• "dahilere sinema tarihinde çok az rastlanır: bresson, mizoguşi*, dovşenko*, paradyanov*, bunuel... bu yönetmenlerden hiçbirini bir diğeriyle kıyaslamak mümkün değildir. her biri kendi yolundan gider. uzun susamışlıklar, zayıf taraflar hatta saplantılar da olsa çok açık bir hedef, kendi içinde bütünlüğü olan bir kavrayış adına yürüyüp giderler." andrey tarkovski - die versiegelte zeit
  • ozu ve akira kurosawa ile beraber japon sinemasinin en onemli temsilcilerinden biridir. bati'da ozu ve kurosawa kadar populer olmasa da aslinda birbirlerinden cok etkilenmistir bu yonetmenler ve tarzlari oldukca farkli olsa da konu ve icerik olarak japon kulturunu farkli acilardan cogu zaman ortak goruslerle temsil ederler. mizoguchi'nin cocuklugunda yasadigi bazi aci olaylardan sonra sinemasi da bu olaylarin etkisinde gelismis ve japon kulturunu temsil etmenin de yaninda cok kisisel ve ozel filmler olmuslardir. 17 yasinda cok sevdigi annesini kaybetmesi, kardesinin ailesi tarafindan parasizlik nedeniyle bir geisha olarak satilmasi ve babasinin cok buyuk servetini kaybedip oldukca fakir bir duruma dusmesi mizoguchi'yi derinden etkilemis ve gelecekte yapacagi filmlerin temel taslari olmustur. yonetmenin masterpieceleri sirasiyla, the resurrection of love, osaka elegy, the story of the last chrysanthemums, the life of oharu, sansho the bailiff ve ugetsu olarak siralanabilir.
  • bugün iyi yapılanını ağzı açık bir hayranlıkla, kötüsünü mutlaka küfrederek izlediğimiz plan sekans'ın babasıdır.

    "can't be praised enough, really." / (yeterince övülmesi mümkün değildir, gerçekten)

    orson welles
  • mizoguçi filmlerinde, eşsiz bir dünyanın dilin hissettirir ki belki de sinemada gerçek bir evrenselliğe daha da önemlisi bir insanın evrenselliğine ulaşan tek yönetmen olabilir.

    mizoguçi izlemek japonya'yı keşfetmek gibidir. o eşsiz halk hikayeleri ve özene bezene sunduğu feodal hayatlarda japonya gibi ritüelleşmiş bir toplumda özgürleşmemiş kadınların durumlarına odaklanır. muadili sayacağımız kurosava'nın dahi epik anlamda başarılı olduğu yerde, mizoguçi, filmlerinde tek bir karenin kompozisyonuyla destansı anlar yaratır. deyimi yerindeyse ince derinliklerde basit dünyalar inşa eder.

    hani yine karşılaştıracak olursak kurosava kişilik olarak güçlüyken, mizoguçi kırılgan ve naiftir. demlendiği hayat şartlarından olsa gerek bu kırılganlığını filmlerinde büyük bir hüzünle hissedersiniz. yoksulluk içinde büyümüştür ve kız kardeşinin fuhuş için satılmasına tanık olmakla kalmamış, gençliğinde annesi öldükten sonra onunla yaşamak zorunda kalmıştır.

    filmlerinin çoğu, yoksulluk ve savaş tarafından geyşa yaşamına zorlanan anneler ve kızların sahnelerini içerir. tüm bu sefalet ve ızdırapta dahi sanat okuması, şiirler yazması, oyunculuk eğitimi alması ve nihayetinde 1922'de yönetmenliğe başlaması bana göre müthiş bir başarı hikayesidir.

    dile kolay 34 yılda 80 film yapmıştır ki bunlardan en az üçü, ugetsu monogatari, sansho dayu, saikaku ichidai onna, her ne kadar gözlerden ırak olsa da dünya sinemasının başyapıtları olarak kabul edilir.

    yazının başında değindiğim gibi mizoguçi'nin evrensellik iddiası öyle içi boş bir olgudan ibaret değildir. filmlerinde her ne olursa olsun insana saygısını ve insanların yaptığı hatalara karşı sunduğu merhamet birçoğumuzun içinden çoktan uçup gitmiş erdemli duygulardır.

    filmlerindeki karakterlerinin sanatsal veya ahlaki mutluluklarının peşinden gitmek için ödediği bedel genellikle sürgündür ki ahlak ve hakikat hakkında tarihi yargılarda bulunduğu sineması hala daha unutulmamıştır.

    annesi ve kız kardeşinin yaşadığı trajedi içerisinde kadınlar onun filmlerinde erkekler için merkezi bir öneme sahiptir. bir örnek vermek gerekirse eğer ugetsu monogatari filminde terk edilmiş eşin ağzından şu cümleler dökülür: "bir erkeğin başarısı için birinin acı çekmesi gerekir".
  • kamerasıyla roman yazan adam.

    anlattığı hikayelerin ekonomik ve toplumsal arka planını incelikle aktarıyor, kadın/cinsellik/tabu gibi meselelere değiniyor ve aynı zamanda "metafizik" ögeleri de görmezden gelmiyor. ve bunları, anlattığı hikayeye yedirerek, konferans çekmeden veriyor. parmak sallamıyor.

    üstüne üstlük tüm bunları avrupa'daki diğer büyük yönetmenler gibi "buhranlı", "sıkıntılı", "seyri zor" filmlerle değil gayet akışkan, belli bir ritme sahip, sıkıcı olmayan bir tarzda yapıyor.

    çağdaşı yasujirô ozu'nun "nihilist" filmlerinin aksine belli bir "emek" ve "inanç" olumlaması vardır mizoguçi'nin filmlerinde. bir öneri getirir. boş vermez. alternatif bir toplumsal düzen göstermek ister.
  • umarım yaşadığı dönemde bir nebze olsun sinemasıyla mutluluğu kıyısından köşesinden yakalamıştır dediğim yönetmendir. biz böyle günlük dertlerimizden falan acılar içinde yaşadığımızı düşünüyoruz ya çok komik geliyor. adamın babası tam bir şefersizmiş ki kız kardeşini dahi geyşa olarak genelevlere pazarlamıştır. annesinin çektiği acıları hayal dahi edemiyorum ki böyle bir ortamda sanatına sarılması ve müthiş işler çıkarması salt bir başarıdır.

    filmlerinde de kadınlar üzerinden, özellikle geyşalar üzerinden yaşadığı kötülükleri ve bu dünyanın saf kötü bir dünya olduğunu bizlere anlatır. fuhuş konusunu çalışmaları boyunca sık sık tema haline getirmiştir ve örneğin oharu'nun hayatı filmi direkt kendi hayatından alıntılar barındırır ve bu filmi için de en sevdiği filmi olduğunu belirtmiştir.

    tabii japon sineması dediğimizde hemen akla gelen kurosava ve ozu oluyor. mizoguçi'nin kurosava ve ozu kadar tanınmaması büyük talihsizlik çünkü filmleri diğer iki yönetmen kadar önemli, şiirsel ve japon kültürü hakkında çok şey anlatır. hatta godard bu konuda hakkını verircesine: "japon film yapımcılarının en büyüğü" demişliği vardır.

    yahu bu adam kariyerine sessiz çağda başlamış biri. 30'lu ve 40'lı yıllarda; son krizantem hikayesi (1939) ve 47 ronin (1941) gibi filmleriyle başarılar elde etmiştir. 50'li yıllarda oharu'nun hayatı (1952), ugetsu (1953), mübaşir sansho (1954) ve utanç sokağı (1956) gibi sinematik başyapıtlarını sıralamıştır. yukarıda da bahsettiğimiz gibi sürekli olarak odaklandığı kendi kişisel temaları vardır ki bunlar arasında yoksulluk, açgözlülük, ahlak, kefaret ve kadının japon toplumundaki yeri en başı çeken temalardır.

    zaten filmlerinin sahnelerinde müthiş bir kompozisyon ustası olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. özellikle o ünlü 'tek sahne, tek çekim' teorisiyle tanınır. tarzı yakın çekimlerden uzaktır ki bunun yerine karakterleri çevreleriyle ele alır, bu da gerilim ve psikolojik yoğunluk yaratıyor haliyle. mesela ozu'nun filmlerinde de benzer bir teknik vardır ama ozu'nun farkı, kamerasını hiç hareket ettirmemesidir. hülasa mizoguçi'nin diğer japon yönetmenlerden farkı daha şiirsel bir üslup sahibi olmasıdır diyebiliriz. bu şiirsellik, çektiği acıların beyazperdeye yansımasıdır.
  • sinema tarihinin en güzel isimli filmi olan 1926 yapımı "kağıttan bir bebeğin ilkbahar fısıltısı" filminin yönetmeni.
  • 1952 tarihli "hafif meşrep kadın o-hara'nin hayatı " filmi ile bilinen japon yönetmen.
  • 1898'de doğan japon yönetmen. güzel sanatlar akademisinde okuduktan sonra 1920 yılında yönetmen yardımcısı olarak sinema kariyerine başladı. 1932'de ilk filmini yöneten mizoguchi, japon klasik edebiyatının pek çok klasiğini sinemaya uyarladı. bergman'dan antonioni'ye pek çok yönetmenin sonradan yararlanacağı plan-sekansı geliştirdi. hemen hemen hepsinin senaryosunu da yazdığı 200 den fazla film çekti. 1956'da hayatını kaybetti.
hesabın var mı? giriş yap