• "tüm filmlerim insanlar arası iletişimin güçlüklerini dert edinmiştir. iletişim bence göründüğünden de zor, hala çok zor. herkes kendi dünyasını, kendi dilini yaratır ve insanların kelimelere yükledikleri anlamlar farklıdır. örneğin ben mavi dediğimde, siz benim mavimden başka bir şey anlıyorsunuz belki de. aynı şey hakkında konuştuğumuzu sanıp, aslında çok başka yerlerde olduğumuz durumlarda iletişim zorlaşır. hatta ne kadar entelektüelseniz, jargonunuzun karmaşıklaşmasından dolayı, iletişiminiz de o kadar güçleşir. o yüzden ben kelimeleri tehlikeli bulurum ve onlara güvenmem. kelimeler dolaylı yollara sokar sizi, kaybolabilirsiniz aralarında... iki insanın arasındaki en doğrudan iletişim yolu bence seks ve müziktir. çünkü seks daha doğru bir dili konuşur. ten yalan söylemez."

    demiştir.

    edit: imla
  • kendisi bir festival öncesinde seyircilere hitaben "size huzursuz seyirler dilerim” demiştir. onun filmlerini izlerken rahatsız olmamanız mümkün değildir. rahatsızlık vermek konusunda oldukça inatçı bir yönetmendir. bizim nuri bilge ceylan gibi bireysel odaklı değil daha çok sınıf temelli filmler çeker. odağına aldığı sınıf ise orta, orta-üst ya da üst sınıflardır. burada sınıf derken elbette ki ken loach tarzı sosyo-ekonomik temalı filmlerden bahsetmiyoruz. onun burjuva ve orta sınıfla olan derdi bambaşkadır. haneke, bu sınıflardan gerçek anlamda nefret eder. örneğin en çok bilinen filmlerinden biri olan ve amerika'da yeniden çektiği funny games isimli filminde bu sınıftaki bir aileye yapmadığını bırakmaz. yine çok tartışılan ve ülkemizde de toplu aile intiharlarıyla tekrar gündeme gelen ilk uzun metraj filmi der siebente kontinent'te orta sınıf çekirdek bir ailenin adım adım yıkılışını anlatır bize. buradaki yıkılış yeşilçam'dan alışık olduğumuz tarzda bir aile dramı kesinlikle değildir. tüm çöküşü hiçbir şekilde dramatize etmeden gösterir. sanki bir seri katilin kurbanlarını öldürürken bundan zevk alması gibi haneke de burjuva ve orta sınıf cinayetlerini büyük bir zevkle işler.

    kendisi bir avrupalıdır ve aynı zamanda iflah olmaz bir "avrupa medeniyeti" eleştirmenidir. fransa'da çektiği filmlerinin hemen hemen hepsinde göçmenlere yer verilir. cache filminde cezayirli göçmenler filmin gizli baş rolündedir. filmde açık bir şekilde tavrını göçmenlerden yana koyar. mesela code inconnu recit incomplet de divers voyages filminde genç bir göçmen, beyaz avrupalı üst sınıf bir kadının suratına tükürür. tükürdüğü surat aslında avrupa'nın suratıdır. geçmişte yaptığınız onca sömürünün, katliamın, kongo kauçuk tarlalarında kestiğiniz el ve ayakların bedelini, filmlerinde avrupalı burjuvalıları rahat bırakmayarak onlara ödettirir.

    das weisse band - eine deutsche kindergeschichte filminde ise bu sefer almanya'nın geçmişini kurcalar. her şeyin suçunu tek bir kişiye yani hitler'e atmaktan beis görmeyen alman toplumunun suratına tükürmekten hiç gocunmaz. "ikinci dünya savaşında yol açtığınız yıkımın sorumlusu sizlerdiniz, hitler'in tek yaptığı sizin gibi yozlaşmaya meyilli bir topluma lider olmaktı" der.

    der siebente kontinent (1989) ilk uzun metraj filmidir. daha ilk filmiyle tüm derdini ve ileride de ne anlatacağını bize tam anlamıyla göstermiştir. varoluşsal sıkıntıların, tüketim manyaklığının, iletişim kuramamanın ortasında kalmış bir çekirdek aileyi paramparça eder bu filmde. filmi izlerken sanki siz de bir yandan lime lime olursunuz. haneke ilk filmiyle niyetini açıkça belli etmiştir. "ben asla siz izleyicinin yanında olmayacağım" der. tek gayesi, bizlerin rahat koltuklarımızda rahatsız olmamızdır.

    benny's video (1992) şiddet onun birincil düsturudur. şiddeti asla estetik kaygılarla kullanmaz. onun şiddet sahneleri ani ve oldukça saftır. bir bankta elinizde kahvenizle oturmuş ve kimseyi rahatsız etmeden etrafı izlerken suratınıza nereden geldiği belli olmayan sert bir tokatın atıldığını hayal edin. işte haneke'nin şiddeti böylesine beklenmedik, sarsıcı ve ilkeldir. bu filminde de nedensiz şiddeti anlatır bize. gerçekten de gösterdiği şiddetin bir nedeni yoktur. insanların binlerce yıl önce hayvanlarla içe içe yaşarken uyguladığı şiddet ne ise bugün yaptığı da odur.

    71 fragmente einer chronologie des zufalls (1994) 1993 yılında viyana'da bir öğrenci bir banka şubesine gider ve burada üç kişiyi öldürüp ardından intihar eder. bu, yaşanmış bir olaydır. bugün, dünyanın her yerinde buna benzer pek çok cinnetlik haberle karşılaşabilirsiniz. bu film de, 71 parçadan oluşan bir cinnet geçirme halidir. sizi cinnet geçirtecek kadar sıkabilecek pek çok sahne (tenis ve ihtiyar adamın telefon sahnesi) haneke tarafından bilerek filme konmuştur. sanki her şey, sondaki benzincinin de söylediği gibi"bilmiyorum ki bu tamamen çılgınlık" dememiz içindir.

    funny games (1997) haneke bu filmi amerikalı izleyiciler için daha sonra tekrar çekti. fakat ben orijinal hali için konuşacağım. film, haneke'nin kullanmaktan vazgeçmediği üç kişilik orta sınıf bir ailenin araba içi muhabbeti ile başlar. yapılan muhabbetten, uzaktaki evlerine kafalarını dinlemek üzere gittiklerini anlarız. her orta sınıf aile gibi sıkıntıdan uzak bir tatil yapmayı hayal etmektedirler. ancak bir gün kapılarını yumurta istemek için beyaz elbiseli iki genç çalar. ve huzursuzluk başlar.

    code inconnu recit incomplet de divers voyages (2000) medya şiddeti sıradanlaştırır. her gün onlarca, yüzlerce ve bazen binlerce ölüm haberleriyle karşılaşırız. bir çeşit ölüm makinesi olan devletin işlediği onca cinayet hiç sorgulanmadan halka servis edilir. hedefler yok edildi denir, şu kadar kişi etkisiz hale getirildi diye bas bas bağırılır. yıllarca cezayir'den çıkmayı reddeden fransa'nın o topraklarda yaptıkları fransız burjuvazisi tarafından hiç sorgulanmamıştır. medyada gördükleri tümden laf kalabalığıdır onlar için. ta ki o cezayirlilerin göçmen çocuklarından biri metroda onların suratına tükürene kadar. haneke'nin anlattığı toplum unutkandır, suskundur ve her şeyden önemlisi de kibirlidir. gözlerini her şeye kapatan bu toplumu kendi tarzında bir şiddetle sarsabileceğini bildiği için işte böyle filmler çeker.

    la pianiste (2001) bir uyarlama olması sebebiyle haneke'nin en "birey odaklı" filmi denebilir bu film için. onun filmlerinde aileler ve aile üzerinden de toplum hedef alınırken bu filminde dışarıdan etkileyici bir piyano eğitmeni olarak görülen bir kadının içten içe kaynayışını izleriz. baskıcı ve otoriter annesi yüzünden yaşaması gereken hiçbir şeyi yaşayamayan, bu sebeple de nasıl yaşaması gerektiğini de unutan bir kadının sarsıcı hikayesine şahitlik ederiz.

    le temps du loup (2003) haneke'nin artık herkesten intikamını aldığı distopik filmidir. artık hedefinde burjuva değil tüm toplum vardır. aslında önceki ve sonraki filmlerinde eleştirmekten çekinmediği devleti bu sefer gereklilik gibi görür. bu filmde otorite ortadan kalkmış ve "insan insanın kurdu" olmuştur. gerçi onun filmlerinde devlet varken de şiddet her haliyle mevcuttur. onun gözünde devletli de devletsiz de insan insanı yemeye devam edecektir.

    cache (2005) ve geliriz benim en sevdiğim haneke filmine. kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum bile. ilk izlediğim andan son izleyişime değin her seferinde etkilenmeye devam ediyorum. insanlık üzerine anlatılan en etkileyici hikayelerden biridir bu film. gözlerini olan bitene kapamaktan her daim memnuniyet duymuş olan insan evladına bu film her gün izletilmeli, bir ders gibi her okulda çocuklara gösterilmelidir. çünkü ne kadar uyku hapı alıp uykuya dalmaya çalışsak da yaptıklarımızdan asla kaçamayacağız. bir gün haneke gibi bir yönetmen çıkagelecek ve evinizin önüne bir kaset bırakıp gidecek.

    das weisse band - eine deutsche kindergeschichte (2009) ve sıra gelir alman toplumuna. her günahını hitler'e atıp yaptıklarından kaçabileceğini zanneden insanlara... ve alman toplumu üzerinden aslında hepimize... sizi yönetenler sizlerin bir ortalamasından başka bir şey değil. hepiniz seçtikleriniz kadarsınız. onların yaptıklarından ya da yapmadıklarından hep sizler sorumlusunuz. filmdeki çocukları aileleri yarattı. o çocuklar da hitler'i... hitler'in yol açtıkları ise ortada. haneke bizleri ne kadar çok tokatlasa hakkıdır. biz insanlardan hiçbir halt olmaz.

    amour (2012) ve geliriz kusursuz bir başyapıta. haneke bir aşk hikayesi anlatacak olursa işte böylesine bir filmle anlatır. bu filmiyle yıllardır yerin dibine soktuğu orta-üst sınıfa artık acımaya başladığını düşünürüz. iki yaşlı insana, bu sefer rahat ve huzurlu bir son bahşedeceğini zannederiz; fakat yine yanılırız. öyle bir film çeker ki hem toplumu ve aileyi hem de bireyin kendisini ameliyat masasına yatırır. masadan hiç kimse sağ çıkamaz. ve bizler de dışarıda tüm umutlarımızla öylece kalakalırız. çünkü onun filmlerinde umuda ve inanca yer yoktur. umduğunuz her şey onun filmlerinde bir bir elinizden alınır. bu anlamda bir umut taciri değil bir umut yok edicidir. iyi bir şey yapıp yapmadığı ise tamamıyla size kalmıştır.

    happy end (2017) şu an için son filmi. filmine "mutlu son" ismini vermesi bile müthiş bir ironi. amour gibi bir başyapıtın hemen ardından çektiğinden bu film ile ilgili beklentiler çok yüksekti. bu sebeple kimilerince pek beğenilmedi. film, aslında haneke'nin bunca zamandır anlattıklarının özeti gibiydi. tüm dertlerini sanki tek bir filmde bir araya getirmek istemişti. böylesine bir çabaya girmesi belki de eleştirilen nokta oldu. çünkü bu tarz bir çaba genelde tecrübesiz genç yönetmenlerin yapacağı bir deneme olurdu. göçmen mevzusu, yaşlılık, iletişimsizlik, sorunlu bir burjuva aile ve ölüm gibi haneke'nin bayıldığı tüm konulara bu filmde denk geliyorsunuz. o yüzden haneke tutkunları adına kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film.
  • oğlu olsa da adını süb koysa...
  • haneke'nin en sevdiği filmler
    au hasard balthazar - robert bresson
    lancelot du lac - robert bresson
    mirror - tarkovsky
    salo - pasolini
    the exterminating angel - luis bunuel
    the gold rush - chaplin
    psycho - hitchcock
    a woman under the influence- cassavetes
    germania anno zero - rosselini
    l'eclisse -michelangelo antonioni

    .....hiç şaşırmadım.
  • ustanın medya ile ilgili düşüncelerini merak edenlere gelsin:

    "medya bugün çok tehlikeli bir şey yapıyor; bize manipüle edilmiş imajlar sunuyor ve bunun gerçeklik olduğunu söylüyor. eğer sinemayı ciddiye alıyorsanız; kuşkuyu beslemeniz ve sunulan imgenin gerçek olduğuna olan inancı sorgulamanız gerekir. bu tavrımın nedeni, medyadan duyduğum hayal kırıklığı. bu konuyu sürekli gündeme getirmem, medyanın bugün her yere sızması ve her şeyi bildiğini iddia etmesi karşısında duyduğum öfkeden kaynaklanıyor. insan hiçbir zaman, bugün olduğu kadar kendi deneyimi dışındaki bilgiye bu kadar rahatlıkla ulaşamamıştı. medyanın yaşamımıza bu denli sızmasından önce, insanların inançları ve bilgileri kendi deneyimleri dahilindeydi. bugün çok farklı gerçeklik yansımalarının sürekli evimizin içinde olmasından dolayı, insan herkesi ve her şeyi tanıdığı hissine kapılıyor. bu büyük bir çılgınlık ve kocaman bir yanılsama! eğer sinema işini ciddiye alarak yapıyorsak, bu konudan bahsetmek boynumuzun borcu diye düşünüyorum. kaynak
    "
  • hakkında türk aktivistler tarafından change.org'da bir kampanya başlatılan yaşayan efsane yönetmen.

    bilindiği üzere kendisi, dünyada önde gelen birkaç yönetmenden biri ve keza benim de favorilerimdendir. hatta bol ödüllü son filmi amour, sinemada teknik anlamda kusursuzluğun zirvesi olarak görülüyor. kendisi hakkındaki kampanyayı ise bizim türk aktivistler başlatmış. gerekçe olarak, "filmlerinde gerçekçiliği sağlamak adına hayvan katletmesi" sunulmuş. hatta kısa bir alıntı yapayım bu uzun gerekçeden:

    "imza kampanyasının çok dilli bir hale geleceğini belirten aktivistler, haneke'nin filmlerinde yaşam hakkı ihlali, çocuk istismarı gibi suçlar işlendiğini açıkladı. konu ile ilgili peta ile de iletişime geçeceklerini belirten aktivistler, bugüne dek avrupa'da bu konuda bir çalışma yapılmaması konusunda şaşkın."

    yapılmaz tabi, yahu tek siz biliyorsunuz di mi? hayvan hakları konusunda dünyanın en ileri ülkelerini içeren koskoca avrupa'da kimse, artık bu 70 küsür yaşına gelmiş adamın filmlerinde bir ihlali fark edememiş ama bizimkiler hemen şıp diye anlamışlar! hayır, bu kampanyayı duyan da her sene kurban bayramında yüzbinlerce hayvanı avrupalılar katlediyor sanacak!

    aslında haneke'yi çok sevmem değildir bu kampanyaya karşı oluşum. mantıklı gerekçelerini sunarsın, eyvallah der imzalar geçeriz. ama bakın aynen şöyle cümleler geçiyor:

    "haneke'nin filminde açlıktan elini ısıran bir köpeği nasıl döverek öldürdüğünü anlatıyor bir çocuk. atlara binilip su bidon taşıtılıyor. funny games'te ise bir köpeği araba bagajında baygın halde görüyoruz." ahahaha şaka gibi ya...haneke atlara su taşıtıyormuş! zalımsın haneke! eee anadolu'da o atları su taşıtırken üstüne bir de afedersiniz sikiyorlar! buna ne diyeceğiz?

    bu entryi yazarken aklıma yurtdışında denk geldiğim iki kamyoncu (kamyon şoförü) dayının, bizim türkçe konuştuğumuzu fark edip "aha bu gençler türk, şunlara sorak" diyerek bize kızların bol olduğu barları sorması gelir. abileri tabii ki de en ıssız barlardan birine götürmüştük. içeride birkaç kız dışında pek kimse yoktu. biz tam sıvışacakken kızları görünce şevke gelen dayının, toroslarda eşek kovalıyorduk hele şu avratlara bak deyişini ve akabinde bizim kopuşumuzu unutamam. evet, maalesef böyle kitleye sahip bir millet, daha kendisine bile çeki düzen vermeden kalkmış, medeniyet timsali bir ülkenin (avusturya) en elit yönetmeni haneke'yi, hem de sudan sebeplerle karalamaya çalışıyor!

    lan bari şu metni düzgün çevireydiniz! avusturya'yı australia şeklinde çevirenlerin başlattığı bir kampanya.

    edit: imla
  • az önce bir arkadaşla konuşuyoruz. bu adam varken, avrupa sinemasında "ooo lars von trier son filminde götünü siktirtmiş, ne kadar etkileyici" diyen insanları ciddiye alamayacağımızdan bahsettik. kendisi hayatta olduğu sürece şu anda avrupa'da dengi tek insan werner herzog'dur. ikisinin de almanlıktan aldığı tadı başka hiçbir şeyden almadığına dikkat çekmek isterim. haneke avusturyalı olsa da fark etmez zaten, aynı şey.
  • "kitaplar her zaman sinemadan daha etkilidir. cünkü okuyucuya bi sey göstermez, hikayeyi kendi hayal gücüyle sekillendirmesine izin verir. sinemada da bunu yapmak mümkün aslinda. sinemada, o anki kare ille de gösterdigi seyi anlatmak zorunda degildir. bazi yönetmenler bundan bihaber. ne anlatiyorlarsa onu gösteriyorlar, ne gösteriyorlarsa onu demek istiyorlar. sanat bu degil"

    minvalinden bir seyler söyledi gecen bir röportajinda. ayni zamanda piyano calar ve filmin seslendirilmesiyle ilgili her seyiyle ilgilenirmis. film müziklerini ise sevmiyor. yönetmenin kendi eksiklerini kapatmak icin kullandigi bir makyaj malzemesi olarak görüyor. bu görüsüne katilmiyorum michael. bence yanlistasin
  • filmlerinde soguk siddet vardir, kansiz insanin, gozune sokulmayan ama sistematik ve sogukkanlilikla siradan insanlarca uygulanan siddet.

    filmlerde gozonune sergildigi siddetin bu kadar yikici olmasinin bir diger sebebi ise siddetin kurbanlarinin ve uygulayicilarinin benim, sizin gibi son derece siradan insanlar olmalaridir. zira belki bircogumuzu eli baltali cani insanlari seyrederken sergilenen bol kanli goruntuden rahatsiz olmakla beraber icsellestirmekte zorlanir ve kendimizi guvende hissederiz. lars von trierin bazi filmlerinde oldugu gibi haneke filmlerinde de siddeti seyirci olarak izlerken bir taraftan gosterilen zimni siddetten uyumus bir sekilde rontgenci edasiyla filmi seyrederken bunlarin siddettin bir tarafi olabilecegimizin gizli imasi ile sarsiliriz.

    filmlerin etkisi uzun surelidir, anlayamazsaniz, cumlelere dokemezsiniz. belki de kimi zaman verilen mesaj, her zaman herseyin anlamli bir neden sonuc iliskisine dayanamayacagi ve bunun sadece boyle oldugudur.
  • haneke insan bir yönetmen; insanın defolarını da, arızalarını da, kötü ve karanlık taraflarını da iyi anlatan bir yönetmen.

    bizi sürekli rahatsız etmesi, hiç huzur vermemesi hep bu yüzden *. olduklarımızı ve olabileceklerimizi görmek ne zaman hoşumuza gitti ki?

    ne seyrine doyamadığımız romantik komedilerden, ne de içine atlayıp başka gezegenlere yolculuk ettiğimiz uzay mekiklerinden eser yok filmlerinde. hayal kurmana imkan vermiyor, fakir kızla zengin oğlanı mutlu sonda birleştirip. veya tutup bilimkurgu alemlerine fırlatmıyor seni, mevcut dünyamızdan tamamen uzaklaştırıp. her şey tüm gerçekçiliğiyle, bu dünyada oluyor onun hikayelerinde; bu evlerde, bu odalarda, bu sokaklarda, bu köylerde, bu kentlerde...

    kafanda dönüp durmasına müsaade ettiği ve seni durmadan dürten gerçekçiliğe inat, sürekli dönüp duran kamera oyunlarına tamah etmiyor diğer taraftan. her şeyi hazır sunmuyor bir tepside, göz tembelliğine izin vermiyor. bir sahnede, bir yüzde, konuşmanın bir tarafında, odanın bir köşesinde, bir gölgede, bir ışıkta, bir tabloda... sabitliyor kamerasını bazen, ve "göremediğin tarafta neler olup bittiğini sen de tahmin edebilirsin, çünkü sen de insansın" demek istiyor adeta. böylelikle; önce kameranın değmediği köşelere, sonra da kendi içimize çevirmemizi sağlıyor bakışlarımızı.

    insanın kendisiyle derdinin ve işinin bitmemesine benzetiyorum onun filmlerinin de mutlak bir sona kavuşmamasını. kesin sınırları çizilmiş, çizgileri çekilmiş sonlarla çıkmıyor karşımıza, hazır bir cevap anahtarı sunmuyor skorlarımızı hesaplamamız için. ne de olsa; cevapları doğuran soruları sorabilmek esas mesele, ve bu soruları sormayı ise sonunda, yine, sana bırakıyor.

    içimizdeki potansiyele kazandırdığı kinetiği, gözümüze sokmadan gözler önüne seren haneke'nin filmlerini izlerken hissettiğimiz karın ağrısı yanımıza kâr kalıyor her defasında. kıvrandırıyor, içimiz buruluyor, ama hiçbir zaman "tamam, bu sana yeter" demiyor, "daha devamı da var" diyor aksine...
hesabın var mı? giriş yap