114 entry daha
  • michael haneke'nin geniş aileyle irtibatı kopuk, orta sınıf çekirdek bir aile üzerinden anlam arayışını sorguladığı 1989 yapımı, karamsarlık dozu yüksek bir film.

    filmde, yıllarca aynı rutinin içinde benzer şeyleri yaparak yaşayan ve hayata dair anlam yitimine uğrayan bir ailenin aldığı provokatif karar üzerinden seyirciye yaşadığı hayat sorgulatmaya çalışılmış.

    orta sınıf bir ailenin hayatının sınırları aşağı yukarı bellidir ve bu tip aileler benzer hedefler doğrultusunda benzer hayatları yaşarlar. ekonomik olarak da yaşam tarzı olarak da standartları bellidir. eğitim dönemini bitirip meslek sahibi olarak orta sınıfa adım attıktan sonra evlenen çiftlerin hayatı belirli amaçlara ulaşma doğrultusunda yeknesak bir hal alır. çocuk sahibi olunur, çocuklar büyütülürken bir yandan da iş yerinde yükselmeye çalışılır. yıllarca ödenecek olan krediyle araba, daire gibi olmazsa olmazlara sahip olunur. faturalar, ödemeler, taksitlerle boğuşarak yıllar geçirilir. işler yolunda giderse arabanın modeli yükseltilir, evin semti değiştirilir vs. vs. filmde de altı çizildiği gibi bu ailelerin ev içindeki günlük yaşantılarında da her gün bir diğerinin aynıdır.

    evlendikten ve hayat belli bir rutine girdikten sonra hiç farkında olmaksızın yıllar su gibi geçer gider. mümkün olduğunca apolitik olan orta sınıf ailelerin dışlarındaki dünyaya dair kendilerine özgü yaklaşımları mevcuttur. elindekini kaybetme ihtimalinin getirdiği ürkeklik ve korku ortak özelliktir. oldukça faydacı ve sonuç odaklı olup mevcut konumun devamını sağlama adına pasif ve ilkesizce yaşamaktan da imtina etmezler. (mesela ülkemizden örnek verecek olursak; bir milyon öğretmenin yarısı, hiçbir şekilde düşüncesini paylaşmamasına rağmen sırf hükümete yakın olduğu için en küçük rahatsızlık duymadan yandaşlığından başka özelliği olmayan bir sendikaya üye olabilir.) önemli olan var olan düzeninin devamıdır ve düzeni içerisinde kırılma yaşamayı asla istemez.

    filminde, böylesi bir sarmalın içinde kısır döngüyü yaşayan, maddiyata verdikleri önemden dolayı yaslanacak bir değer ve anlam dünyasından yoksun kalmış aileyi uzun uzadıya tasvir eden haneke, yaşadıkları hayatın anlamsızlığına hükmeden ve devamı için bir neden göremeyen aileye çarpıcı bir karar aldırarak seyirciyi rahatsız etmeyi ve sorgulatmayı hedefler.

    evlilik ilişkisi tıkanmış, ev hayatı monotonlaşmış, cinsel hayatı sönümlenmiş, mutsuzluk nedeniyle üyelerin gözlerindeki ferin söndüğü bir ailedir söz konusu olan. ebeveyninden göremediği ilgiyi okulda görmek için kör olma numarası yapan ve en az anne babası kadar mutsuz bir kız çocukları olan bu aile araba yıkama tekrarlarında ve uzun uzun eşyalara odaklı çekimlerde görüldüğü gibi mekanik bir dünyanın içine sıkışmış bir ailedir. içine sıkıştıkları akvaryumdan çıkma, sistemin dışına kaçarak özgürleşebilme arzusuyla gelen çocuklarının katili olmayı da kabullenerek aldıkları inanılmaz karar…

    karamsarlık, umutsuzluk ve amaçsızlığın kuşattığı çift, önce işlerinden ayrılır sonra bütün aboneliklerini, faturalarını iptal eder, arabalarını satar, bütün mal varlıklarını nakte çevirir, yakın çevrelerine yurt dışına gidecekleri bilgisini vererek kızlarıyla beraber evdeki tüm eşyaları ve geçmişe dair tüm hatıraları kırıp döktükten sonra toplu intiharla hayatlarına son verirler.

    benzer bir intiharı jack london'ın martin eden karakterinde görürüz. tüm hedefi ünlü bir yazar olmak, zenginliği tatmak ve sevdiği kadına kendini ispatlamak olan martin eden, bu hedeflerini fazlasıyla gerçekleştirdiğinde bir boşluğa düşer. yaşadığı hayat manasını kaybeder, büyü bozulur ve kendisini okyanusun dibine gömerek yük haline gelen manasız hayatı taşımayı sona erdirir. (filmdeki baba karakterinin, intihar için aldığı ilaçları kabul etmeyen vücudunun savunma mekanizmasını kırarak ölebilmek için verdiği mücadeleyle martin eden'in içindeki yaşama güdüsünü yenerek suyun daha bir derinliklerine dalarak kurtulmayı imkansız hale getirdiği sahneler de çok benzerler.)

    esaretin bedeli filmindeki brooks'un çarpıcı intiharı da bu bağlamda dile getirilebilir. ömrünün 60 yılını bir hapishanede geçiren, orada mahkumlara kitap dağıtma görevi verilen brooks, bir gün şartlı tahliyeyle salıverilerek ''evim'' dediği yaşam alanından koparılır. 60 yılın sonrasında tanıdığı tek bir kimsenin kalmadığı şehir tamamen değişmiştir. devlet ona barınacak bir yer, çalışacak bir iş vermiştir fakat brooks yabancısı olduğu bu dünyada daha fazla korkarak yaşamak istemeyecek ve noktayı koyacaktır. brooks'un yaşadığı da bir anlamda anlam yitimi, amaç ve hedef yoksunluğudur.

    özgürlük bedel gerektiren bir olgu. gereğini yerine getirmediğiniz takdirde zehirleyen bir şeye dönüşebiliyor. hayat sürekli akıyor, sabit kalamazsınız. uyum sağlamak sürekli yenilenmek, tazelenmek zorundasınız yoksa çürürsünüz. özgürlüğünüz zindanınız haline gelebilir. hayatınızı yeni öğrenmelerle, yeni hedeflerle zenginleştirmek, anlamlı hale getirmek, üretmek, faydalı olmak kopmayı engelleyecektir. ayrıca otoriter, despot bir yönetim altında talimatlarla sınırları belli bir alanda yaşamak daha kolaydır; sınırları, çerçevesi olmayan özgürlüğe göre. brooks'un yaşadığı da, orta sınıfa üye kentli bir insanın yaşadığı da böyle bir şey. onlarca yıl dört duvar arasında emir altında yaşamasına rağmen benimsediği ve evim dediği cezaevinden çıkıp özgürlüğüne kavuşunca başlıyor brooks'un mahkumiyeti. orta sınıf memur da özgür olduğu ortamda kendisini belli sabitelere zincirliyor. aynı hayatı yaşayıp, bir fasit dairenin içerisinde benzer hedefleri yerine getirmekle boğuşarak bir ömür geçiriyor. üç gün tatil hakkı olduğunda tüm avrupa'nın akdeniz'e koşması, yaz geldiğinde tüm türkiye'nin soluğu sahilde alması örneklerinde görüldüğü gibi kendini belli kalıplara hapsederek, değişebilme, evrilebilme yeteneğinden mahrum olarak yaşamak insanı belirli bir sarmalın içine alıyor. akraba ilişkileri, aşk, dostluk, dayanışma, inanç vb değerlerden kopuk yaşamak, bir anlamda davasız olmak da ulaşılabilecek maddi hedefleri tükettikten sona boşa düşmeyi, yaşama sevinci ve zevkini kaybetmeyi kaçınılmaz hale getiriyor.

    film bağlamında üzerinde durulması gereken önemli bir konu da yanına bir başkasını alarak intihar etmek, ölüme birlikte gitmek. kendi iç dünyanda yaşadıkların ve verdiğin bir karara diğerini de ikna edebilmek. dini motivasyonlarla bir takım tarikatların gerçekleştirdiği veya tarihte düşman eline esir düşmemek için yapılan kitlesel intiharlar ayrı bir bahis olmakla birlikte filmdeki gibi bir ailenin veya karı kocanın, iki sevgilinin intiharı bağlamında hemen aklımıza gelen, her biri farklı saiklerle gerçekleştirilen birkaç örneği inceleyelim;

    ailesiyle birlikte intihar etme gibi tasavvuru çok güç bir olayın en çarpıcılarından biri, naziler'in hakim olduğu bir dünyada yaşamayı zül adderek karısıyla birlikte intiharı seçen 20. yüzyılın en güçlü edebiyatçılarından stefan zwieg'tır. ölümlerin en güzelinin gönüllü ölüm olduğunu düşünen zwieg'ı bu tercihe zorlayan, onun için savaş, vahşet ve kan dolu bir hayatın manasının kalmamış olması ve barışın hakim olduğu insanca yaşanacak güzel günlere olan umudunu kaybetmesiydi. umudun yitimi hayatın ruhunun yitimi anlamına geliyordu onun için.

    zwieg'ın biyografisini yazdığı ve ölümünden ilham aldığı alman oyun, öykü yazarı ve şair heinrich won kliest de bir trajedi olarak gördüğü hayata trajik bir şekilde veda eder. kliest'in bu marjinal kararı hayata bakış açısının beraberinde getirdiği bir sonuçtur. zwieg eserinde kliest'i goethe ile kıyaslar. goethe'ye göre hayatın, deneyimlerle zenginleşen, sürekli öğrenilen ve bu uğurda sabırla çalışılması gereken bir süreç olduğunu, kleist için ise hayatın ne öğrenilebilir ne de öğrenmeye değer olduğunu belirtir. kliest'in bu yaklaşımı onu yaşamsal huzursuzluğa ve sonunda yok oluşa götürecektir. sevdiği bir kocası ve taptığı bir kızı olmasına rağmen hastalığı nedeniyle ikna etmekte zorlanmadığı 31 yaşındaki sevgilisinin göğsüne, kendisinin de kafasına sıkarak sanatıyla ölümsüz olmayı tercih edecek, ''ezgili ve coşkulu bir ölüm''le trajik olduğunu düşündüğü hayata veda edecektir.

    eşiyle birlikte intiharı seçen karl marx'ın damadı paul lafargue de ilginç bir örnektir. fransız sosyalist partisinin kurucusu, ''tembellik hakkı'' kitabının yazarı lafargue, bıraktığı intihar mektubunda yıllardır 70 yaşını geçmeyeceğine dair kendisine söz verdiğini, beden ve kafa güçlerini koparıp götüren acımasız yaşlılığın enerjisini felce uğratıp istemini söndürmeden, kendisine ve başkalarına yük durumlara düşmeden canına kıymayı tercih ettiğini belirtiyor. daha fazla yaşlanıp zelil durumlara düşme endişesiyle aldıkları karar sonrası deri altına siyanür enjekte ederek, 44 yıllık eşiyle birlikte kucak kucağa oturdukları koltuklarında terk-i dünya ederler.

    adolf hitler'in, sovyet ordusunun berlin'e girmesiyle tüm ideallerinin ve kurguladığı dünya tasavvurunun çökmesiyle birlikte yaşadığı tahmin edilebilir duygular sonrası eşi ile bir yeraltı sığınağında gerçekleştirdiği intiharı da benzer niteliktedir.

    salt biyolojinin konusu olan insandan değil de şairin üzerine konuştuğu, filozofun söz söylediği, dinin ilgilendiği insandan bahsediyorsak bu insanın, kendini koruma ve sevme güdülerine başkaldırarak intihar edebileceğini ve kendi maddi varlığına son verebileceğini kabul etmek durumundayız. bu son veriş yüce değerler, ulvi amaçlar için fedakârâne olabileceği gibi filmdeki çiftin örneğinde olduğu gibi anlam yitimi sonucu da olabilir. tıkanma, tükenme, pes etme ve vazgeçme... filmdeki çift ve örneklerini incelediğimiz diğer çift intiharlarının ortak noktasının bu aşamalar geçildikten sonra geleceğe yönelik umudun kesilmesi ile anlam ve aşk yoksunluğu olduğunu söyleyebiliriz.
67 entry daha
hesabın var mı? giriş yap