kadar doğru bir seçim olduğunu da görüyoruz.

    forever changes tam bir "bilen bilir" albümü. 1960'ların müziğini anlamak için azıcık arşiv karıştıran herkes love ismine denk gelmiştir. genç şair/şarkı yazarı arthur lee'nin başını çektiği bu grup, yayınladıkları albümlerdense daha çok jimi hendrix ve the doors'un meşhur olmasına destek olmalarından ötürü bilinir. ancak kendi müzikleri de konuşulmaya oldukça değer. biraz geriye gittiğimizde saykodelik müzik tarzını ana akıma çıkaran the byrds'ü izleyip, bu yeni tarzda çalışmalar yapmak isteyen lee'yi görüyoruz. lee, kendi grubunu kurarken aynı zamanda kendi komünü de oluşturdu. 60'ların sonunda bir grup halinde yaşayan, müzik yapan, özgürlükten ve değişimden bahseden bir komün denince tabii akla charles manson ve ailesi geliyor. tesadüf o ki, daha sonraları manson ailesine dahil olup bir cinayet işleyen ve bugün hala ceza evinde yatarken müzik yapmaya devam eden bobby beausoleil, grup daha "love" adını almadan bu ekipte gitar çalmıştı. bir başka üzücü tesadüf de lee'nin ilerleyen yıllarda silahlarla ve şiddet ile haşır neşir olup bir süre hapis yatmasıydı.

    neyse efendim, love 1966'da iki albüm çıkararak müzik dünyasına giriş yaptı. ilk albümü zaman zaman sınırları zorlasa da özünde bir rock'n'roll albümüydü. ikinci albüm da capo, barok pop diye adlandırılan oldukça tatlı bir tarzdaydı. işin ilginci ise albümün en popüler eserinin albümün genel havasıyla pek alakası olmayan, ilk punk eserlerinden biri olarak bilinen 7 and 7 is olmasıydı. kısa bir süre sonra yayınlanan "forever changes" ise müzikal olarak ilk iki albümden fersah fersah ilerideydi. grup, barok popun yanı sıra, saykodelik rock, klasik müzik, mariachi, folk, blues gibi birbirinden çok farklı kaynaklardan beslenmişti. albümün adını bir kez daha doğru çıkaran şarkılar arasındaki farklılıklar bir kenara, şarkı içlerinde de ani değişiklikler kulağa çarpmakta. bu da albümün en saykodelik yanı. bir pink floyd gibi gitar efektleri ya da space rock ile bu tarza dahil olmak yerine müzikal anlamda yaptıkları ani dönüşler, yaylıların şarkılara kattığı rüya gibi, dünya üstü bir atmosfer albümü saykodelik ve kuralsız kılıyor. bu tercihlerin her biri şarkılara pozitif bir katkıda bulunmuş.

    albümün adındaki ve grubun müziğindeki daimi değişimler, sözlerle de destekleniyor. var olanın değişmesi gerektiğine birçok şarkıda değinilmiş. daha özgürlükçü, daha aşk dolu bir hayat mesajı bir çok şarkıda dillendirilmiş. çok fazla sosyal mesaj içermiyor olsa da ara sıra lafını savaş ya da silahlanma destekçilerine yöneltmekten çekinmiyorlar. ama albümün ana teması iç dünyayı keşfetmek ve değiştirmek. şarkılarda anlatılanların çoğu yalnızlıklar. ama sözlerin verdigi melankolik bir hava, depresif bir müzik ile desteklenmiyor. belki de bu nedenle çok şiirsel bir uslüp ile anlatılan yalnızlık, hiçbir zaman tek çözüm gibi gelmiyor. çoğu zaman anlatıcı, kendini iyi bilen, akil biri gibi. bu ve müziğin verdiği umut, her şeyin daha güzel olabileceğine dair inancı arttırıyor.

    bu güzelliklere rağmen albüm kayıtlarının tıkırında ilerlediğini söylemek mümkün değil. öncelikle grubun bir orkestra ile çalışması, çok deneyimli müzisyenler olmayan bu genç grubu çok zorladığı biliniyor. ayrıca grubun gitaristi bryan maclean'in grup içinde şarkı yazarlığı özelliğini daha öne çıkarması, maclean ve arthur lee ile arasında bir ego çatışmasına yol açmış. hatta albümün en büyük hiti olan maclean bestesi "alone again or"da lee, mclean'e haber vermeden gitaristin vokalini kısıp kendi vokalini öne çıkarmış. bu olaylar da tabii bütün grubu etkilemiş. zaten uyuşturucu kullanımını abartan grup üyeleri birbirlerini yemeye başlamışlar. işler öyle bir duruma gelmiş ki albümün iki şarkısını o yılların efsane stüdyo müzisyenlerinden oluşan the wrecking crew kaydetmiş. bu güzel albümde carol kaye ve hal blaine gibi iki efsaneyi dinlemek çok heyecan verici. bu iki şarkıdan "the daily planet"in düzenlemesini ise neil young yapmış ama young ve grup üyeleri hiç anlaşamamışlar. grup elemanları "adam bir kaç saat durdu, parasını aldı, gitti" derken, young ise bu albümde aranjörluk yapmadığını iddia etmiş. zaten pamuk ipliğine bağlı grup içi dinamikler albüm tutmayınca iyice dağılmış ve 1968 itibariyle love, arthur lee'nin solo projesi şeklini almış.

    albüm, en büyük love hiti alone again or ile açılıyor. bryan maclean bestesi bu şarkı girişteki flamenko gitar ile dikkat çekiyor. bu introyu grubun diğer gitaristi johnny echols çalmakta. şarkının içindeki o muazzam üflemeliler şarkıyı iyiden iyiye meksika dolaylarına götürüyor. hele bir trombon solo var ki inanılmaz. yaylılar ile birleşince çok iyi olmuş. lee'nin vokali çok içten. doğrusunu söylemek gerekirse kaydı dünyanın en iyi kaydı değil ama şarkı bu kadar iyi olunca kayıt kalitesi de arada kaynıyor. bu arada yalnızlığını anlatan karakterimize "neredeyse herkese aşık olabilirim. bence en büyük eğlence insanlardır" diye karşılık veren kişi de donemin özgür aşk temasını yansıtmakta. ama buna rağmen kahramanımız son kararını vermiş "yine bugün yalnız olacağım canım". ya da?

    a house is not a moteli ilk dinleyişimde nasıl olmuşsa kaçırmışım ama bu incelemeyi yazarken beni en çok vuran şarkılardan biri bu oldu. sakin ilerleyen akustik gitarlara michael stuart-ware'in çok hareketli davul performansı eşlik ediyor. elektro gitar ise şarkıya orta doğudan bir hava katmış. şarkı sonundaki üst üste kaydedilmiş gitar sololarında echols tüm enerjisini yansıtmış - ki bu soloları çalarken echols'un kulaklığına ses gitmediği için lee el hareketleri ile nasıl çalmasını gerektiğini echols'e camın arkasından göstermekteymiş. lee ise arada attığı güçlü çığlıklar dışında oldukça rahat bir şekilde şarkıyı söylüyor. vokalde ve akustik gitardaki gevşeklik, davul, bas ve sololardaki sertlik ile çatışsa da bunun kazananı şarkının kendisi olmakta. bu arada albümün en fazla sosyal mesaj veren şarkısı bu. en başta "sen öyle bir düşüncesin ki burada olman gerektiğini birileri, bir yerlerde, bir şekilde hissediyor" gibi sözlerle evden uzakta olup, evin ne olduğunu unutan birilerinin hikayesini dinlerken, en sonda "ben şarkımı bitirdiğimde savaş okulunun zilleri çalıyor olacak. daha çok karmaşa, kan bağışı. bugünün haberleri yarının filmleri olacak" diye ilerleyen bölüm ile şarkının çok açık bir vietnam savaşı göndermesi olduğunu anlıyoruz. albümün kesinlikle gizli silahı.

    andmoreagain adından da belli olacağı gibi farklı bir şarkı. oldukça yalnız bir eser. oldukça da yumuşacık. kemanlarla, the wrecking crew'in çok tatlı performansı ile dinlemesi çok zevkli bir eser. özellikle billy strangle'ın neredeyse harpsichord gibi duyulan akustik gitarı ve carol kaye'in güzel bası dikkat çekmekte. sözleri albümün diğer şarkılarına göre daha yalın olsa da kahramanımız aşkı ve yalnızlığı anlatırken arkasına saklandığı zırhların ne kadar materyalist olduğunu fark eder. bu da şarkıya sade bir yalnızlıktan öte bir anlam katıyor.

    dönemin rock soundunu the daily planet'in ilk yarısında buluyoruz. başta kaye ve blaine olmak üzere the wrecking crew yine çok sağlam çalıyor. ilk iki kıtada hayatın rutinliği ve bayağılığını (ufak bir savaş göndermesiyle) tokat yüzünüze vuran şarkı tam ortada daha farklı hem melodi olarak hem de söz olarak daha farklılaşıyor. sürreal sözler, bu sözlerin melodisini çalan bir elektro gitar ile söyleniyor. şarkının gerçek üstü hali son kıtada çok daha bariz bir hal alıyor. "i can see you with no" sözü sonrası vokalin biri "hands", diğeri "face" diyor. ikisi de mantıksız tabii. sonraki mısra ise "eyes, i need you you're my". bu sefer vokalin biri "heart" derken diğeri yine "face" diyor. böyle de garip bir şarkı. ama çok iyi.

    bryan maclean old man ile bir kez daha karşımıza çıkıyor. albümün diğer şarkılarına nazaran daha çok o dönemin pop şarkılarını ya da donovan gibi naif saykodelik/folk rock sanatçılarını andıran bir eser. sözleri de albümün en kolay hikayelerinden birini anlatmakta. aşkın önemini anlatan yaşlı adamı, aşık olunca anlayan bir gencin sade hikayesini dinliyoruz. kemanlar bu şarkıya da çok yakışmış. grubun bas gitaristi ken forssi şarkıyı hoş bas gitar dokunuşları ile süslemiş. albümün havasına çok uyuyor mu? uymuyor. ama güzel şarkı mı? güzel.

    klasik love sounduna the red telephone ile dönüyoruz. bu şarkının kıtalarının sonunda çalan gitar eşliğindeki harpsichord'a bayılıyorum. ilk bölümünde hafiften bir uyuşturucu havası esiyor. kahramanımız insanların öldüğünü görüyor ve öteki tarafa sihir yardımı ile geçiyor. öyle bir geçiş ki bu kendini kaybediyor ve şarkının biri yerinde adı "phil" mi "bill" mi karıştırıyor. şarkının "sha-la-la"li bölümünde "the daily planet"taki uslup tekrarlanmış ve "if you think i am happy, paint me" dedikten sonra bir ses "white", diğeri "yellow" diyor. keza "count me" sonrasında da "out" ve "in" aynı anda söyleniyor. ilginçtir, aynı "count me out/in" muhabbeti bir yıl sonra çıkan the beatles şarkısı revolution 1'da da bulunmakta. şarkının sonundaki bir slogan gibi duyulan kısımda ise özgürlük temasına vurgu yapmışlar. buradaki "biz normaliz" vurgusu, uyuşturucu ile özdeşliştirilerek ötekileştirilen hippi gençliğin bu ayrımcılığa cevabı gibi duyuluyor.

    albümü açan "alone again or" ile aynı gün kaydedilen `maybe the people would be the times or between clark and hilldale`, albüme tekrardan meksika havasını getiriyor. bu şarkının albümün b yüzünü açması da çok uygun bir seçim olmuş. zaten ikinci yüz ilk yüz ile bir süre simetrik ilerliyor. bu şarkının olayı her kıta sonunda son kelimelerin kesilip ikinci kıtaya onlarla başlanması. mesela ilk kıta "and then i fade into the" diye biterken, ikinci kıta "crowds of people" diye başlamakta. şarkının ortasında üflemelileri, klasik gitar solosu ve lee'nin scat vokalini içeren çok hoş bir enstrümantal bölümü var. sözler olarak en güçlü eserlerden değil ama dinlemesi en eğlencelilerden biri, o kesin.

    ikinci yüzün ikinci şarkısı live and let live a yüzünün ikinci şarkısı gibi nispeten politik bir şarkı. ilk kıtada bahçesinden geçen bir kuşa bile silah çekecek kadar mülkiyetine düşkün bir adamı dinliyoruz. ikinci kıtada ise bu kuş dillenip "ben seni tanıyorum, ben bir kızılderili'yken de topraklarına gelip, silahını çekmiştin" diyor. sonunda ne olduğunu tam bilmiyoruz çünkü kahramanımız "ne olduğunu biliyorsunuzdur" diyerek hikayenin sonunu bize bırakıyor. şarkının bu silahlı, öldürmeli konuları şarkının kıtalarının sükunetine çok uymasa da echols'un solo gitarı konuya uygun olacak çok agresif. stuart-ware de davulunu şarkının sonunda aynı agresiflikte kullanarak soloya eşlik ediyor.

    the good humor man he sees everything like this yaylılar ve sadelik olarak "andmoreagain" ile benzer bir yoldan ilerliyor. o kadar hüzünlü olmak yerine daha neşeli ilerliyor ama onun gibi yumuşacık. vokalin "in the morning" performansını çok leziz buluyorum. bunu takip eden "la da da da" kısmı da aynı lezzeti devam ettiriyor. şarkı yaylıların alıp götürdüğü hoş bir pop şarkısı gibi. kuşlar, küçük kızlar, çiçekler, atlı karıncalar derken çok naif bir resim çiziliyor. ama şarkıyı plak takılmış gibi bitirerek bu huzura bir limon sıkıp dinleyiciyi kendine getirmeyi başarmışlar.

    bummer in the summer, "eğer bob dylan bir love şarkısı söylese nasıl olurdu?" sorusuna cevap veriyor. ilk kıtayı oldukça dylan-vari yorumlayan lee, ikinci kıtanın girişinde ise neredeyse rap yapıyor. sözler ise klasik blues şarkıları tadında. ten rengi konusuna girmek istemezdim ama bu şarkı ile siyahi bir müzisyen olarak 60'ların beyaz tenli saykodelik rock camiasında ayakta durabilen arthur lee'nin "blues" gibi daha siyahi bir geçmişi olan müziklerden de etkilendiğini görüyoruz. şarkıda işlenen "başkasını seviyorsan da ona git, sonuçta evli değiliz" mesajı albümün ara ara verdiği "özgür aşk" mesajına uygun. kısa bir şarkı bu ve albümün genel havasına göre kıyasla farklı bir deneyim.

    albümü kapayan you set the scene bir şarkıdan öte, müziklendirilmiş bir şiir. neredeyse her iki kıtada bir müzikte bir değişiklik olmakta. benim en sevdiğim bölüm herhalde albümün adına gönderme yapılan ikinci bölüm. burada hayatın ne kadar kısa olduğunu, tek bildiği şeyin her yaşayan şeyin öleceği olduğu ve kısa zamana olabildiğince mutluluk sıkıştırmanın önemini anlatan sanatçı, "her gördüğüm şeyin yeniden düzenlenmeye ihtiyacı var ve bunun garip olduğunu düşünüyorsanız bu değişimi yapacak ilk kişi siz olmalısınız" diyerek daimi değişimin ne kadar önemli olduğunu albüm sonunda vurguluyor. bundan sonra da şarkıyı yine çat diye değiştirip klasik bir aşk şarkısı formatına döndürüyor. sonra yine geriye, daha önce bahsedilen değişime dönüyoruz ve "this is the time" albümde duyduğumuz son sözler oluyor ve üflemeliler albümü çok görkemli bir şekilde sonlandırıyor.

    ama tutmadı bu albüm. hatta ilk 100'e bile giremedi. bu kadar çaba boşa gidince tabii grubu artık beraber tutacak bir şey kalmadı. bryan maclean, solo kariyerine başlamak istese de bu iş olmadı. alkole, uyuşturucuya kapıldı. kayıp gitmek üzereyken ise kendini dine verdi. müzik hayatına da dini müzik ile devam etti. en başta bahsettiğim gibi love'ın dark side'ı diyebileceğimiz manson family ile bir başka benzerlik de bu olsa gerek. manson'ın tayfasının da çoğu buhranlı 60'lar sonrası kendilerini dine vermişlerdi (bir diğer ilginç manson bağlantısı, maclean'in sharon tate'in öldürüldüğü gece tate'e davetli olmasıydı. ama şans eseri maclean bu akşam müsait değildi). maclean'in solo albüm kararı aldığını duyunca sinirlenen arthur lee, grubu dağıttı. iki sene sonra ise love adını tek başına, farklı müzisyenler eşliğinde devam ettirmeye karar verdi.

    forever changes, muhteşem bir albümdü. ama ne o dönemin popüler politik folk tarzına yakındı, ne the monkees kadar poptu, ne hendrix kadar rocktı. sözleri derin, müziği değişken, hiçbir kategoriye yerleştirilemeyen, kendine özgü bir çalışmaydı. az ama öz sayıda kişiyi etkiledi. bu etkilenenler de kendi kariyerlerinde başarılı olup, forever changes'ı ilham kaynağı olarak gösterince (misal robert plant), insanlar bu albümü keşfetti. siz de eğer 60'ları müzikal anlamda deneyimlemek istiyorsanız, bu albüm doğru albüm.

    5/5 verdim gitti
    albümü en iyi anlatan şarkılar: a house is not a motel, andmoreagain, the red telephone
1 entry daha
hesabın var mı? giriş yap