2998 entry daha
  • lise birdeyken öğleci olduğumuz dönem kuzenle sabah etüdü yapmaya heves etmiştik. il merkezindeki dershaneye gitmek için sabah erkenden otobüse binip kuzenle buluşup bir iki saat ders çalıştık, ardından da yarım saati beşyüz bin lira * internet kafede oturduktan sonra okula gitmek için yol aldık. tam internet kafeden çıkınca yandaki dondurmacıya dikkat kesildim, hesabıma göre cebimde bir milyon liram kalmıştı. beşyüz bin lira otobüs parası , dedim kalana da dondurma alırım. beşyüzer binlik dondurma alıp parayı verince bir baktım ki başka para yok, " abi dondurmayı geri alır mısın ?" dedim , adam da gayet ciddi şekilde " ekmek mi lan bu " dedi. kuzen durumun komikliğine gülüyordu, ben de trajikliğine... kuzene sordum "halaoğlu sende para varmı" diye , o da son otobüs parası kaldığını söyleyince neyse yürürüm artık dedim. yürürüm dediğim mesafe de tam 10 kilometre.

    dondurmayı yiyip tabana kuvvet yürümeye başladım , yolu yarıladığım zaman da otobüs durağında sınıf arkadaşıma denk geldim , üzerimde üniforma var zaten okula gittiğimi anladı ," yürüyerek mi gidiyorsun paran yoksa beraber gidelim " dedi , bende gururuma yediremedim "yok bazen dershane çıkışı yürüyerek gidiyorum iyi oluyor " dedim. semte vardığımda ilk iki ders geçmişti zaten , bende çark edip eve gittim. " 50 kuruşun var mı " mottolu tırrek videolarına her rast gelişimde aklıma bu anım gelir .
  • annem hasta,
    babam yasta,
    kardeşlerim kuru pasta şeklinde anılardır. herkeste var ama bazısı kuru ekmek soğan iken bazısı ay ojelerim kurumadııaaaa tarzı anılardır.
  • yıl 2006. 10 yaşında sünepe bir veledim. ama komik ama sevimli ama hayat da doluyum. bugün olduğu gibi. ailem, hem amcamın hem de teyzemin oğlu(iki kardeş iki kardeşle evli işte) ve o dönem ailemizin gururu olan kuzenimin yemin töreni için başkente gidecekler. bu esnada bense geride bırakılan çocuğum tabii. hem de bu sefer yapayalnız bırakılan çocuğum. hoş değil ama ne yapalım? ama yanlış anlaşılmasın, bu entry anneye ve babaya kin kusma şeysi değil. ikisini de, özellikle de babamı çok severim. hatta taparım ona. ileride çocuk sahibi olacaksam, yani bunu istiyorsam onun gibi bir baba olabilmek içindir. onun gibi, dünyada bir evlada böylesine güzel bir sevgi verebilmek içindir. şunları da 38 saatlik uykusuzluğumun hatrına paylaşıyorum. onun dışında, burada bahsetmek istemeyeceğim, bu konuyla eşzamanlı veya değil, çok ama çok zor günler geçirdik ama sevgisini hiç eksik etmedi bizden babam.

    neyse, babam kahveciydi. hala da öyle. üniversite hazırlıktayken, hayatımda birlikte olduğum ilk kız arkadaşımı, ilk tanıştığım zamanlar üç gün göremeyince krize giren ben gibi, babamın çalıştığı yerlerde triplenip eve gelmesi üzerine hacılar da krize girer, evimize kadar gelirlerdi. kapımıza dayanırlardı bir nevi. babamın dönmesini isterlerdi. zira çay babam yokken leş gibi yapılırdı. farklıydı o. babam 1, uncle iroh 2 işte. hatta babam o konuda öyle bir yıldızdır kendimi bildim bileli, kahvesini içen müdavimi olurdu. hala da olur.

    2004'te ev alabilmek için kendi dükkanını gözlükçüye devretti babam. o zamandan sonra hep sağda solda, başka mesleklerde, gençken yaptığı işlerde, ama hepsinden çok kahvecilerde çalışmaya başladı. 2006 yılında ise şehrimizin bilindik ama esnafı çok da olmayan mahallelerinden birinde çalışmaya başladı. çalıştığı çay ocağı, refaattin denen bir muhasebecinindi. babam çalıştırırdı orayı, işletirdi. babam olmasa bir hiçti. zira bıraktıktan sonra da kimse dikiş tutturamadı orada.

    konumuza dönelim. ben o gün o tören için geride bırakıldığım gibi hep arkada bırakılandım. babam, annem, abim ve ben bir akrabaya, en azından babaanneye gitsek, geri babam döndüğünde yanına abimi de alırdı ama ben annemle kalırdım. çok zoruma giderdi. çocukluğum trende geçti. köye giderdik babam hariç. annem ve abim akrabalarımızla tarlaya giderdi. ben arkada anneannemle kalırdım. beni götürmezlerdi. zira hiç arkadaşım da yoktu. hep yol gözlerdim. peşlerinden gitmeye çalışırdım ama aklım ermez, götüm yemezdi. 10 saat onları beklerdim, yalnızlığım bitsin diye. öyle bir çocuk yalnızlığıydı işte. mesela 2002'de en küçük teyzemin eşinin ölmesi, henüz 1 aylık bir bebek olup da bugün tıp fakültesi kovalayan kuzenim sefa'nın daha o yaşta babasız kalması üzerine onların köyüne gittiğimiz zamanki gibi. o köyde kaç ay yol gözledim, kaç ay arkadaş aradım bilmiyorum. yola çıkıp etrafa bakardım kim gelir acaba diye. gelen tanıdıksa arkadaş olur mu aralarında, yaşıtım olur mu diye, neyse. dedim ya beni tarlaya götürmezlerdi. bir süre sonra abim de köye gelmemeye başladı. babamla kaldı. ben annemle gidip geldim. köye gidince de annem, teyzem ve diğerleriyle tarlada, ben yine evde anneannem ve bu sefer sefa ile yalnızdım. he en azından sefa'yla 2 liralık piknik yapardık, orası ayrı. ya da evde az kişi olmasını fırsat bilip karabaş'ı ekmeğe boğardım. anneannem ise bana helva yapardı. şimdi gözleri görmez ama hala yapmaya çalışır. ya başarır ya da yaşlılığına üzülerek yarıda pes eder. olmadı kızlarına seslenerek, guzum şu çocuğa helva yapın der. ben istemesem bile. sıkıldığımı anlar zira ya da yapılırsa sevineceğimi düşünür. çok masumdur. o yüzden söyler.

    işte o 2006 bu sefer farklı oldu. abim gitti, babam gitti, annem gitti. ben tek kaldım. o çay ocağını babam tek başına işletirdi. ocakçısı da garsonu da oydu. ben dersten sonra giderdim yardıma ya da abim ama daha çok ben. tören için onlar gitti, ben bırakıldım. refaattin'in oğlu ocağa bakacak, çayları ben dağıtacaktım. bir kere o çay ocağında çay dağıtırken hep gittiğim emlakçının birinde, çayı masaya dökmüştüm. adam 10 yaşında olan bana hunharca bağırmıştı. ağlamıştım da. çayları tekrar getirdim. gel dedi, bilgisayara oturttu. oyun oynatmaya kalktı. oynadım da. ama sanki bilmiyoruz kraloyun'u amk salağı. neyse, nasıl vicdan azabı çekmişse, oyun oynattı bana sevinirim diye. kuşçulardan biri de bana sevineyim diye sakat bir kuş vermişti. adını tek akıllı benmişim gibi maviş koymuştum. 6 ay yaşadı. ilk ve son evcil hayvanımdı. birbirimizi çok sevdik. kuşum olduğunu duyunca diğer kuşçu da bana kafes vermişti. mutlulukla eve getirdim kafesi. maviş'in artık evi vardı. ama kafesin içinde ölü kuş çıktı. orospu çocuğu kuşçu. 10-11 yaşında velediz. travma yaşatmaya ne hakkın var bize?

    neyse, ben o zamanlar oğullarının töreni için giden teyzem ve amcamların evinde kaldım. evde ise ortanca teyzemin eşi vardı. çalıştığım parayla kendime dondurma alırdım. bazen annemi özlediğim için ağlardım. sonra herkes geldi geri. babamla ben çalışmaya devam ettik. mahallede herkesle arkadaş olmuştum. çocuklarla da sürekli oynardık. çoğu benden küçüktü. top oynadıktan sonra onlara oralet ısmarlardım. zira ben o zamanlar eski mahalleme yakın bir mahallenin takımında kaleciydim. ayrıca iyi top oynuyordum da. ama nasıl mütevazi bir çocuksam, şortum yok diye kaleci olmayı seçmiştim. he, kaleci şortum olunca da hiç çıkarmadım onu idmanlarda. hiç uzun giymedim bir daha, ne karda ne de kışta. kulübe ilk başladığım zaman ise 8 yaşındaydım. 2004'tü.

    tekrardan neyse. benim kaleciliğim öyle devam ediyordu işte. yaşıtlarım arasındaki en iyisiydim. ta ki kolum kırılıp da ameliyatlık olana kadar. en iç burkan anım da o narkozu yediğim ve uykuya girmeden önceki birkaç saniyedir. bugüne dek kimseye anlatmadım. bazılarına özellikle parti taraftarlığı yapmasınlar diye anlatmadım. çok mühim bir olay da değil zaten.

    yıl 2007. babam halen daha refaattin'in orada çalışıyor. ben de yardıma, kulüpte kaleciliğe ve mahalledeki çocuklarla oynamaya devam. bir gün yine çocuklarla top oynarken birden, ne olduğunu anlayamadan kötü bir şekilde düştüm. bileğim ikiye katlandı resmen. ama nasıl koşuyorum nasıl. ağrıyor mu acıyor mu bilmem. koştum içeri, babam soğuk suya tuttu. refaattin incinmiştir dedi. gözünü para hırsı bürümüş kapitalist orospu çocuğu ne olacak. işçiye saygı nerede gezer amk. neyse. ben 11 gün öyle gezdim. krem mrem sürdüler, et koydular. sardılar. ama tek güvenilir referansımız refaattin'di. çünkü o incinmiştir demişti. doktora gitmedik. halbuki babam götürmez miydi beni? götürürdü. ama parası mı vardı ki? neyle götürecek hem? e tabii karneyle o zamanlar. bizim de yok, ne olacak? ailede bi çocuk doktora gitse, karnesi olan kuzenin karnesiyle gider doktora. gelenek halini almış. bizim kuzeninkini de alamadık. doktor tembih etmiş iyice çünkü yasak diye. ama bu konu mühim değil. çünkü 11 gün olmuş ve benim kolumun incinmiş olduğu düşünülüyor. bense acıdan duramıyorum. en ufak harekette şiddetli ağrı. çıkık, kırık olsa duramazdı derler ya öyle* ama refaattin incindi dedi sonuçta. neyse efenim, ben kolumda sargıyla top oynamaya devam ediyorum, tıpkı daha önce ve sonrasında kafamızda dikişle kalecilik yaptığımız ve yapacağımız gibi. halbuki kendimize saygısızlığımızdan değil, futbola olan saygımızdan.

    11. günün sonunda yine top oynuyoruz çocuklarla inatla. benim kolda sargı. birkaç defa kola gelmiş top ama çok ağrımamış. bu sefer bir geldi. allaaaah. o ilk an düşüşüm gibi bir acı yaşadım. gittim hemen sinirli sinirli babama. ağladım, zırladım. bir sürü laf bile söyledim adama o yaşımda. ağzıma sıçtı, kovaladı beni. ben de iyi kaçıcıyım he. eline de sopa almış babam. vuracağından değil sevgili yazar ve çaylak arkadaşlar. korkutmak amaçlı. kaçmayacağımı biliyor ve korkunca da geleceğimi biliyor çünkü. dolayısıyla gel lan, diyor. gideceğiz doktora. tamam diyorum. tamam tamam da hangi parayla. e karne yok? kuzenden alamıyoruz. kim var peki? doğduğum ve büyüdüğüm, sonra dükkanı devredip taşındığımız mahallemdeki beraber doğduğum, beraber büyüdüğüm en yakın arkadaşım alican'ın karnesini. bu arada alican sarışın, yeşil gözlü. ben esmer, kahve gözlü. ben artık alican'ım. benim adım bayağı bi alican oldu. gittik hastaneye. kol, bilekten basbayağı kırılmış. girdi mi lan kel refaattin? dalyarak. o kadar kırıldı dedik dinlemedin, ya işte böyle sikerler adamı! üstüne bir de sağa doğru kaynamış benim el. biraz daha gitmesek çolak olacakmışım. gidiyormuş yani sağ elim, pü!

    hastanede ameliyattan önce adım alican oldu benim. halbuki adım ''y''. ama giden gelen alican diye çağırıyor. zaten en yakın arkadaşım, çocukluk arkadaşım. ne fark eder? ama sadece rapor alamadım okullarımız farklı diye. dolayısıyla 1 ay okula gittim. müzik dersinde de kolum alçılı olmasına rağmen flütümü çaldım, notumu aldım. on numara harekettir.

    neyse, ameliyat gecesi geldi. içimi burkan kısım burasıdır hep benim. yatırdılar beni sedyeye. götürüyorlar. girdik ameliyathaneye. adımı sordular alican'ın adı. soyadımı sordular alican'ın soyadı. okulumu sordular alican'ın okulu. her şey alican. alican'ın kimliği var bi de bende. hani 15 yaşına kadar kimliğe foto konmazdı ya ama bizimkilerde vardı fotoğraflarımız. 10-11 yaşındayız ama lisanslı topçularız zira o dönem. o yüzden kimlikte fotomuz mevcut. kuuluz, şeklimiz var. hemşireler falan da salağa yatmıştır zaten. kimliğe bakıyorlar sarışın, yeşil gözlü, çilli bir alican görüyorlar ama çağırınca veya yattığı yere gidince esmer tenli, kahve saçlı bir alican'la karşılaşıyorlar. o yüzden onlar da çakmıştır mevzuyu, beni ameliyat eden doktorlar da. çünkü bana o sorulardan sonra serum vereceklerini söylediler. sayı saymam gerekliydi. saymaya başladım. serum veriliyordu. en son uykuya dalmadan önce adımı sordu bir doktor. sorma işte göt herif sorma! adın ne dedi bana. kafa gidik olduğu için kendi adımı verdim. y, dedim. sonra o halde hatamın bir saniyede farkına varıp, ay hayır benim adım alican, deyiverdim.

    hatırlar hatırlar üzülürüm.
1487 entry daha
hesabın var mı? giriş yap