• kurban bayramında ziyarete gidilen aile dostu büyüğümüz yaşattı o tadı bana.
    abi aşiret reisi, eve gittim, koca salonda sandalyeler duvar diplerine dizilmiş, sen de 50 ben diyeyim 70 tane koca koca adam, sandalyelere oturmuş eller dizlerin üzerinde kafa önde oturuyorlar. bizim abi de ikili koltuğa oturmuş tespih çekiyor, arka bahçede de kurban eti pişiriliyor.
    neyse abi beni severdi çağırdı, gittim yanına oturdum konuşmaya başladık o arada önümüze et getirdiler, abi de bak bu eti öyle herkese vermem gel beraber yiyelim diyince dedim çok güzel et geliyor, taktım çatalı attım ağzıma, lan çiğne çiğne gitmiyor, ağzımda büyüdü de büyüdü yutamıyorum eti.
    abi de nasıl beğendin mi güzel mi diyor, ağızdaki et bir lokmayken bir kilo oldu çiğnenmiyor anasını satayım.
    sonunda abi bu et ne eti dedim, cevap verdi ama anlamadım ne dediğini, bir daha sordum

    taşşağı oğlum taşşağı dedi.

    zaten yutamamışım, e çıkarsak çok büyük ayıp. bir on dakika daha çiğneyip güç bela yuttum ama üzerinden neredeyse on beş sene geçti, şunu yazarken bie tadı geliyor ağzıma.

    debe editi: lan taşşak yedik dedik debeye çıktık yarrağı yedik desek uzaya çıkacağız herhalde, yapımda ve yayında emeği olan herkese teşekkür ederim.
  • kötü demeyeyim de, misafirlikte akşam yemeği olarak çilek ekmek yemişliğim var.

    iki belçikalı arkadaşım yatılı kalmaya gelmişlerdi bize. annem döktürmüş yine, anteplidir kendisi, kebaplar, kilis tavalar, mantılar... annecim dedim, hiç gerek yoktu bunlara menemen de yapsak değişik gelecek. yoğurdu sadece tatlıyla yemeğe alışık misafirlerimiz mantıyı yoğurtsuz yemek için ısrar ettiler, engel olamadık :(

    neyse bir iki yıl sonra ben gittim belçikaya, bunları ziyarete. birisi sordu "siz türkler et yiyor muydunuz tam hatırlamıyorum?". ben şok. türkiyede yediği yemekleri hadi unuttu diyelim. kızın evinin önünde "istanbul döner kebap" var :( biraz saflardı, evet. et yediğimizi, sadece pek domuz tüketmediğimizi falan hatırlattım. emin olamadığım için annem sebze yapacak akşam dedi. sorun olmayacağını, sebze de yediğimizi söyledim. bir süre sonra çilek sevip sevmediğimi sordu. sevdiğimi söyledim. sevindi. çilekli bir tatlı yapacaklarını düşünüp mutlu oldum.

    akşam evlerinin bahçesinde ailecek masaya oturduk. annesi marketten sapları koparılmış olarak alınan çilekleri yıkayıp, kocaman bir kasenin içine koyup masaya getirdi. herkesin önünde bir tabak, küçük boy bir yoğurt. hepimiz çilekleri tabağımıza aldık, kestik, üzerine yoğurdu döktük, üzerine toz şeker ve ekmekle yedik.

    türkler yoğurt sevdiği için böyle bir şey düşünmüşler. önce anlamadım akşam yemeği olduğunu, daha sonra yemek gelicek sandım. baktım durum öyle değil ikinci tabağı aldım, bol ekmekle yedim. sevdin mi diye sordular. evet elinize sağlık, çilek çok sevdiğim bir meyve dedim. babası, bak sevdi ki ikinci tabağı alıyor dedi :(

    arkadaşım ailesine "türklerin tuhaf yoğurt yeme alışkanlığını" anlattı. yemeklerle, tuzlularla yoğurt yiyormuşuz, olacak iş değil. tatlımm dedim, yoğurdu bizden öğrendiniz, bir de yeme alışkanlığımıza tuhaf diyorsun. aferin tatlılarla yemeği öğrenmişsiniz, bikaç yüzyıla yemeklerle de yemeği öğrenirsiniz. babası hak verdi, adı bile türkçe dedi. kız şok.

    bu da böyle bir anımdır.
  • insanın gerçekten çok zor durumlara düşmesine sebep olan yemeklerdir.
    vakti zamanında özel bir kurumda çalışıyordum. ramazanda olduğumuzdan dolayı ben ve kurum müdürü haricinde herkes oruç tutuyor. öğle arasına yakın bahçede sigara içerkene, müdür öğle yemeğine bize gidelim dedi. normalde misafir olmayı hiç sevmem, sağolun müdür bey aç değilim dedim. ısrarcı oldu tabi. utanma belası kabul ettim. müdür de daha yeni evlenmiş, bir ay falan olmuştu. rahatsız etmeyeyim diye düşünüyorum.

    neyse lafı uzatmayayım öğle arasi geçtik müdürün evine. yenge hanım çorba, mantı, salata falan yapmış.
    mantı sulu olanından, bazısı öyle kuru oluyor üzerine sos gezdiriyorlar ondan değil de bildiğin çorba gibi. mantıyı normalde de sevmem; ama az biraz yerim dedim kendi kendime, ayıp olmasın diye.

    mantıyı getirdi masaya yenge hanım. müdürle de yan yana oturuyoruz. kayserili arkadaşlar aydınlatsın böyle bir mantı türü var mı diye( ki sanmıyorum) bildiğin kıl çorbası. bir tane kıl olsa anlayacağım, olabilir zaten hep benim tabağımda çıkıyor amk deyip kaderime razı olacağım; ama en ez 4 tane kıl var ve bunlar sadece üstte olanlar. altta da en az onun kadar olduğunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok.

    baktım müdürün kasesinde de kıl var. oda benim tabaktakini gördü tabi. adam kıpkırmızı oldu o kızardıkça ben de kızarıyorum, napsam diyorum.
    aklımdan şöyle şeyler geçtiğini hayal meyal hatırlıyorum: allahım var mısın yok musun bilmiyorum, eğer varsan şu kafir kulceğizini şu ortamdan kurtarıver. söz namaz da kılacağım, orucumu da tutucuğım. daha neler neler vadettim allah'a. düşen uçaktaki ateist gibiyim.
    hani anlatıyorlar ya işte misafirlikte tuvalete gidip sıçtıktan sonra sifonun çalışmadığını fark etmek ya da sevgilinin yanında hapşurunca burundan sümük gelmesi gibi olayları tam öyle duyguların içindeyim. deprem olsun istiyorum, fırtına kopsun, yangın çıksın. bir şey olsun da şu ortamdan kurtulayım.

    hayır mantıyı yemek durumunda kalmamdan daha çok müdür durumu kahrediyor beni. adam ısrarla davet etti, ilk misafiri sayılırım halimize bak.
    evet beyler einstein haklı; zamanın göreliliği diye bir şey gerçekten var. geçmiyor zaman, kaşığı masanın üzerinde gezdiriyorum, bardağımdan ufak yudumlarla su içiyorum. sessizliğin bozulmasını bekliyorum.
    olabilir yaa herkesin evinde oluyor böyle şeyler deyip kılları çıkarıp bir kenara koysam mı acaba diyorum. sonra ya onlar farketmediyse çok ayıp olur lan diye tutuyorum kendimi.

    bir baktım bizim müdür ayaklandı, mantı kasesini de aldı eline. allahvere kadının suratına çarpmayaydı dedim. öyle ya ilk defa misafir getiriyor eve şu olanlara bak.
    müdür usulca lavaboya doğru yürüdü kaşığıyla kasenin içinden mantının birazını lavaboya döktü sonra da ağzından şöyle bir cümle döküldü: mantıların bağzıları pişmemiş yaa. ulan dedim kendi kendime sen de kalk tüm kaseyi boşalt benim kase komple pişmemiş de. olmuyor tabi söylenmiyor.

    yapacak bir şey yok, her nekadar bir iki lokma da olsa yiyeyim ayıp olmasın diye düşünsem de yiyemedim. yesem kesin kusardım, rezillik daha da artardı. salatadan bir şeyler atıştırdım, et ürünlerini sevmiyom gibisinden bir şeyler geveleyip bıraktım yemeği. o da çok yemedi, çıktık gittik işimize.

    o yüzden misafir olmayı da ağırlamayı da sevmiyorum amk. ne rezillik yaşayacaksan bir başına yaşa.

    bugün normal yaşımdan 5 yaş daha büyük gösteriyorsam tek sebebi o gün yaşadığım stres yüzündendir.
  • her yerinden pislik akan bir evde karşınıza çıkan yemektir. sanırım fasulye kavurması ve pilavdı menü.
    daha 10 yaşımda filanım, annemle evden çıktık gezmeye gidiyoruz, son derece çatlak bir komşumuzla karşılaştık, ben arkadaşıma gidiyorum siz de gelin diye tutturdu, ısrar ısrar, sonunda annemi ikna etti, gittik, allahım eve adım atmaz burun direklerinin dayanmayacağı bir koku, her yer toz, burnunda sümük kurumuş iki çocuk, ev sahibi kadın saçlarını boyamış, eller boya.
    geçtik oturduk ama annem öğürmekle gülümsemek arası bir şeyler yapıyor, hemen kulağıma fısıldadı "sakın bir şey yeme". sen napacaksın dedim, ben ayıp olmasın diye yerim dedi, kadının arkasından mutfağa gitti, geri geldi, surat bembeyaz, ne gördüyse kendi de yemekten vazgeçmiş kaçış planları yapıyor. sonra annemle başladık bir oyuna, gidelim diye tutturacam, burnundan getircem oyun bu, normal hayatta son derece uslu, okulda inek, evde kedi olan ben bilmiyorum ki nasıl huysuzlanılır, etrafta gördüğüm huysuz bebeleri taklit edecem artık. neyse sofra kuruldu, annem gözüme bakıyor, ben sıkıldım gidelim dedim, annem tamam o şimdi durmaz biz kalkalım dedi, haha bir dur değil mi, çocuğun tek cümlesiyle fırlanır mı ayağa, bir role gireyim, bir mızlayım, iki dakika da izin ver ben huysuz bebe olayım. çıktık evden, ödül dondurmamı yedim, mutluydum.

    aradan yıllar geçti, annem bizi zorla o pis eve götüren çatlak komşuya durumu itiraf etmiş, ne yapsa beğenirsiniz, beni niye kaçırmadınız diye anneme gönül koymuş.
  • ben belirli bir yaşa kadar patates dışında hiç sebze yemedim. bir noktadan sonra yavaş yavaş açıldım ama öncesinde çok ısrarcı bir şekilde sebze yemezdim ve yediğim zaman midem bulanırdı. birinin evinde yemek yemekten hiç hoşlanmazdım çünkü benim yiyebileceğim şeyler pek olmazdı.

    neredeyse hiç sebze yemediğim dönemlerden birinde bir arkadaşımın evine gittim. bu arkadaşım babasıyla ve babaannesiyle yaşıyordu. babası engelliydi ama çok azimli bir insandı. kişilik olarak da dünyanın en iyi en kaliteli insanıydı, kendisini az görsem de inanılmaz severdim ve saygı duyardım. arkadaşımın babaannesi vefat etmişti ve vefatından sonra evine başsağlığına gitmiştik.

    babası zorla bizi yemeğe oturttu. çok içinden gelerek bizim karnımızı doyurup öyle göndermek istiyordu. salonda çok loş bir ortamda önce bir çorba içtik, sonrasında da babasının yaptığı içinde çeşitli sebzeler olduğunu tahmin ettiğim yumurtalı bir yemek getirdi. dikdörtgen iki dilim kesip benim tabağıma koydu. o anda, yemeğin ne olduğunu içinde neler olduğunu sormak istedim ama sonra belki 1-2 saniye içinde düşündüm ki o bizim karnımızı doyurmak istiyordu ve annesi yaşıyor olsaydı yemekleri o yapacaktı. ben beğenmeyip yemeği yemezsem annesi öldüğü için bir kere daha üzülecek, hatta belki inanılmaz üzülecek diye düşündüm. yemekten bir lokma aldım ve yiyemeyeceğim bir şey olduğunu fark ettim.

    sonra dikdörtgenleri böldüm ve tabağımın yanına koyduğum bir bardak suyla neredeyse hiç çiğnemeden hepsini yedim. sonlara doğru suyum çok azalmıştı, su bile isteyemedim zorla yediğim anlaşılabilir diye. bunun kadar zor yediğim bir yemek belki 1 kere daha olmuştur, başka da hatırlamıyorum.

    o arkadaşımın babası oldukça genç bir yaşta vefat etti, vefat ettiğinde çok üzülmüştüm, çok ağlamıştım. o gün o yemeği yiyerek abartı duyarlılık mı kastım bilmiyorum ama üzüleceğini hissetmiştim gerçekten. keşke bugün hayatta olsaydı, aynı şeyi bir kere daha severek yerdim. mekanı cennet olsun.
  • bir misafirlikte yemek yedik tam çayları içiyoruz ev sahibesi kadın kocasına dönüp aynen şunu dedi;

    'su kesintisi söylediklerinden uzun sürdü, neyse ki küveti doldurmuştuk. doldurmasak ne yemek yapabilecektim ne de çay.'

    sonra bizde bir bakışmalar, derinden bir mide bulantısı ve o aileyle tüm ilişkiyi kesiş.
  • "kokoreçimsi" ismini verdiğim bir çeşit yemek...

    işyerinde benim gibi kokoreç hastası bir arkadaşımla arada sırada mesai çıkışı kaçıyorduk bi tüm ekmek gömmeye. tabi bizim yenge 3-4 seferden sonra arıza çıkarmaya başlamış buna evde. nereden gaza geldiyse "ben yaparım size evde ne gerek var dışarıda yemeye" diye. bu isyanın sebebi tabi bambaşka onu da biliyoruz ama kıramadık da yengeyi.

    neyse bir sabah bu geldi "akşama benimki kokoreç yapacakmış. seni de çağırıyor" dedi. şimdi hayalini kurunca hani baya cazip geldi. neyse akşam oldu geçtik bunlara. yenge ama mutfağa sokmuyor bizi sürpriz yapacakmış bize sağolsun. biz de oturduk masaya bekliyoruz aç kurt gibi. bu elinde iki tabakla geldi ve önümüze koydu.

    yani nasıl tarif edeyim ki ben size ey dostlar... öncelikle kokoreç severlerden özür dileyerek anlatmaya başlayayım. tabakta su deryasının içinde yüzen 4 parça kokoreçi görünce ben ilk dumuru yaşadım. elemanla birbirimize baktık aynı anda. yenge de oturdu tam karşımıza "hadi buyurun, afiyet olsun" dedi. hayır mevzu basit. bizimki yengeyle uzun uzun bir kavga vermiş bu akşam kokoreç'e kaçma konusunda ama bunun ceremesini bana da çektirmek istemiş kendisi. dedim "yenge nasıl hazırladın bunu ?"

    şimdi bu gidip bağırsakları almış gayet güzel lakin "şimdi bunlar hiç hijyenik değildir ya. bok yani neticesinde yapışmıştır her yerine" diye 2 saat suyla ovalamış her tarafını. yoğun hijyen uyguladıktan sonra da "ızgara sağlığa zararlı ya. ne öyle kömürün tüm zehri dolacak içine." diye 2-3 saat haşlamaya karar vermiş.

    "yenge baharat namına bir şey var mı ?" dedim. "tuz var bak orada" dedi. hayır insafsız bari çatal koysaydın masaya kaşık koymuş bir tek. ben de aldım tuzu 10 dakika boyunca tuzladım önümdeki tabağı. sonra bir kaşık alıp ağzıma attım 4 koca taneden ilkini. lan ben hayatımda bu kadar lezzetsiz bir şey tatmadım ya. sakız gibi bir de namussuz. hani küçük parçalara ayırıp yiyeyim diyorum. ağzımla bastırdıkça düzleşip, ağzımı açınca geri eski formuna bürünüyor. "yapacak bir şey yok oğlum" dedim bütün olarak yuttum ilk parçayı.

    yemin ediyorum gobi çölünde mahsur kalıp direkt o deve bokuyla, bok böceğiyle beslenmeye razıyım. bear grylls görse halimi tövbe eder, programını sonlandırma kararı alırdı... bir ara arkadaşı kestim göz ucuyla. daldırmış kaşığı dolaştırıyor tabakta. onun da g.tü yemedi 2. lokmayı almaya. "başkan kapat şalteri şu son 3 lokmayı hızlı hızlı bitir, kalk s.ktr git de şunlar kavgalarını edip rahatlasınlar..." dedim ve son kez elime tuzu alıp tamamını boca ettikten sonra 1 dakikada tüm tabağı bitirdim. sonra da "abi - yenge bana müsaade yolum uzun" dedim ve kalkıp direkt eve geçtim. yemin ediyorum tüm gece midemde döndü o 4 parça...

    hatunların gazabından korkacaksın aga...
  • filistinli arkadaşımın yaptığı tavuklu yemek.

    "sana bizim oraların milli yemeğini pişireyim" dedi. "tavuklu olacak" dedi

    baharatlı pilavın üzerinde nar gibi kızarmış tavuk butlarının hayali kurdum. böyle budu eline aldığında, eti kemiğinden ayrılır diye hayal ettim. baharatlı soslara bulanmış tavuk parçaları olur diye umdum.

    önüme kekikli bulgur pilavının içerisine karıştırılmış tavuk göğsü parçaları koydu. göğüs etini, haşladıktan sonra tavla zarı büyüklüğünde doğramış. tam da haşlanmamış. etler gacur gucur.

    hayal kırıklığına uğrasam da bozuntuya vermedim.

    sonra başladı itiraflar:

    -aslında bu tavuk eti ile değil kuzu eti ile yapılır.

    -tamam. kuzu eti ile hayal ederim.

    -aslıda salçada konuyor ama salçam kalmadı.

    - olsun. ziyanı yok.

    -evde baharatta eksikti. tat versin diye kekik koydum.

    - bu da olmuş.

    sonra dedi ki :

    hatta bu yemeğin öyküsü var. nemrut, hz ibrahim'i ateşe atacakmış, kentteki tüm odunları toplatmış.

    allah tependen baksın. sen çiğköfteden bahsediyorsun. bu yaptığın çiğköfte mi?
  • alüminyum folyo geçenlerde yeni gelin bir arkadaşımıza "düğünün, kınan, gerdegin hayırlı olsun bebeyim" ziyaretine gittik. (neden gidilir hic bir fikrim yok. allahım sen affet)

    yeni gelinimiz hazırlıksız yakalanmadığı halde sunuma pek önem vermemişti. yemeği yedik, gözüm yadırgamaya başladı.hafiften bir anormallik olduğu hissiyatı vuku buldu. cunku yemeğe kadar hic bir sekilde pembikto bardak,tabak, çanak görmemiştim.

    letsgobckd dedim. kalbinin güzelliği seni korur. çayla kek börek faslına gectik. birden hafiften bir ışık huzmesi farkettim. "beklenen istanbul depremi bu evin içindeymiş vay namissiz" diye paniklediysem de hemen uç nas uç felağımi hatmedip korumamı sağladım.

    gelen tabakta bir adet çikolatası icinden böğüren kek ve ustune adeta bir kanatli hayvanın giderken bıraktığı meshur ize benzeyen gümüş topcuklar konulmuştu.

    çikolatadır dedim. sunum önemlidir kısmı burada oluyormus dedim. vay anasını bckd senden bi b.k çıkmaz, hatun gümüş çikolata yapmış mutfağında dedim.

    sözlük ben onları yedim. sindirdim. ustune cayı içtim. "ay beğendiniz mi alelacele yaptıydım ehiehi alüminyum folyoylan süsleyi verdim ehiehi" yaptı. yaparken tek daşınin yarattığı ışık huzmesi yine tam gözümü alacaktı ki duruma aydım. tabakta hic bir halt kalmamıştı. yedigimi anladı. yine "ehiehi" yaptı.

    yazıklar olsun ehiehi yapan tum yeni gelinlere.
  • oysa, damak tadıma uymasa da yiyen, farklı yemek tarzlarını denemeyi talih sayan ben..

    oldukça zahmetli bir sahra çölü yolculuğundan sonra ulaştığımız timbuktu; sıradışı mimarisi, serinleyen akşamüstü şehri saran mistik serinliği ile büyüleyiciydi.

    serinletilmiş odalar, soğuk duş, temiz kıyafetler, ufukta kaybolan güneşin yerini alan ılık gece açlığı akla getiriyordu haliyle.

    şehrin önde gelenlerinden birine akşam yemeğine konuk olacaktık. kötü kokularımızdan arınıp, tiril tiril yola koyulduk.

    caddedeki otelimizden çıkıp, sokaklara daldık. kıvrılarak uzayan, üç kişinin aynı anda yanyana yürümekte zorlanacağı taş döşeli karanlık sokaklarda zar zor ilerleyerek, yüksek duvarlarla çevrilmiş bir evin ikinci kat merdivenlerine yönelip, güzel aydınlatılmış, serin ve ferah bir salona buyur edildik.

    kendimize engel olamadan döşemeleri, duvarları, yere serilmiş kilimleri, minderleri ve tamamı bizi seyreden diğer konukları incelerken yer sofraları kurulmaya başlandı. o büyükçe sofra kuruldukça iştahımız kabarıyordu. açlık artık bünyemize ruhumuza her şeyimize hüküm sürmeye başlamıştı.

    sofralar kuruldu, büyük siniler yerleştirildi, kapağı açılmayan tencereler tavalar sıralandı sofranın ortasına.

    artık sofraya davet edildik ve ısrar beklemeden hemen tepsilerin kenarına dizildik.

    ve bingo !

    tuareglerin kadim yemekleri kuskus. ve üzerine nasıl bir yöntemle pişirildiğini anlamadığımız et olduğu izlenimi bırakan parçalar.

    allahım o nasıl koku. aman yarabbi. yüze yansıdığı kesin buruşmayı gidermek için ne düşünmeli? yarabbi bu nasıl bir koku.

    hadi buyrun minvalinden el işaretleri. ev sahipleri nasıl saldırıyor tepsilere!!

    timbuktudasın! fizan'ın da ötesi.

    önem verilmiş, konuk edilmişsin. yiyeceksin!

    binbir telkinle "yiyeceğim ulan" diyorum. kısılan gözlerimi zorlayarak göz kapaklarımı aralıyor ve kaşık çatal aranıyorum, nerde kaşıklar çatallar? yok.

    insanlar kuskusa ellerini daldırdıkça yemeğin içine saklanmış koku katmanları neredeyse görünür bir şekilde odanın atmosferine karışıyor, o atmosfer streç film gibi insanı sarıyor sarmalıyor. uçuyorum sanki, çölde esriyip düşler görecektim, bu hal o galiba?

    o bir kaç saniye canhıraş kaşık ararken gözlerim, en yakınımdaki ev sahiplerinden birisi avucuna aldığı kuskusu burnuma doğru uzatıp eliyle al işareti yapıyor, aynı anda diğer ev sahiplerinden onaylama anlamında kafa sallamalar ve gülümsemeler gözüme çarpıyor. anlaşılan o ki, arkadaşın eliyle yedirme hamlesi ikramın bir üst dozu, beni sevmiş olmalı.

    hala inkar ederim, ben elimi uzatmadım, asla!

    kolum kendiliğinden uzanan ele doğru harekete geçiyor. ben ki, aklına düşen yere giden, gözüne değenin tadına bakan kişi, yiyeceğim ulan.

    başıyla hayır diyor ev sahibimiz, ağzıma uzatıyor avucundaki kuskusu.

    kader! ey felek, sen ne adamları dize getirdin. ah ulan dünya! sana mı diz çökeceğim. açıyorum ağzımı ve kuskusu tadıyorum..

    hepsi bir yana, bitkin halde otele döndüğümüzde, bir hayata dönüş çayı içmek için terasa çıkıp, insanların koca bir kuzu çevirmeyi parçaladıklarını gördüğümde yaşadığım incinmişliği bir ömür atlatamayacağım.
hesabın var mı? giriş yap