• meursalt karakterinin la peste'deki tarrou karakterine benzediği camus romanı.

    tarrou'nun annesi için söyledikleriyle meursalt'ın annesinin ölümü karşısındaki tavrı oldukça benzer.

    tarrou: "onun için öldü diyemem, yalnızca daha fazla silikleşti, ve bir gün arkama dönüp baktığımda artık yoktu."
  • --- spoiler ---

    kesinlikle genlerinden gelen etkilerle yasamis, duygulari olmayan bir adamin hikayesi. mersault hicbir seyi umursamayacak kadar - hatta ölumu dahi - hissiz biridir. bu tarz kisiler de olmayacak yerlerde, olmayacak dusunceler icinde bulunmalari en cok gorulen seydir. bircok kisi annesinin olumune uzulurken, mersault ve benzerleri olum haberini aldiklarinda, onun olumuyle alakali olmayan baska dusunceler icinde yer alacaktir. yine idamla yargilanirken dahi ölumu degil de yargilamayi dusunecek karakterdeki kisidir. bu kitapla ilgili olarak cilt cilt psikolojik tahlil yapilabilir fakat camus'un da tasidigi ve cok iyi bildigi ana kisilik ozellikleri mersault'da da var, bunlar:

    bu kisiler anne, baba, kardes dahil olmak uzere kimsenin olumune uzulemeyecek kadar veya bir sey hissetmeyecek kadar asmislardir. evet asmislardir zira bu normal insanin yapabilecegi bir sey degildir. bu kisi artik kendisi icin hayatin anlami olmadiginin farkina varmistir. yani kendi hayati anlamsiz oldugu icin kimsenin hayatinin anlami olmayacagini bilmektedir. bundan dolayi da hayatin anlamsiz oldugunu dusunen biri icin insanlarin olmesi veya yasamasi arasinda fark yoktur.sonra en buyuk ozelliklerinden biri ise delirmeden onceki asama olan kurgulamanin da had safhaya ulasmadir. olaylar karsisinda veya basit insan hareketleri karsisinda seytanin veya bu hareketi yapanin dahi aklinin ucuna gelmeyecek seyleri dusunup, hayal edip ve bu dusundukleri her an olacak gibi davranmalaridir. bunun icin de kendisiyle ilgili olmayan bir olay sebebiyle insanin yapabilecegi en zor seyi yani insan oldurmeyi dahi yapabilmesidir.

    diger bir ozellik ise normal insanlara cok zor veya imkansiz gelen seyler bu kisiler icin basit birer eylemden oteye gitmeyecektir. cogu insan idam edilmeden once uzulup aglarken, bunlar dostoyevski'nin de belirttigi gibi karsisindakine isler nasil diye soracak yapidadirlar.

    en buyuk ortak ozellikleri ise kimsenin hayal edemeyecegi kadar kalpsiz ve hissiz olduklarindan dolayi omur boyu sacma bir hayat yasadiklarini bildiklerinden ya intihar edecek ya delireceklerdir ve mutlaka maskeyle bir omur gecireceklerdir.

    camus kitabinda kendini ve kendi gibi olan az sayidaki insani anlatmistir.
    --- spoiler ---
  • sene 2008, istanbul'daki kitaplarımı koli koli çanakkale'ye götürmüşüm... evde de böyle bi' şenlik havası: düğün varmış gibi, kız alıyormuşuz gibi... dedim ya, çanakkale'ye dönmüşüm. aylardan temmuz, günlerden cumartesi... renkli bir haftasonu kahvaltısı, herkes sofrada... peder ilkokul esprileri filan yapıyor, valide gülüyor... "yeter" dedim, "doydum"... odama doğru ağır adımlarla yürümeye başladım, yatağa uzandım ve ceketimin cebinden bir dal sigara çıkarıp dudaklarımın arasına sıkıştırdım. hava çok güzeldi. kitaplarımı düşündüm. uyumuşum... uyandığımda evde kimse yoktu.

    ulan amma uzattım mına koyim! kolileri açtım, okuduğum kitaplarla, okumadığım kitapları ayırmaya başladım... okuduklarımı bir bölgeye yığdıktan sonra, okumadığım kitapları da... sonra günlerden pazartesi ya da salı... valide çıktı geldi yanıma. "sen" dedi "hep o camış'ı okuyon diye böyle oluyon"... "ne diyosun anne, noluyo" diye sordum. "hep o camış yüzünden" diye ekledi bir daha. "ne camış'ı anne? ne saçmalıyosun?"... meğerse bizimki uzun soluklu tuvalet maceralarından birinde, kardeşimin çamaşır makinesinin üstünde unuttuğu yabancı'ya hallenmiş... hallenmekle de kalmamış, okumuş bitirmiş. ben de o aralar böyle puşt gibim, ibne gibim bir şeydim bittabi. yemek yememeler, sürekli sigara tellendirmeler, böyle saçma sapan bir karının dibinden ayrılmamalar...
  • aşağıdaki düşünceleri toparlamamı sağlayan kitap.

    “toplumsal düzen yeni fikirlere karşıdır.” bugüne kadar okuduklarımdan ben bunu çıkardım erenler.

    meursault da düzeni tanımayan, din, gelenek vs değerleri olmadan da erdemli olunabileceğini gösterir. annesine sevgisini bile sorgular bu düzen. o ise bu düzene eleştirilerini 4 kurşunla gösterir. çoğu ekşici arkadaşların değindiği konuları tekrar etmeyeceğim.

    başucu kitaplarımdan anayurt oteli ve aylak adam la aynı kefeye koyan arkadaşlara ise katılmıyorum. çükü zebercet’in hayatta bir tutkusu vardır: otelinde kalan kendine göre gizemli kadın bir örneğidir bunun. tamamen düzenli olan hayatını ondan sonra sorgular, bambaşka bir insan olur. kendi hayatını bomboş görerek intihar eder. aylak adam c.in de geçmiş tutkuları vardır, eve çağırdığı hayat kadınını teyzesine benzediği ve dizine yatmak için çağırır. meursault ise evlenecek üzere olduğu kadını sevmez bile. ona göre bomboş olan ise dışarıdaki hayattır.

    yusuf atılgan’ın karakterleri ne aradığını bilir ancak onu bir türlü bulamazlar toplumda. meursault ise bir şey aramaz ve beklemez toplumdan. toplum meursault’ün yabancılığına cevap vermez, hatta onu bu durumdan dolayı yok eder. tanpınar’ın huzur’unu okuyunca suat’ı da dahil ettim bu guruba. suat kendi varlığının toplumdan bağımsız olduğunu ve bu yüzden de hür olduğunu söyler. ama bu ona yetmez ve toplumda istediğini bulamaz. neticede o da bilinen sona gider.

    edit:imla
  • kitapta ''şunu da kabul etmeliyim ki, insanları oyalamaya karşı duyulan ilgi pek uzun ömürlü olmuyor.''
    diyerek günümüz zihniyetinin popüler yanılsamasını daha o vakit bellemiş,belletmek istemiştir.
  • bir albert camus romanı. varoluşçu felsefenin yansıtıldığı sıradışı bir eser. "bugün annem öldü veya dün, tam hatırlamıyorum." cümlesiyle başlıyor. girişte vuruyor en başta. okudukça çekiyor içine. "nasıl bir insan bu?" diye sorgularken bir yandan da yakınlık duyuyorsunuz. sanki normal olan o da biz anormaliz gibi. hem "normal" ne ki? bir şeyin normal olup olmadığı neye göre, kime göre, hangi kriterlere göre belirlenir? işte romanın kilit sorusu bu zaten. annesinin ölümüne ağlamadığı için, "normal" olmadığı için yargılanan, ölüm cezasına çarptırılan bir adamın hikayesi. toplumun istediği tek bir tip vardır. o "normal"dir. bu tipi oluşturan kriterlerin dışına çıkan insanların yok olması gerekir. belirlenen tipten farklı olanlar, yaşamayı hak etmeyen canilerdir. albert camus, bunu olabilecek en çarpıcı şekilde anlatmıştır. kesinlikle okunmalıdır.

    "asıl önemli olan bir kaçma imkanı, değişmez ve şaşmaz bir gidişatın dışına atlayış, umudun bütün şanslarını taşıyan delice bir koşuştu. tabii umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti."

    "herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu, binlerce yıl devam edecektir. sözün kısası, bundan daha açık bir şey yoktu. şimdi ya da yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan hep bendim. o anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesinin içimde yarattığı o korkunç hamleydi."
  • diğerleri gibi düşünüp yaşamadığı, bulunduğu topluma ve hayata karşı yabancılaştığı için diğer insanlar tarafından yargılanmış bir kişilik deniliyor monsieur mersault için ama bildiğimiz ot bir kişilik işte yazarın bahsettiği. burada herkes çeşitli çeşitli anlamlar, mesajlar çıkarıyor bu karakterden fakat gerçek hayatta karşılaştığımızda bildiğin ot, ruhsuz, biraz garip diyebileceğimiz bir karakter. aynı durumla karşılaştığımızda bizde aynen diğer insanlar gibi yargılarız o kişiyi hatta daha ağır şeyler bile söyleyebiliriz. neden öldürdün ? hava çık sıcaktı. vah canım ! hiçbir neden yokken birini öldürmenin önem taşımadığı kadar hayata yabancılaşmışmış , git o zaman kendini at kendini bir tepeden sende kurtul bizde. bu yabancılaşma değil bildiğin ruh hastalığı. sorunlu bir karakterin iç dünyasını çok güzel anlatmış albert camus ki okurken o yüzden insan ruhu daralıyor. ha yaşamış ha ölmüş. ça m'est egal !
  • bu kitabin filme cevrilmis hali taxi driver'dir.
  • metal gear rising isimli ps 3 ve xbox 360 oyununda, mistral isimli boss'un silahının ismidir.
  • herhalde birçoğumuzun kendini en yakın hissettiği roman karakteridir mösyö meursault. en azından benim öyledir.
    peki neden bazıları bu adamdan ölesiye nefret ederken biz kendimizi ona yakın hisseder ve hatta onda kendimizi görürüz?

    o, annesinin ölümü üzerine onun kaldığı huzurevine gider ve tabutun açılmasını isteyip istemediği kendisine sorulduğunda "hayır" der, biz de bunu diyebilecek kadar "ruhsuz" bir insan olabilmeyi isteriz çoğu zaman.

    biri bizi tamamen iyiniyetle yemeğe davet edip -üstelik bunu kendisine yaptığımız bir iyiliğin karşılığında teklif etmişse- içten içe sevinir, bunu hak ettiğimizi düşünür, hatta "evde yemek yapma zahmetine girmeyeceğimiz" gibi bencil bir düşünceyle mutlu olabiliriz.

    esmer severiz.

    biri bize onu sevip sevmediğimizi sorduğunda ya da "seni seviyorum" dediğinde, içimizden gelmese de "ben de seni" diye cevap verebilme yapaylığını gösterdiğimiz için kendimizden iğrenir de "hayır, bu da nerden çıktı, ne kadar anlamsız bir soru" diye sorabilme cesaretini gösteremediğimiz için hayıflanırız hayatımızda en azından bir kere bile olsa.

    kayıtsız olmaya özeniriz çokça, yalan değil. hiç ilgimiz olmayan bir konuda sırf birinin işi görülsün ya da hayatında istediği bir şey rast gitsin diye "şahit olmayı" kabul edebiliriz belki fırsatını bulsak.

    sonra birden geriye dönüp baktığımızda aklımıza kaybettiğimiz insanlar gelir ama doyuracak bir karnımız, belki ocakta kaynayan bir tenceremiz, besleyecek bir kedimiz, rüzgârdan açılan bir camımız ve içeri dolan yağmur suları dikkatimizi dağıtır da hemen aklımızdan çıkıverir daha geçen gün toprağa gömdüğümüz insanlar. bunun nesi fenadır?

    ya da sadece sabah erken kalkacağımız için onları düşünmeyi kesebiliriz, kesemesek bile kesebilenlere öykünürüz, ayıp değildir bu.

    yaşadığımız hayat kimilerine "çok tuhaf", "çok yalnız", "içine kapanık" gelebilir de bize nedense pek de öyle gelmez ve hayatımızı değiştirmeye çalışanlara karşı hayretle bakıp "ben hâlimden gayet memnunum ki" diyebilmeyi isteriz. onu değiştirmek için bir sebep görmediğimizi söylediğimizde bizleri anlamalarını isteriz, ama çok şey istemiş oluruz genellikle.

    yaptığımız şeylerin büyük bir kısmını aslında kendi istediğimiz için değil de hep başkaları -annemiz, babamız, öğretmenimiz, sevgilimiz, eşimiz, çocuğumuz, kedimiz- istediği için yaptığımızdan mıdır nedendir bilmeyiz, bir saatten sonra yaptıklarımızın bizim için çok da bir şey ifade etmemeye başladığını fark edip kayıtsızlaşırız, bu bizi belki biraz daha açık sözlü yapar ve sevmediklerimize onları sevmediğimizi söyleyebiliriz de onlardan anlayış göremediğimizde yine şaşırırız.

    gün içinde aklımızdan sonsuz kere sonsuz düşünce geçerken hayatın olağan akışı içinde bir vapura binerken gördüğümüz kadının boynundan sarkan eşarbı yıllar geçse de unutamazken bizim için çok önemli olan evimizin kapı numarasını hatırlamayı gereksiz bulabiliriz. bu bizi çok mu kayıtsız yapar ki?

    birileriyle konuşurken sırf lâf olsun ya da sohbet açma sırası size geldiğinde sıranızı savmak istediğiniz için "köpeği hakkında aslında cevabını sizin de bildiğiniz sorular sorma" yolunu seçebilirsiniz. birini dinliyormuş gibi yapmak sohbet açmaktan daha kolay geldiğindendir ki çoğu zaman sıklıkla başımızı sallar ve aslında başka şeyler düşünerek vaktimizi ziyan olmaktan kurtarırız. "yarım yamalak dinlediğimiz bir adamı başımızdan savmak istediğimizde ona hak veriyormuş" gibi yapmak bizi yalancı yaparsa, bundan çekinmeyiz. çünkü biliriz ki bu bizi yalancı yapmaz, sizi sıkıcı yapar.

    biz de kendimizi bomboş hissedebiliriz genellikle. beyaz ten üstünde siyah kıl görmekten iğrenebiliriz ve aklımıza yıllar önce bir vapura binerken gördüğümüz kadının boynundaki eşarbın kırmızısı gelebilir. bir süre önce çok saçma bulduğumuz bir konuyu -evlilik gibi- aradan kısa bir zaman geçtikten sonra ciddi şekilde düşünebilme özgürlüğümüz bizi tutarsız mı yapar, biz bilemeyiz. ama siz daha çok bilemezsiniz.

    birilerine bir şeyleri açıklamak zorunda kalmak çoğu zaman sıkıcı gelir bize, o yüzden yalnızlığı tercih ederiz, çünkü açıklama yapmamız gereken biri varsa bunun bir başkası olması istediğimiz son şeydir. bir tek kendimize açıklama yaparken sıkılmayız çünkü çoğu zaman böyle bir açıklama gerekmediği için kendimizle yaşamayı tercih ederiz, bu çok mu bencil yapar ki bizi?

    hiç olmadık bir yerde ve zamanda sevişme isteği duymamız bizim suçumuz mudur yoksa varoluşumuzdan dolayı içten gelen bir arzunun dışavurumu mudur? "kumdan, beyazlaşmış bir midye kabuğundan ya da bir cam kırığından kılıç gibi bir ışık hüzmesinin her çıkışında çene kemiklerimizin kasılması" çok mu olağandışıdır? bir tek bize olan bir şey, sırf bir tek bize oluyor diye sıradanlığını yitirir mi? bunu kendimize yapılmış bir haksızlık olarak görürüz.

    sevdiklerimizin ölümünü az çok arzu etmişizdir, bu bizi câni mi yapar? daha az insan mı yapar yoksa sadece insan mı?

    konuşma işini, söyleyecek fazla sözü olan insanlara bırakmak bizi neden suskun yapar? şaşarız. söyleyecek şeyimiz yoksa susmayı erdem biliriz, severiz.

    "bizi kuru bir ağacın gövdesine hapsetseler de başımızın üstündeki gök parçasına bakmaktan başka yapacak işimiz olmasa da yavaş yavaş ona alışırız. kuşların geçişlerini, bulutların birbirlerine rastlayışlarını bekleriz, nitekim belki kaderimizin çizildiği bir mahkeme salonunda avukatımızın taktığı acayip renkteki kravatlara takılabilir gözümüz" ya da o kravatın kırmızısını yıllar önce bir vapura binerken gördüğümüz kadının boynundaki eşarbın kırmızısına benzetebiliriz. dışardan baktığınızda gözlerimiz dalmış gibi görünebiliriz size ve fakat o sırada beynimizden geçen düşünceler bir yana kendimizden bahsedildiğini işitmemizle dağılan ilgimizle yorulmaktayızdır.

    "kaderimiz, çoğu zaman bize fikir sorulmadan belirlenmektedir" bize göre ve bunun için kılımızı kıpırdatmayı gereksiz bulabiliriz, buysa bizi kayıtsızlaştıran, kayıtsız olabiliriz. "herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilizdir, çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkekler ve başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir."

    ama yaşamımıza son vermeyiz, size inat yaşarız, çünkü filmin sonunu biz de sizin gibi merak ederiz.

    bunlardır bizi kendimize yabancı yapan.
hesabın var mı? giriş yap