• kimileri pişmanlıkla harmanlanmış bir burukluk yaratan anılardır.

    uzun yıllar önce, çok uzaklarda bir üniversitedeyiz.
    pek de paramız yok üstelik. acaip birtakım işlerde çalışıp başımızı suyun üzerinde tutmaya çalışıyoruz.

    en yakın arkadaşımın bir kız arkadaşı var. çok mutlular. öyle mutlular ki, evlenmeye karar veriyorlar.
    evleniyorlar da.
    bir ev tutuyorlar. ama eşya yok. yerlerde minderler var, o kadar.
    üçüncü bir arkadaş, kiraya yardımcı olmak için yanlarına taşınıyor. ama ev küçük. yatak odası olarak holde, duvarın içine yapılmış kütüphane girintisinin içine bir şilteyi kesip sığdırıyoruz. denizaltı belgeselleri gibi oluyor, ama yatacak yer sorunu çözülüyor.

    tam bu günlerde okulda bir tiyatro gösterisi için hazırlıklar yapılıyor. biz ışık mışık işlerinde çalışıyoruz.

    ve aklımıza (tam olarak kimin aklına geldiği önemli değil, kollektif bir çaba diyelim) sahneye konulacak oyunun dekoru geliyor.
    son provalara kadar bekliyoruz. en sonuncusu kostümlü prova, tüm dekor da tamam.
    oyun bir evde geçiyor. daha doğrusu yemek odasında.

    son provadan sonra gece en hain planları yapıp gizlice binaya giriyoruz. tüm eşyaları büyük bir ciddiyetle demonte edip, en küçük parçalarına ayırıyoruz. hiç vakit geçirmeden dışarıda bekleyen, koltukları yatırılmış station vagon bir otomobilin içine taşıyıp, itina ile yerleştiriyoruz.

    ertesi gün oluyor. arkadaşımın evinde tüm eşyaları yeniden monte edip kuruyoruz. saray gibi oluyor ev.

    işin garip tarafı da, oyun hiç aksamadan sahneleniyor. bambaşka dekorlar ile hem de.
    arkadaşım ise, yaklaşık on sene o eşyaları kullanıyor sonrasında.
  • kimileri akabinde hoş bir anıya dönüşen garibanlık durumlarıdır.

    marmara'nın henüz kirlenmemiş ve yazın rahatça girilip yüzülebildiği zamanlarda, yaz tatilinde aileye rica minnet yalvarılıp o zamanlar daha anlamsızca kalabalıklaşmamış çınarcıkta, ben yaşlarda oğulları olan yakınlarımızın yazlığına bir haftalığına gitmek için izin koparılır.
    cebe, gidiş dönüş yol parasından az hallice üç kuruş konulur ve yola çıkılır.

    plan basittir: evin sahibi aile istanbul'a dönecek, biz de 15 yaşlarında üç velet bir hafta evde kalacağızdır.
    en başta her şey güzel gider.
    evde büyükler olmadığı için, yapıp bıraktıkları yemekler acele biter, cepten harcanan para ise, dönüş için ayrılan kısmı dahil olmak üzere üçüncü günde tükenir.
    dördüncü gün, parasızlık ve açlıkla yüzyüze gelinir.
    arka taraftaki tepelere meyve toplamaya gidilir. bir köylü halimize acıyıp bir de koskoca kabak verir bize. biz kabağa bakarız, kabak bize bakar. tamam, kabak tatlısı yapılabilir en nihayetinde, ama aç karnına adamı allah bilir ne eder o kabak tatlısı.
    elde kabak, poşette meyveler tepelerden dönerken, aşırı hızlı giden bir kamyona takılır gözüm.
    elimden sadece "yemek" diye bağırmak gelir. bağırmamla birlikte o koca kamyon, yolun ortasında eğleşen bir tavuk sürüsünün içine dalar. tavuklar sağa sola kaçışır, kamyon fren yapar, ortalık toz duman olur, ardından yolun ortasında yatan o beyaz tavuğu görürüz.
    koşa koşa gideriz yanına. biz oraya varana kadar tavukların sahibi de yola çıkar. adamın hafif bir tiksinti ile baktığı tavuğa biz de bakarız, durup dururken "helal eder misin?" derim. adam, evet şeklinde kafasını sallar.

    tavuğu hemen oracıkta kesip, tüylerini denizde yıkaya yıkaya ayıklarız. akşama ziyafet olur bize.

    ertesi gün, aklıma arkadaşımın babasının sandalı gelir. sabah erkenden balığa çıkarız. amaç, sabahtan o gün bize yetecek kadar istavrit tutup yemeği garantilemektir.
    istavrit tutmanın ne kadar bereketli olabileceğini o gün orada çarşaf gibi denizin ortasındaki sandalda sap gibi ayakta durup çapari sallarken öğrendim ben.
    akşama doğru iki kova ve bir büyük leğeni tepeleme doldurmuş dönerken, fazlasını komşulara mı versek diye tartıştığımızı hatırlıyorum.

    sahile varıp sandalı çektiğimizde ise, yan siteden bir hanım, tüm parasızlığımızı ve açlığımızı unutturacak o inanılmaz soruyu sordu bize: kaç para istavrit evladım?
    o anda beynimizde çakan şimşekleri tahayyül dahi edemezdiniz...

    elime geçen, o bildiğiniz eskiden lokantalarda filan bulunan plastik ekmek sepetini doldurup, 5 lira deyiverdim. balıklar hala canlıydı. (yetmişli yıllarda milyon filan da yoktu)
    ilk satışımızı o hanıma yaptık böylece.
    ertesi gün, ve arkasından bir sürü ertesi gün, sabahın köründe balığa çıkıyorduk. normal çapari 7 iğneli olur. biz üçer çapariyi birleştirip 21 iğneli yapmıştık gelen balığa yetişebilmek için. akşama kendimiz için bir kısmını ayırıp kalanını en yaratıcı yöntemlerle satıyorduk.
    sitelerde misafir gelen evlerin kapılarını çalıyorduk. kimse canlı balığa hayır demiyordu.
    ceplerimizde tomar tomar para ile gezer olmuştuk. çınarcık'ta dondurma ısmarlamadığımız kız kalmamıştı.

    benim bir haftalık tatilim istavrit sayesinde neredeyse bir ay süren vur patlasın, çal oynasın bir tatil oldu bu sayede.

    dönüşte, babasının sandalı olan arkadaşımın on vitesli sarı peugeot yarış bisikletini dahi satın aldım. hayallerimin bisikleti idi.
    eve de, kartal'dan selamiçeşme'ye kadar bisikletle gittim tabi. yarış bisikletiydi hem de.
  • böyle anılarda baş karakter şuna benzer sözlerden sarf eder, "o gün o yerdeki 10 kuruşu tekmelemeyecektim.."
  • dört arkadaş akşam vakti çarşıda dikilip ne yesek diye düşünmekteyizdir, toplam çıkan hasılat iki tane dönere ancak yetmektedir. hep birlikte dönercinin önüne gidilir ve orada bir plan yapılır; içeri iki kişi giricek, iki döner alacak diğer ikisi de dışarıda tok rolü yapacak.* plan iyice konuşulup arkadaşlara sıkı sıkıya tembihlenir ve arkadaşlar içeriye yollanır, bu olaylar gelişirken yanımızda park halinde olan arabanın sahibi gelmiş ve bizim konuşmalarımıza şahit olmuştur.
    iyi niyetli, hayırsever abi: ya gençler konuşmalarınızı duydum, ben de uzun yola çıkıcam şimdi, müsaade ederseniz size yemek ısmarlamak isterim.
    ascartia: yok abi biz şaka yapıyoduk, aslında paramız var bizim.. arkadaşımın babası doktor benimki de fabrikatör*ühühüü
    dönercideki arkadaşlar bırakılır ve ağlaya ağlaya koşarak uzaklaşılır olay mahalinden.
  • tüm kriterler/puanların tutmasına ve şiddetle istenen bir bölüm olmasına karşın, sırf 75 lira başvuru ücreti olduğu için o yüksek lisans programına başvuramamak iyi bir örneğidir. ellerinden kayar gider, bakakalırsın...
    "paranın gözü kör olsun" demiş birileri. evet, tutmuş olmalı o ah; beni görmüyor zira.
  • çok da değil aslında, birkaç ay önce vuku buldu bu garibanlık anısı. uzun zamandan beri görmediğim bir arkadaşımla görüştüm; aslında görüşmezdim cepte beş kuruş olmadığından ama ısrarlara * dayanamayıp görüşmeye gittim. kızcağız uzaklardan bizim memlekete gelmiş, -zaten çok da sevdiğim bir arkadaşım- gelemem demek de olmazdı doğrusunu söylemek gerekirse. neyse, buluştuk, eskilerden konuştuk, hava güzel olduğu için dolaşmayı tercih ettik. bir iki saat seyyar satıcılar gibi dolaştıktan sonra 'bir ara gel şurda güzel bir cafe var, dışarda oturup birşeyler içelim' diye bir teklifle geldi bana fakat ben oralı bile olmadım. ikinci soruşunda ise 'uzun süreden beri evde ders çalıştığımdan oturmaktan sıkıldım, senin için mahsuru yoksa dolaşalım' dedim. oysa ki arkadaşımın gitmek istediği cafe oldukça güzel bir mekan ama konseptinin biraz farklı olmasını fiyatlarına yansıtmışlar. arkadaşım kahve hastası biri olduğundan mutlaka filtre kahve içecek, üzerine de latte'yi çakacaktı. biliyordum oraya otursaydık en az 25 tl hesapla kalkacaktık. oysa ki zamanında, daha doğrusu öğrenciyken okuldan gereksiz insanlarla çok takılmıştım o mekana hem de yüklü bahşişler bırakarak. şimdi ise işsizliğin, dolayısıyla parasızlığın vermiş olduğu garibanlık ile 25 tl'lik hesaptan korkuğum için, cebimde o kadar para olmadığından, ödeyemediğim kredi kartı borcuma biraz daha ekleme yapmamak için uzun süreden beri görmediğim, çok sevdiğim canım arkadaşımla o cafeye oturup ona kahve ısmarlayamadım. 1 saat daha dolaştıktan sonra a101'e girip bankamatiğimde arta kalan ve atm'den çekemediğim 8.75 lira ile 2 tane limonlu nestea ve 2 tane tutku alabildim sadece. filtre kahveyi çok istediği gözlerinden anlaşılan arkadaşıma filtre kahveyi ve cila için üzerine latte/mocha'yı ısmarlamayadım.
  • lisedeyim. üstüm başım biraz pasaklı bir şekilde ykm'ye girmek istedim. yavşağın evladı güvenlik içeri almadı beni.
  • şirket servisiyle eve gidilmektedir. mesanenin doluluk oranı artık hat safhadadır. dayanmayıp eve çoook uzak bir noktada servisten inilir. en yakın işkembecide mesane boşaltılır. yalnızca 20 kuruş eksik olduğu için toplu taşıma aracına binilemez ve o upuzun evin yolu arşınlanır. hey gidi...
  • lisede okurken, cuma günleri okul çıkışında servisi çiftlikten* geçirirdik. isteyen kokoreç, isteyen mısır falan alırdı. bir gün yine bazılarımız kokoreç alırken ben yarım ekmek dönerimi yemiş halde tok aslan gibi kokoreççiyi izliyordum; tık tıkı tık tıkı sesleriyle sanatını icra ediyordu ustam. "acı olsun mu?" diye sordu arkadaşlara. onlar da erkekliklerinin bütün gururuyla ilerleyen yıllarda basur olmayı göze alarak "bol acılı" dediler. bir zaman sonra kokoreçleri ellerindeydi. birden ustayla göz göze geldik. "sen almadın mı?" dedi, "hayır" dedim. birden bir çeyrek ekmek arasına kokoreç doldurmaya başladı. ben durumu anlayamadan onu izlerken "al" dedi. "saol amca ben yemem" dedim. "al" dedi tekrar "insanlık ölmedi ya".
  • ortaokuldayım, ramazan ayındayız. ders saatine geldiği için iftar, tutan öğrenciler için bi yarım saat ara veriliyor derse. herkes bir şeyler getiriyor evinden iftarda sınıfta yiyor. bir kaç kişide bi gün pide yaptırmış kendi aralarında. benim beslenmem var ama çok şükür :) hocaya ikram, yancılara ikram vs. bana da getirdiler bi parça attılar, evet attılar veya şu an çok abartıyorum. allah allah diyorum neden beni seçtiler de kıyak yapıyorlar, bayram değil seyran değil x* beni niye öptü diyorum dalgasına. sonra demez mi bu ''öküzün trene baktığı gibi bakıyordun, vermeyelim de ne yapalım'', çok ezilmiştim, lan büzülmüştüm hatta!

    evet, hırs yaptım.
    şimdi ne mi yapıyorum! kardeşler pide ve kebap salonu zincirlerinin sahibiyim. beklerim...
hesabın var mı? giriş yap